Kibrin Karanlığı: Transhümanizm Çağında İnsanın Cehennemi

İnsanın doğaya hükmetme hırsı, cüreti ne hazin. Modern dünyayı kuran insanlık, 21. yüzyılın dijital büyüsüyle geçmişin anlam taşlarını balyozla parçalıyor birer birer. En son geliştirilen herhangi bir teknolojik yenilik bir uyuşturucu gibi toplumun kılcal damarlarına kadar işliyor.

Bir apartman balkonunun altında, küçücük bir mahpusta
yıllarını geçiren Pascal ve insanın zulmüyle ömrünü tüketen
tüm hayvan kardeşlerime…insanlığımdan utanarak ve
hiçbir zaman ödeyemeyeceğim borcuma mahsuben…

HÜZNÜN ARİFESİ

Her şeye gönül koymuş bir iştahla boğulan hayat…. Nereye dönsen kan kusan kin, nereye baksan nefret dolu gözlerin tiksintisi. Dünya hep böyle miydi sahiden; tepeden tırnağa dert kuşanan? Boşver! Öfkelenmeden de gayet iyi yaşar insan, sevinçle de yoğurulu bu dünyada. Mayasında hep beraber olabilmek de var. Bak ne çok uzadı cümle [gereksiz dertlenmelerle]. Bunlar hiç yormasın seni, içindeki güzelliği. Hiç kimsenin değildir bu yalnızlık, salt, usul usul bilincini bileyen bir meraktan belki… Hem kıskanma hiç kimseyi, ne de kendini bir başkasından. Her suyun akacak yatağı farklı; herkes kendi vadisinde, kendi koyağında, özgürce büyütmeli umutlarını… Bırak aksın gürüldesin dereler, dertlerini aka aka bıraksınlar kıyılara. Ağaçlar bu sulardan içsin. Suyun şöleninde kuşlar, börtü böcek, ağacın dalı, çiçeğin kokusu, rüzgârın serinliği, yağmurun, çamurun dünyalığı… Sen dünyayı rahat bırak yeter ki, dünya da seni…Uzak ülkelerde değil, bastığın toprakta ara özgürlüğünü, umudunu. Hep hüzünle yıkanmış bu hayat zaten, sen öyle bakma yeter ki. Her şey bir oyun, her şey bir dümen diyerek ömür geçirenlerle geçirme yıllarını. Hayat, türlü türlü oyunlarla kurulu elbette, dümenlerle dolu bir karnaval zaten. Sen de bu karnavalda bulacaksın sevincini, umudunu. İzin verme artık “hayat ne kadar boşmuş”luğa, “yapacak bir şey yok”luğa. Hayat, içinde direndiğin bir zindan kimi zaman [yalnızca sen değilsin ki direnen]. Uzat elini, bak nice insan… Onlarla bir, onlar da seninle hayat [ne duruyorsun?]. Kendini aradığın gibi ara çoğalan kardeşliğini…

KRAL PASCAL

Pascal, 16 yaşındaydı. Bilindiği gibi insanların yaşına göre epey ilerde. Belki duyguları, bilinci, sezişleri ile de kim bilir… Sahipleri (?), Pascal’ın yanında kendi yaşamlarına nasıl bir anlam veriyorlardı acaba? Onu bir aksesuar gibi kullanarak, sevgisiz büyütmek, tıpkı bir eşya gibi… Canlılara koltuk, masa muamelesi yapan insanlığın arsızca yaşama iştahı ne korkunç! Tüyleri kirden, pastan yumak yumak olmuş, iyice arapsaçına dönmüş, ayağa kalkmakta güçlük çeken, çok az görüp, çok az duyan Pascal… yaşama belki insanlardan daha fazla iştahla bağlı olduğu yılları artık hiç hatırlayamadan, sessizce yitip gitti bu merhametsiz dünyadan… güle güle canım kardeşim…

Şimdi kahredici bir soru: Pascal yaşında yaşlı insanlar olsaydı, onları da ölüme mi terk edecektik? Belki insan oldukları için bunu düşünmezdik bile. Bir vesileyle dünyaya fırlatılmış her canın iyi kötü bir değeri yok mu? Hayvan toplama kamplarında, can verenler için ne yapıyoruz misal? Şimdiye kadar ne yaptık ki? Konforumuzu hiç bozmadan ağlıyoruz sadece, boşuna! Hayvanlar metalaştıkça, yani sosyal medya videosundan, anahtarlık ve bibloya kadar piyasanın konusu oldukça aslında silikleşip hayatımızdan çıkıyorlar yavaş yavaş. Hayvanlar daha çok reklamlaştırılıp insan gibi görünmeye zorlandıkça varlıkları örseleniyor, ezildikçe eziliyor [trans-hayvan’a dönüşüyorlar]. Onlar da emekçiler gibi, piyasanın basit birer üretim faktörü veya onun aksesuarı, meta döngüsünün koordinatlarındaki küçük noktalar. Üstelik bunu her seferinde canlarıyla ödüyorlar. Nuray Tekin’in dediği gibi “evet hayvanlar her yerde ama paradoksal bir biçimde aslında hiçbir yerdeler ve yoklar[1].

