Aydın, yaşamın bilincidir. Bu bilincin sorumluluğuyla hayata müdahil olandır. Halkla ve hayatla buluşan aydınlanmadır ki tarihi acı tekrardan kurtarabilir.
“Kilim gibi dokumada mutsuzluğu/Gidip gelen kara kuşlar havada/Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden/Tabanında depremi kara güllelerin /Duymuyor musun//Kaldır başını kan uykulardan/Böyle yürek böyle atardamar/Atmaz olsun/Ses ol ışık ol yumruk ol/Karayeller indirmeden başına çatını/Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm/Alıp götürmeden büyük denizlere/Çabuk ol//Tam çağı işe başlamanın doğan günle/Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden/Her satırında buram buram alın teri/Her sayfası günlük güneşlik/Utanma suçun tümü senin değil/Yırt otuzunda aldığın diplomayı/Alfabelik çocuk ol//Yollar kesilmiş alanlar sarılmış/Tel örgüler çevirmiş yöreni/Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende/Aç iki kolunu iki yanına/Korkuluk ol”
Ne zaman Rıfat Ilgaz’ın bu şiirini okusam, kafamda aydın ve aydınlanmaya dair türlü sorular devinir. Şiirin başlığı bile insanı buna iter; Aydın mısın? Başlık uyarıcı ve tavır almaktan yanadır. Hemen aydın kimdir, teorisi ve pratiği ne olmalıdır, kimden yanadır… gibi sorularla hareketlenir aklım. Günümüz emperyalizmi karşısında yok oluşa sürüklenen dünyanın içler acısı hali bunları düşünmemizi gerektiriyor. Doğrusu, böyle olması da gerekir. Çünkü aydınlanma keyfilik değil zorunluluktur. Neden zorunlu, derseniz uzun bir açıklama yapmaktansa, aydınlanmanın gerçekleşmediği toplumlara bakmanın yeterli olacağını söylerim. (Burjuvazinin bu emeği çarçur ettiğini de bilincimde tutarak!)
Aydınlanmayı bir döneme sıkıştırmadan, genel anlamda, insanın, insanlık için geçerli olan tüm düşünsel üretimleri şeklinde tanımlarsak işimiz kolaylaşacaktır. Aynı şekilde aydın da bir dönem veya ülkenin insanı değildir. Herhangi bir din ve ırka da hapsedilemez. Bu özellikler bazen belirse bile üretimlerinin genel içeriği, aydınları evrensel kılar. Bu haliyle aydın ve aydınlanma hareketleri zaman ve mekân üstüdür, diyebiliriz. Buradan bir idealleştirme bir soyutlama çıkarılmamalıdır. Biz Kant’ın aklını kullanmaya cesaret et sözünü anımsayarak yol alalım. Aydınlanmanın temel aldığı akılcılık ve yaslandığı hümanizmden her şey etkilendi. Dünya skolastik tortularından uzaklaştı. Aydınlanmanın köklerinin Antik Yunan’a kadar indiğini düşünüyorum. Antik Yunan mirası mitos’tan logos’a, ortaçağda kesintiye uğrasa da burjuvazi devrimi üzerinden yeniden ilerledi. Burjuvazi iktidarı ele geçirip kurucu öğelerine ihanet edince, garip bir şekilde logos’tan mitos’a aralandı sanki kapılar. Yepyeni imajlarla elbette! Her şeyin tüketildiği, değer aşımının doruklara çıktığı zamanlardan geçiyoruz. Amaçsızlık amaç’a dönmüş durumda. Logos’a karşı konulan yeni mitos veya çağcıl din bu olgular üzerinden şekilleniyor. Başka bir ortaçağ yani! Toplum sadece tüketimle uğraşırken, sermaye kafasındaki dünya algısına çekidüzen veriyor. Bundan kavramlar da etkileniyor: İçerikleri boşaltılıyor, tarihsellikten yalıtılıyor ve engin görecelik içinde etkisizleştiriliyor. Fatura aydınlanmaya kesiliyor. Aydınlanma sorununa buradan da bakılmalı. Köksüzleştirilmiş (tarihten/halktan/sınıfından koparılmış) aydın, sadece “yazar.” Memur tavrıyla ve carpe diem ruhla yazar. Aydın, bağ kurma gereksinimi duyuyor mu? Omuzlarındaki yükün farkında mı?
