Türkiye’de anadil sorununa yapıcı ve samimi bir yaklaşım geliştirilebilmesi için tek dil, tek bayrak, tek ulus anlayışının yerine çok kültürlü ve çok dilli bir yaşam benimsenmelidir.
Dil, insanın varoluşundan bu yana kültürün her alanında etkisini hissettiren en güçlü unsurlardan biridir. Din, edebiyat, tarih, bilim ve eğitim gibi toplumsal yapının temel taşlarında dilin izi görülür. Dil, toplulukları bir arada tutan, birleştiren ve güvenle ayakta durmalarını sağlayan bir harç görevi görür. İnsan izinin bulunduğu her yerde dil de vardır ve dilsiz bir insan varlığı düşünmek mümkün değildir. Bu nedenle dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir uygarlıklar müzesi, kültür tarihinin bir yüzüdür. İnsanlar, dil aracılığıyla kültürel referanslara ulaşır ve bu referanslar, bireylerin kimliklerini oluşturan temel yapı taşlarını oluşturur.
Dil ve İnsan Doğası
İnsan, doğası gereği dünyayı anlamakla yetinemez; yaşadığı toplumda etkin bir birey olarak yer almak ister. Bu eylemliliğin en önemli enstrümanı ise dildir. Dil, dünyayı algılamada bir tutum ve bir bakış açısı sunar. Her dil, kendi kavrayış biçimini içinde barındırır ve bu kavrayış dilden dile farklılık gösterir. Bir birey, gerçekliği ancak kendi dilinde anlamlandırabilir ve ifade edebilir. Bu durum, dilin insan yaşamındaki vazgeçilmez yerini bir kez daha gözler önüne serer. Örneğin, Hindistan’da bir zamanlar “söz” tanrı olarak kabul edilmiştir. Hintliler, “Vak” adını verdikleri sözün tüm canlıların dayandığı bir temel olduğunu ifade etmişlerdir. Bu yaklaşım, dilin insanlık tarihindeki kutsallığını ve önemini vurgulayan çarpıcı bir örnektir.
Küreselleşmenin “Tekleştirici” Etkileri
Günümüzde küreselleşme, kültürel çeşitlilik üzerinde ciddi baskılar oluşturmuş, birçok dili ve kültürü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır. Yapılan araştırmalar, dünya üzerinde yaklaşık 6.800 dilin konuşulduğunu göstermektedir. Ancak, güçlü ve egemen toplulukların dilleri karşısında asimile olan diller hızla yok olmaktadır. 21. yüzyılın sonunda dünya üzerindeki dillerin yarısının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Son yüzyılda 200 dil tamamen kaybolmuş, 500’den fazla dil ciddi tehlike altına girmiştir. Bu durum, yalnızca dillerin değil, o dillere bağlı kültürlerin ve kimliklerin de kaybolması anlamına gelir.
Türkiye’de Dil ve Asimilasyon Politikaları
Türkiye’de anadil sorunu, özellikle Kürtçe gibi azınlık dillerine yönelik baskıcı politikalarla kendini göstermektedir. Kürtçe’nin üç ana diyalektinden biri olan Kırmançça (Kırmançi) ve bazı lehçeleri (örneğin Zazaca), UNESCO tarafından “kırılgan dil” kategorisinde sınıflandırılmıştır. Bu diller, eğitim alanında kullanılmadıkları için ciddi bir yok olma tehlikesi altındadır. UNESCO, 21 Şubat’ı “Uluslararası Anadili Günü” olarak ilan ederek, anadillerin korunması ve geliştirilmesi için farkındalık yaratmayı amaçlamaktadır. Ancak, Türkiye’nin tek dil, tek ulus politikası, Kürtçe ve diğer azınlık dillerinin yaşatılmasının önündeki en büyük engel olarak durmaktadır.