Bakın bir örnek; “zorda kalsanız insanı mı kurtarırsınız hayvanı mı?” gibi düzeyi düşük bir soruyu, “mümkünse her ikisini de elbette” şeklinde yanıtlamak yerine, “tabi ki insanı” diyen çoğunluk altında yıllardır eziliyoruz, hep ezileceğiz gibi de görünüyor. Asıl mesele daha derinde belki de. “Hiçbir canlı insandan daha değerli değildir” diyen “eşrefi mahluk”çulara itiraz etmedikçe, sürüp gidecek bu zulüm. “Hayır güzel kardeşim hiçbir canlı, bir diğerinden daha değerli değildir!” diye haykırmadıkça… Ah ne kibirli bir sorudur insan bu dünyada, keşke hiç sorulmasaydı! Cevapsız bütün sorularında, kendi küstahlığını gizlediğini sanarak yaşayan insan. Üstelik doğanın en zayıfı. Belki de bütün melanet bundan ötürü kimbilir: Zayıfsan öyle bir ez ki seni güçlü sansınlar.

“Köpek ısırdı, kedi cırmaladı” diye feveran etmenin, hiçbir gereği yok. Elbette doğada şiddet vardır ama kibrin ve öfkenin yarattığı şiddet (cinayet) düpedüz insan icadı. Önce insanın şiddetini defedeceği günleri hayal etmeliyiz [hayali bile ne güzel!]. Öyleyse aslanın yaşam alanına girip “aslan beni yedi” demek ne kadar saçmaysa, binlerce yıldır insanla kardeşçe yaşayan hayvanlara insan yasalarıyla hükmetmek, onları konforlu insan hayatından sürmek o kadar saçmadır. Üstelik İstanbul’un sokak köpeklerini 1910’da Osmanlı’da sürdüğümüz “Issız Ada”, insanların cehennemi toplama kamplarından kat be kat daha zulüm ve vahşet doluydu. Unutma! Her zülüm misliyle sana döner ey insan! Her şeyi unut ama yarattığın zulmü unutma. O seni hayatta tutan zavallı biricik rezilliğin. Belki bir gün bütün zulmüne tövbe edersin, kim bilir!

ECİNNİLER

Kibir, yazarı ve sonra da tüm insanlığı yer bitirir. Ama yazar hep kibir doludur; yazma cesaretini de buradan alır çünkü. Fyodor Dostoyevski Cinler (Ecinniler) adlı pek tartışmalı romanında, oldukça göze batan Pyotr Stephanoviç Verhovenski adlı bir karakteri anlatır. Pyotr Stephanoviç, örgütten ayrılma kararı alan mütevazi, yoksul, aklı selimi temsil eden İvan Şatov’un katilidir. Pyotr Stephanoviç, tıpkı Sergey Neçayev gibi küstah, kibirli ve rezil bir komplocudur. Sergey Neçayev, Rusya’da Çarı devirmek isteyen Bakuninci nihilist/anarşist bir örgütün önemli bir elemanıdır. Ecinniler’de Sergey Neçayev, küstahlık abidesi Pyotr Stephanoviç’te vücut bulmuştur. İvan Şatov da gerçek hayatta Neçayev tarafından öldürülen İvanov adlı öğrenciyi temsil eder. Örgüte ait en önemli araçlardan biri olan matbaa makinesini, daha öncesinde kendisine söylendiği gibi güvenli bir yere saklayan İvan Şatov, örgütten ayrılma kararı aldıktan sonra bu makineyi Pyotr Stephanoviç’e teslim edecektir.  Örgütten ayrılmasıyla Pyotr Stephanoviç onu derhal hain ilan eder. Pyotr Stephanoviç arkadaşlarını ikna edip ve Şatov’u makinenin gömülü olduğu yeri gösterme bahanesiyle tuzağa düşürür. Makineyi topraktan çıkardıktan sonra gözünü kırpmadan tek kurşunla Şatov’u toprağa yollar. Böylece arkadaşlarını da suçuna ortak ederek onları kendine bağlar. Görünüşte bu olay Pyotr Stephanoviç’in, davasına ihanet etmiş Şatov’u cezalandırdığı siyasi bir cinayettir. Ama bu siyasi komplonun arkasında başka bir şey gizlidir. Şatov yıllar önce Pyotr Stephanoviç’in bir zayıf noktasını keşfetmiştir: Aşağılık kompleksi! Bu kompleks Pyotr Stephanoviç’i, kendisinden daha soylu bir sınıftan gelen Nikolay Stavrogin’i adeta bir peygamber, kurtarıcı ilan edecek kadar cüretkâr yapmıştır.