Farkında olan birini analım: “2015 yılında Suriye’deki tarihi ticaret şehri Palmira, İşıd tarafından saldırıya uğradı. Dünya, hazinelerinin antik Irak şehri Musul’da olduğu gibi İşıd tarafından yok edileceğinden korkuyordu. Palmira’nın Greklerden, Romalılardan, Perslerden, Araplardan ve Yahudilerden kalan yüzlerce yıllık mirası sadece birkaç saatte harabeye dönmüştü. Yağmacılar sayesinde bu kıymetli eserlerden bazıları, Suriye iç savaşı ve İşıd’ın gelmesinden önce bu yıkımdan kurtarılmıştı. Bu eserlere İsviçre gümrüğünde el konuldu ve korunmaları için Cenevre’deki bir müzeye gönderildiler. Fakat Palmira’da hayatlarını bu nesneleri korumaya adayanların hepsi bu kadar şanslı değildi. Müzenin emekliye ayrılmış yerel yöneticisi Halit El Esad, İşıd şehri ele geçirdiğinde 81 yaşındaydı. Şehrin hazinelerini nereye sakladığını söylemeyi reddetti. Bu suçunun karşılığı olarak İşıd, Roma Tiyatrosu’nda başını uçurdu. Vücudu bu halde bir trafik ışığına asıldı ve kafası da bacaklarının arasına yerleştirildi. Vücudunun üzerine onu putperestliğin müdürü olarak tanımlayan bir yazı asıldı. Oysaki hak ettiği unvan medeniyetin koruyucusu olmalıydı.(BBC, Civilations, 1.Bölüm) Aydın tavrına olağanüstü örnek bu durum, aydın kimliğini içselleştirmenin mantığını ortaya koyarak ilerliyor. Bu tespiti de Colombia Üniversitesi’nden Simon Schama yapıyor: “Çoğumuz günlerimizi sanattan konuşarak geçiriyoruz ancak yeri geldiğinde birçoğumuzun sanatı hayatı pahasına savunacağından şüpheliyim. Halid El Esad içinse Palmira’nın taşları, heykelleri, sütunları bir araya gelmiş eserlerden daha fazlaydı. Onlar yaratıcı hayal gücünün, bir şehri vatan haline getirmek için yapabileceklerinin tezahürüydü. Medeniyetin ne olup olmadığı hakkında çok uzun süreler tartışabiliriz. Ama tüm vahşeti, acımasızlığı, tahammülsüzlüğü ve yıkım arzusuyla birlikte tam tersini görünce medeniyetin gerçekten ne olduğunu anlıyor insan! Medeniyeti, kaybının insiyak adını verdiğimiz, bedende bıraktığı sakatlığın şokuyla anlıyoruz.” (BBC, Civilations, 1. Bölüm) Bu alıntı, aydının kim olduğuna ve nasıl tavır geliştirmesi gerektiğine ışık tutuyor. Burada, şu aydın çözümlemesini anmamak da haksızlık olur: “Aydın olmak gösterişli kıyafet giymek yahut kolalı bir yaka ve modaya göre şapkayla dolaşmak değildir. Aydınlar halkın beynidir. Halk bizi eğitimimiz bittikten sonra iyi maaşlı bir işe girerek, akşamları lokantalarda oturmak veya sözde ‘okuma salonlarında’ kâğıt veya domino oynamak için yetiştirmedi. Bu hayatı yaşayanlar aydın değil, aydın süprüntüleridir. Aydın olarak sizlerin vazifesi halkın zekâsını, vicdanını, irade ve enerjisini uyandırmak ve harekete geçirmektir. Halkın düşünme yeteneğini canlandırmak, işçileri, köylüleri ve toplumun alt kesimlerini daha iyi bir hayat kurmak için ne yapmaları gerektiği konusunda eğitmek, sizin göreviniz budur.” (Grigory Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, s. 88) Bu tespitler sanatın gücünü de gösteriyor aynı zamanda. Şöyle düşünmeli, sanat olmasaydı duygularımız güzel aşamasına nasıl çıkacaktı? Sanatın yokluğunda bilinçte ve bedende sakatlık oluşuyor. Elbette görmesini bilene! Demek ki uygarlığın asıl göstergesi de sanat oluyor. Ki aydınlanmanın halka en yetkin bağ kurduğu alan da sanattır.