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te onaylamış ve 1990’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisini kabul etmiştir. Ancak, Kürtçe gibi dillerin eğitimde ve kamu alanında kullanımı hâlâ büyük ölçüde kısıtlanmaktadır. Bu durum, hem bireylerin temel insan haklarını ihlal etmekte hem de toplumsal çatışmalara zemin hazırlamaktadır.
Dil ve Hegemonya
Dil, egemen güçlerin hegemonyalarını pekiştirmek için kullandıkları önemli bir araçtır. İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin “kültürel hegemonya” kavramı, dilin bu bağlamdaki rolünü anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Gramsci’ye göre, egemen sınıflar, kendi kültürlerini ve dillerini dayatarak toplum üzerinde bir tür ideolojik kontrol sağlarlar. Türkiye’de uygulanan tek dil politikası da bu anlayışın bir yansımasıdır. Ancak, bir dilin devlet eliyle oluşturulamayacağı gibi, devlet eliyle yok edilemeyeceği de unutulmamalıdır. Bir dil, ancak o dili konuşan insanların yazıları, alışverişleri ve eğitim alanları ile yaşatılabilir.
Çözüm: Çok Dillilik ve Demokratikleşme
Türkiye’de anadil sorununa yapıcı ve samimi bir yaklaşım geliştirilebilmesi için tek dil, tek bayrak, tek ulus anlayışının yerine çok kültürlü ve çok dilli bir yaşam benimsenmelidir. Bu yaklaşım, yalnızca azınlık dillerinin korunmasını sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda toplumsal bütünleşmeyi ve demokratikleşmeyi de beraberinde getirecektir. Anayasanın bu doğrultuda düzenlenmesi ve anadillerin eğitim ve kamusal alanlarda kullanılmasına olanak tanınması, çözümün temel taşlarını oluşturacaktır.
İtalyan Marksist düşünür, felsefeci ve dilbilimci Antonio Gramsci’nin “kültürel hegemonya” kavramı, dil ile egemen ulusal güçler arasındaki ilişkiyi anlamak açısından önemli bir teorik çerçeve sunar. Gramsci’ye göre, dil yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda ideolojik bir aygıttır. Egemen sınıflar, kendi kültürel değerlerini ve dillerini dayatarak toplum üzerinde bir hegemonya oluşturur. Bu hegemonya, yönetilen sınıfların bu değerleri gönüllü bir şekilde benimsemesiyle güçlenir ve kalıcı hale gelir.
Gramsci’nin şu tespiti, dil sorununun yalnızca bir dil meselesi olmadığını, aksine toplumsal, siyasal ve kültürel sorunlarla iç içe geçtiğini açıkça ortaya koyar:
“Ne zaman dil sorunu bir biçimde su yüzüne çıksa, bir dizi başka sorun da bununla birlikte öne çıkar; yöneten sınıfın formasyonu ve genişlemesi, iktidar grupları ile ulusal-halk kitleleri arasında daha yakın ve daha güvenli ilişkiler kurma ihtiyacı, başka bir ifadeyle kültürel hegemonyanın tanınması sorunları.”
Gramsci, dilin egemen sınıfların kendi gücünü pekiştirmek için kullandığı bir araç olduğunu vurgular. Dilin standartlaştırılması ve dayatılması, sadece bir dilsel düzenleme değil, aynı zamanda bir güç uygulama biçimidir. Bu süreçte azınlık dillerinin marjinalize edilmesi veya bastırılması, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesizliklerini ve çatışmaları da derinleştirir.
Sonuç
Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda kimlik, kültür ve tarih demektir. Küreselleşme ve hegemonya, diller üzerinde büyük bir tehdit oluştursa da anadillerin korunması ve yaşatılması mümkün ve gereklidir. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, çok dillilik ve çok kültürlülüğe dayalı bir politika benimsemesi, yalnızca dilsel çeşitliliği korumakla kalmayacak, aynı zamanda toplumsal barışın ve uyumun sağlanmasına da katkı sağlayacaktır. Bu bağlamda, dil, bir ayrışma unsuru değil; birleştirici ve zenginleştirici bir unsur olarak görülmelidir.
Sultan KARATAŞ