Bir yandan da bu cüretin arkasında, siyasal karışıklık yaratılıp hükümetin alaşağı edilmesi planı vardır. Bu plan başarılı olursa, yeni rejimin başına Stavrogin getirilecektir. Pyotr Stephanoviç, Stravrogin’in karizmasını, hareketin güçlenmesi için kullanır. Şatov ise dürüst ve vicdanlı bir karakterdir. Dokunulmaz sanılan Stavrogin’e herkesin ortasında, bir kadının aşağılanmasına tepki olarak sıkı bir yumruk atar. İşin içinde elbette bir aşk hikayesi vardır. Fikirlerini eyleme sürüklemekte pek mahir olan Pyotr Stephanoviç, içindeki bütün ezikliği Şatov’a yöneltir. Şatov kat’i surette tasfiye edilecektir! Örgütte yer alan hiç kimse Şatov’un ölüm hükmünü veren Pyotr Stephanoviç’e karşı çıkmaz. İşbirlikçileri, Şatov’u elleri ve kollarından tutup Pyotr Stephanoviç’in huzuruna çıkarırlar. Dostoyevski bu kibir hikâyesini Sergey Neçayev’in sahtekâr, düzenbaz hayatından almıştır. İşte Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki İvan Şatov karakteri, 1869’da Moskova’da, Neçayev’in aynı isimdeki bir üniversite öğrencisini (İvanov) öldürmesi olayından hareketle yazılmıştır.[2] Sibirya sürgününden dönen Dostoyevski o civcivli zamanlarda, sosyalizm davasından zaten ruhen ve bedenen kopmuştur. İvanov cinayeti ise bunun üzerine tuz biber eker; Dostoyevski’ye sosyalizmi, nihilizmi eleştirmesi için müthiş bir fırsat sunar. Dostoyevski, eskiden ütopyacı sosyalistlerden etkilenmiş, devrimci, entelektüel Petraşevski grubunun bir üyesi iken mahpusluktan dönmüş, sersefil, beş parasız ailesi ile Avrupa yollarına düşmüş bir sürgündür. Ecinniler, işte tam o sıralarda yayınlanır (1872).[3]

Doğal olarak her yazar gibi Dostoyevski’yi de besleyen, onun içinde bulunduğu düşünsel iklim, yaşadığı dünyadır. Bilinen bir hikâyedir, Dostoyevski, rejimi yıkmaya teşebbüs etmek suçundan (Petraşevski grubuna üyelikten) kurşuna dizilecekken son anda bir karar çıkar ve idam edilmez. İdamdan, Sibirya’da kürek cezası ile yaklaşık 10 yıl sürecek (1849-1859) mahkumiyetle kurtulmuştur. Sürgüne gitmiş, tükenmiş bir insandan, yeniden bir devrimci yaratmak ne kadar mümkün olabilir ki? Üstelik yaşamını yazarak, çeviri yaparak ve kazandıklarından daha çoğunu kumar hastalığı yüzünden kaybederek yaşayan bir insandan. Bundan sonra Dostoyevski artık Ortodoksluk ve Rus milliyetçiliği alaşımlı muhafazakârlığın sularına yelken açmıştır. Dostoyevski’nin edebi yaratıcılığı bu yıllardan sonra artar ve ardı ardına, bugün “bile” hayranlıkla okuduğumuz büyük eserlerini yazar. Herkesi ikna edecek kadar diyaloglar ve karakterler yaratır yıllar içinde. Kitaplarında, herkesin en zayıf, en yaralı noktasını bulup taarruza geçer. Dostoyevski’nin ana kaynağı insanın dindirilemez kibridir. Kibir yıkıcıdır, cüretkardır, Dostoyevski için yaratıcılığın kaynağı olmuştur. Tıpkı Sergey Neçayev gibi. Pyotr Stephanoviç Verhovenski, Ecinniler’in Pavel Smerdyakov’udur (Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’de yarattığı şeytani karakter): Ezilmişliğin hıncı. Dostoyevski, karakterlerini ilmik ilmik ördüğü olayların içine geçirerek ustalıkla dokur. Her yazar gibi [trajik] yaşamından izleri, kokuları yerleştirir eserlerine. Belki Lev Tolstoy gibi parası ve zamanı olsaydı kim bilir ne karakterler yaratır, kitaplar yazardı.