Sanat, Türkiye gibi ülkelerde siyaseti de halka taşır. Halk bir türkü, bir roman, bir şiir veya bir heykelle olan biteni anlar ve ona göre tepki geliştirir. Erdal Öz’ün Deniz Gezmiş Anlatıyor kitabında bunu görebiliriz. Erdal Öz, Deniz’le konuşmasının bir yerinde şunu aktarıyor: “O günkü kısa konuşmamız içinde Deniz’le aramızda geçen konuşmanın konusu, edebiyatla ilgiliydi. Onun edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim. Çünkü 12 Mart’ın içeri tıktığı nice devrimci arkadaş için edebiyat, uzak ve küçümsenecek bir olaydı. İçeriye teorik kitaplar sokulamadığından, zamanla onlar da yerli ve yabancı yazarların roman ve hikâyelerini okumak zorunda kaldılar. Çoğu, edebiyatla ilk kez orada tanıştı. Bu bir gerçektir.” Dönemin aşırı politize olması, devrimcilerin gözünde edebiyatı geriye itiyor. Deniz, doğru şekilde edebiyatla ilgileniyor. Erdal Öz ekliyor: “Adnan Özyalçıner’i, Kemal Özer’i, Edip Cansever’i, cemal Süreya’yı, Turgut Uyar’ı, Ülkü Tamer’i, daha nicesini izlemiş, okumuştu. Hepsinin de beğendiği, beğenmediği yanları vardı. Edebiyata bunca yakın oluşuna şaşıyordum” dedikten sonra Deniz’in şu görkemli sözü geliyor: “Biz edebiyattan geldik…” Sözün görkemi şuradan: Halk, emekçi, devrimci kim olursa olsun, dünyayı sanat aracılığıyla tanıyor. Sanat, sınıfsal tavırlarını belirlemelerine yarıyor. Dönemin mahkemeleri buna şaşırıyor. Ortalıkta siyasi kitaplar yokken, gençler bunları nereden öğreniyordu? Dünyada da böyle! Bunu anlayan sermaye, güdümlü sanat yaratmaya çalıştı. İşte aydınlanma burada değer, işlev kazanıyor. İyi de aydınlanma nedir? İşin derinliğine kaçmadan, Bilim ve Sanat Yayınları’nın çıkardığı Felsefe Sözlüğü’ndeki tanıma bakalım: “Aydınlanma çoğunlukla ‘Karanlık Çağ’ diye anılan ortaçağla eş görülen us dışılık ve batıl inançlara yönelik eleştirel yaklaşımıyla tanınır. Aydınlanma hareketi, insanın temel özelliğini, yalnızca düşünmekle sağlamakla kalmayıp onu doğru davranmaya da götüren us sahibi oluşunda görür… Ayrıca, Aydınlanmacı yaklaşım, yerel önyargıları ya da görenekleri de bir kenara koyarak, herkeste ve her yerde ortak olan, ussal dayanakları bulunan evrensel değerleri ön plana çıkarır.” Şimdi, Aydın mısın şiiri kadar usumu tetikleyen ve bu yazıyı yazma sorumluluğunu yükleyen Karl Jaspers’in Felsefe Nedir? kitabına gelebilirim artık!
Yazıyı esinleyen “Felsefe Nedir?” kitabını okurken karşılaştığım aydın tavrı ile ilgili tespitlerdi. Belli ki aydın ve sorumluluğu üstüne her dönem tartışılıyor. Özellikle sıkıntılı zamanlarda! Böylesi zamanlarda halk aydınını (sanatçı, bilim insanı, filozof, siyasetçi, akademisyen) yanında yol gösterici olarak görmek istiyor. Aydınların sorumluluk almadıkları yerde hayat çöker. Aydın ve sorumluluğu üstüne; “… kendimize şunu sormalıyız: Bu karanlık yıllarda (2.Paylaşım Savaşı yılları, H.Ç.) suç dolu edilginlik içinde sorumluluk yüklenmedik mi? Benim ilk açık konuşmamda, bugün için de doğru bulduğum iki nokta vardır: 1- Biz, Yahudi yurttaşlarımız (ve haksızlığa uğrayan diğer kesimler, H.Ç.) sürgüne gönderildiği zaman, sokağa çıkmadık, iş bizi bile ortadan kaldırmaya gelinceye değin, yerinde olarak ama hiçbir biçimde duyurucu olmayan, bir nedenden dolayı sesimizi çıkarmadık: Bunun hiçbir yardımı, hiçbir etkisi görülmez, büsbütün anlamsız olurdu. Oysa şimdi yaşıyoruz, bu bizim suçumuzdur. 2- Biz, bizi kıyıma sürükleyen bir devlet içinde yaşadık. Biz, kişisel olarak, aktöre ve kıyın anlamında, suçlu değiliz. Ancak biz bu devlette onun uyruğundaki yurttaşlar olarak yaşadık, kendimizi ondan ayıramayız. Bunun anlamı şudur: Biz, bu yeni devlette, onun kıyıcı bir devlet olarak, açıkça yaptığı her eyleme katılmışız. Bu sonuçlara katlanmak zorundaymışız. Siyasal sorumluluk bu demektir.” (Karl Jaspers, Felsefe Nedir? s. 48) Aydın, toplumun gözü/kulağı/ yüreği/aklı olmalı derken kastımız budur. Çünkü o, öncüdür. Onun arkasında bir kitle vardır. Ondan sorarlar. Bilen insanın omuzlarındaki yük ve sorumluluk daha fazladır. Olmak zorundadır. Tarihsel olarak da yargılanırlar: Karanlık dönemlerde aydınlar ne yaptılar? Buraya kadar haklıdır Jaspres! Aydınların ses çıkarmaları kadar çıkardıkları sesin niteliği de önem kazanıyor. Eğer aydın gerçek anlamda emekten, sınıftan, hümanizmadan yana aydınlanamamışsa, “çıkış orada” algısıyla faşizmin veya köktendinciliğin borazanlığını da yapabilir. Bunun da dikkatle tartışılması gerekmektedir. Jaspers’le ilgili sözümüz eksik kalmasın. Genel anlamda varoluşçuluğa yaslanan felsefesi bazı noktalarda tekliyor. Onu kendi sözleriyle tanımlamak daha adil olacak; “Ben bilmeyi, bilme için, kendisi için araştırırım, ‘düşünülen herhangi bir nesneye duyulan gereksinme için’ değil.” (agy, s. 62) Bilginin içten gelen itkiyle araştırılmasının güzelliği tartışılamaz. Pratik amaçlara kurban edilmesi de! Felsefe de ‘bilmek için bilmek’ anlayışından beslenir. Bu zaten ortada! Peki, dünya ve varlığın gidişatını diyalektiği içinde ele almayan bu yönsemenin varacağı nokta idealizmden başka ne olacaktır? Felsefe tarihinin özeti biraz da bu değil midir? Ayrıca, salt ‘kendindelik’ (an sich) sınırlarında devinen bilgi veya bilmek insan/türüne ne kazandırır? Ben buna edilgin bilgi sevicilik diyorum. İstenildiği kadar yok sayılsın, bilginin yüzü uygulamaya dönüktür. Yaşamsal pratiklerimizden doğan bilgi yine yaşama dönmek zorunda olduğundan asla kendindelik olamaz. Jaspers’in görüşünden duyarsız aydın çıkar. Kendisinin düştüğü girdap da belki bununla açıklanabilir. “Biz, insana özgü yerimizi başka bir yolla, bütün dünya oluşun güvensizliği içinde, diye açıklayalım.” (agy, s.64) Evet, Herakleitos’un söylediğince, her şey değişir ve oluş içindedir. Oluş hali, neden bizi tedirgin veya güvensiz yapsın ki? Jaspers’ın söylemini kabul eden aydın nasıl direnebilir? Hem neden dirensin ki, nasıl olsa değişiyor. Bu tavrıyla halkta nasıl ütopya oluşturabilir? “Felsefe yapmak ölümü öğrenmekse, ölebilmek de gerçek yaşamın koşuludur. Ölümü öğrenmekle ölmek özdeştir.” (agy, s.153) Ne buyurulur şimdi? Bu, Platon’un düşüncesi, idealizmidir. Bakın ne diyor; “Bu anlamda felsefe, ölüm için alıştırma yapmaktan, ölmeye hazırlanmaktan başka bir şey değildir: yoksa felsefenin ‘bir ölüm alıştırması’ olduğunu kabul etmeyecek misiniz? (Platon, Phaidon, s. 51) Platon buna diğer eserlerinde de değinir. Ölümü özneleştirme veyahut yüceltme ortaçağa aittir. İyi de, ölüm güzellemesi yaşayana ne kazandırır? İstenildiği kadar dinlerce de süslenmeye çalışılsın, sonuç değişmez: En mükemmel mumya bile, ölüdür. O halde aydın, yaşamın bilincidir. Bu bilincin sorumluluğuyla hayata müdahil olandır. Halkla ve hayatla buluşan aydınlanmadır ki tarihi acı tekrardan kurtarabilir.
Okuma “zahmetine!” katlanlanan değerli okurlar için derin fikri aydınlanma bağlamında ciddi katkıları olacak bir yazı, emeğinize sağlık..