METAMORFOZ

İnsanın doğaya hükmetme hırsı, cüreti ne hazin. Modern dünyayı kuran insanlık, 21. yüzyılın dijital büyüsüyle geçmişin anlam taşlarını balyozla parçalıyor birer birer. En son geliştirilen herhangi bir teknolojik yenilik bir uyuşturucu gibi toplumun kılcal damarlarına kadar işliyor. İnsanlık pek memnun bu durumdan belli ki; eskiden hayal bile edemeyeceği her şeyi ufacık teknolojik aletlerle şipşak hallediveriyor. Aman ne gerek var gama, kedere; değil mi canım? İnsan, ömrünü uzatma maskaralıklarıyla ölümsüzleşmeye çalışırken, bir yandan da dünyanın ömrünü kısaltıyor [belki farkında bile değil].

Makinelerin, betonların, elektronik devrelerin, ekranların rezil dünyasında ne hayvanlara ne ağaçlara ne toprağa ne suya hayat var… Bu dünyada, insandan gayri hiçbir cana, hatta bazen de insanlara… Anlayın artık, insanın, ömrünü uzatma uğruna her şeyi göze aldığı bu hırs arttıkça, doğaya zulüm de kat be kat artacak. İnsan dahil her şey ava, bütün yeryüzü de av sahasına dönecek. İnsanın insanı avladığı yazılı, görsel kurgular boşuna mı? Ne de olsa herşey insan için değil mi? Onun emrinde, onun keyfi için… İnsan teknoloji ile efsunlandıkça, daha rahat bir hayat (la dolce vita!) peşinde koşup kendini daha da maskara ettikçe, bir de bütün bunların konforuyla şımardıkça, ömrünü uzatmak için değersizleştirdiği canlıların ömrünü tüketecek, günbegün insanlığından eksilterek…

Oyunun sonunda zalimler hayatta kalacak; arta kalan kırıntılar da ezilenlere sadaka olacak. Zalimin adaletine kurban olmak varmış yaşayanların yazgısında [besbelli]. Dünyanın kahrı, dünyanın bütün neşesini yuttuğunda ne yapacaksın ey insan? “Karanlık bir çağa girdik” demek hiçbir işe yaramayacak o zaman. Her çağın bir karanlığı var zaten. Nereye dönsen karanlık ezgilerin mırıltısı, nereye baksan, denize, ağaca, kurbağaya sevgisiz, bomboş yürekler…tek celsede ölümü kusan öfke. Hangi umut, hangi insanla, hangi hayatı yeniden kurup yaratacak, kim bilir. İçinde hep yitirdiklerinle düşe kalka, hep yaşatabildiklerinle, hep tutunmak için onlara, cana, yüreğin sıcaklığına hasret…Ah şimdi hayat hep yokuş yukarı. Şimdi hayvanların şehirleri, köyleri, ormanları yok. Yersiz, yurtsuzlar artık. Tohumlanan karahindibaya çocuk sevinciyle üfürdüğümüz o doğa. Çeliğin gürültüsü motorun hırıltısından koşa koşa canın sıcaklığına kaçmak gerek. Binlerce ton molozun, onca kirin pasın zulmünden kurtulmak gerek…

BOŞ YERE…

Boş yere arıyoruz belki hakikati, artık o her neyse, neyden ve kimden kaçıyorsa fellik fellik. Boş yere bekliyoruz belki umudu, umut nasıl bir kılıkla dolaşıyorsa, kim bilir nerede… Boş yere tepiniyoruz toprağın üstünde belki, altındakileri unuta unuta, yaşadığımızı sanarak. Boş yere düşlüyoruz belki de güzel bir ülkeyi, bir halkı hem de sevinçli. Boş yere çırpınıyoruz belki değiştirmek için içimizdeki sarsılmaz inançları; doğaya hiç hürmeti olmayan bir sürünün çığlıklarında… Ah belki boş yere düşüyoruz çarçabuk karanlığın içine, her şeyden elini eteğini çekmiş, yıkılmış gitmiş gibi… Öz suyundan çekildikçe hayat geriye, boş yere yürüyoruz derenin yatağına, yaşlanmış bir ağaç gibi sürgünlerinden kuruya kuruya… Boş yere anıyoruz zamanı, geçmişten bugüne yaslanarak, en hassas yerlerimizden dokunarak birbirimize, hem de tarihine dil uzatarak koca ömürlerin…

N O T L A R

Bu yazı, MayaDergi’nin onuncu sayısında yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

[1] Nuray Tekin (2017) “Edebiyatta hayvan temsili: Yokluk olarak varoluş”, Doğu-Batı Dergisi, Sayı 82, s.246.

[2] Edward Hallet Carr (2001) Romantik Sürgünler, (Çev. Ş. Beştoy) Çiviyazıları: İstanbul.

[3] Yeşim Dinçer (2009) Ecinnilerin Gölgesinde, Yordam Kitap: İstanbul.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar