Siyaset, Din ve Cinsellik

Siyaset, din ve cinsellik ilişkisi o kadar iç içe bir hal almıştır ki bakış açıları ve siyasi söylemlerini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır. Türkiye gibi ülkelerde bu bağ her geçen gün daha da güçlenmektedir.

1960’lı yılların başından itibaren başta ABD olmak üzere batıda ikinci dalga feminizm hareketinin sloganı olarak kullanılan “Kişisel olan politiktir ya da özel olan politiktir.” söylemi kişisel yaşamın dışında siyasi ve toplumsal yapıların duruşunu özetlemektedir. Erkeğin kadın bedeni ve ekonomik kaynaklar üzerinde kurduğu hegomonik hâkimiyet aynı zamanda politik duruşuyla da doğrudan ilişkilidir. Bu ataerkil güç başta kadınlar olmak üzere tüm alanlarda kendisinin izin verdiği kadar demokratik haklardan yararlanma, siyaset yapma, söz söyleme, karar verme, kararlara katılma hakkının kullanımına rızalık göstermektedir.

1968’in “Cinsel olan politiktir.” sloganını Lacan’ın o meşhur “Cinsel ilişki yoktur.” formülüyle birlikte ele alan Žižek, cinsellik ve politikaya dair yeni bir tartışma öne sürüyor. Toplumsal cinsiyete dair günümüzdeki siyaseten doğrucu yaklaşımları sorgulayarak kişisel olan ile politik olan arasındaki hassas dengeye işaret ediyor.

(…) Bir diğer sahte mücadelenin orta yerindeyiz: tesettür mayosu mu, çıplak göğüsler mi? Bu tercih kesinlikle siyasetin dışına çıkarılmalı, kişisel tercihlerin o kendine has alanına bırakılmalıdır. Kişisel olan bir şeye yanlış bir şekilde siyasi dendiğinde, kişinin mahrem tercihinin doğrudan teşhir edilmesi en yüksek siyasi edim halini aldığında şüpheci olmak gerekir. Sahici siyaset kişinin arzularının ve fantezilerinin ne olduğunu alenen ortaya koymasıyla asla ilgilenmez.” (1)

Zizek’e katılmamak elde değil. Sahici siyaset ne kadının tesettürüne ne de çıplak göğüslerine müdahale etmelidir. Oysa günümüzün siyasi erki ülkemizin de içinde yer aldığı doğu toplumlarında siyasetin önemli bir kısmı kadın bedeni ve cinsellik üzerine yapılmaktadır. Kapitalist yönetimler özgürlük kisvesi altında cinselliği alabildiğince yaygınlaştırarak, ergenlik düzeyine kadar indirerek kadın bedenini metalaştırırken, İslam kadın bedenini tesettürle kapatarak mahremiyet diyerek kadın bedenini esir etmişlerdir. Birbirlerine çok zıt gibi göründe de esasında aynı işlevi görmektedir. Kişisel olan bir şeyi uyguladıkları politikalarla toplumsal olgu haline getirerek siyasi güçlerini pekiştirmektedirler.

İkinci dalga feminizmin savunusu yalnız günümüz için mi geçerli bir başka deyişle bu ilişki 1960’larda mı ortaya çıktı daha öncesi yok mudur sorusunu sormadan edemiyor insan. Bunun böyle olmadığını bu çatışmanın anaerkil toplumdan ataerkil topluma evirilmesiyle başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim elde yazılı kaynakların olmamasına rağmen “Tarih öncesi dönemde ana tanrıça kültlerinden yola çıkılarak özgün insan toplumunun anaerkil olduğu fakat yakın zamanda ataerkilliğe geçişin olduğu düşünülmektedir (Sümer, 2007: 24)” tezi kabul görmektedir.

Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı ile birlikte erkeğin kadın üzerindeki egemenliği çok eşlilik olarak karşımıza çıkmaktadır. İki örnekle açıklarsak M.Ö. 1040 – MÖ 970 yılları arasında yaşadığı varsayılan Hz. Davud peygamberin sekiz eş, M. S. 571 /632 yıllarında yaşayan Hz. Muhammed peygamberin ise 9 ile 19 eş aldığı ( Genel kabul 14 eş aldığıdır) çeşitli kaynaklarda yazılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği üzere dinler ortaya çıktıktan bir süre sonra egemen olduğu devletin veya hükmettiği toplulukların uymak zorunda olduğu temel kurallar halini almıştır. Dolayısıyla yönetim erki yani siyasi gücü haline gelmiştir. Günümüzle karşılaştırıldığında iktidar gücünü elinde tutan ekonomik ve siyasi otoriteler kadın üzerinde nasıl güç kullanıyorsa dünün siyasi gücünü temsil eden din de ve dinin temsilcileri de kadın yaşamı üzerinde aynı şekilde etkin oluyorlardı. Günümüzde nasıl erkekle aynı işi yapan kadınlara pek çok alanda daha düşük ücret ödenerek emeği yok sayılıyorsa dinlerin egemen olduğu toplumlarda da kadın cariye olarak kullanılmakta, mal olarak görülmekte, emeği yok sayılmaktaydı / sayılmaktadır. Bu zihniyetin günümüze yansımasını radikal İslamcı tüm yapılarda görmek mümkündür. Afganistan’daki Taliban Hareketi, Hizbullah, IŞİD, El Kaide, Boko Haram vb. onlarca İslamcı harekette bunu görmek mümkündür. Dahası İran, Sudan, Sudi Arabistan ve pek çok İslam ülkesinde kadın üzerinde kurulan zulüm çarkları onları köleleşmiş bir yaşama mahkum etmiştir. Din politik bir anlayıştır dolaysıyla dinsel olan da tıpkı siyasal olan gibi politiktir, ikisinin de kadına bakışı cinseldir. Konuya ülkeden bir örnek verelim. Daha birkaç gün öncesinde Temmuz 2024’te Diyarbakır’da kadınların gittiği sosyal mekanlara saldırıldı. Saldırganlar hepimizin bildiği radikal dinci siyasi bir partinin taraftarlarıydı. Kendi ifadeleriyle kadınların etekle sokağa çıkmalarından, erkeklerle aynı ortamda bulunmalarından ve dans etmelerinden rahatsızlık duyduklarıdır. Bu kişiler işletme sahiplerine daha öncesinden “Buraya açık giyinen kadınlar giremez. Müziğin sesini kısın. Devam ederseniz yakarız, yıkarız.(2) türünden tehditlerde de bulunmuşlardır. Bu olaylar sırasında özellikle güvenlik kuvvetlerinin adeta seyirci kalmaları işin politik boyutunu göstermektedir. Saldırganlar kadın bedenini cinsel obje olarak gördükleri için onu sosyal alanın dışına çıkararak eve hapsolmasını isterken siyasi iktidarın bu duruma susarak zimmi olarak destek vermesi siyasaldır.

Tarihte bilinen ilk mücadeleci kadın (d.1363 – ö. 1430) Christine de Pizan (bilinen adıyla de Pisan)’dır. Orta Çağ sonlarında Venedik’te doğup, yaygın Orta Çağ kültüründeki kadın düşmanlığı ile mücadele eden kadın yazar, şair ve filozoftur. Yaşadığı dönemde toplumda saygı gören ve on yıllık evliliği sonunda üç çocuğuyla yalnız yaşamak zorunda kalan Pisan daha çok yazı yazarak yaşamını idame ettirmiştir. Onun altı yüz yıl önce başlattığı mücadele günümüzdeki kadın hareketlerine de örnek oluşturmaktadır. Belki kayda geçmemiş başka kadınlar da vardır. Fakat biz sadece bilinen üzerinden konuyu irdelemeye devam edeceğiz.

Konu üzerine yazarken belki de biraz da mitolojiye bakmak gerekecek. “Yahudi episodları, Sümer kil tabletleri, diğer tüm mitlere ve kutsal kitaplara göre yaradılış ilk olarak Âdem ve Havva ile değil, Âdem ve Lilithle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Âdem’in ilk eşi yine kadın olmakla birlikte Havva değil, Lilith’dir. Kadının yaratılmasındaki ilk figür olan Lilith, evrenin ilk kadını ve dünyadaki anaerkil yapının da ilk tanrıçasıdır. Lilith, birçok inanışta farklı kimliklerde yer alarak tarihsel süreçte büyük bir rol oynamış, birçok kültürde kendine yer bulmuş ve kadim geleneklerden popüler kültüre dek birçok alanda halen rol oynamaktadır. Bu denli önem taşımasına rağmen, iblis yönünden ötürü Lilith’e duyulan korku onun insanlık tarihinde kendine çok az yer bulabilmesine ve efsanevi kimliğine sıkıştırılmasına yol açmıştır. Lilith, Yahudi inancındaki tasvir yasağından dolayı Yahudiliğin içinde doğan Hıristiyan inanışında, kendine yer bulabilmiş oldukça önemli bir konumda olmuştur. Buna göre Lilith, Âdem’in hem ilk eşidir hem de Âdem ve Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan şeytandır. Lilith, kil tabletlerden yağlıboya tablolarına dek sanatın çeşitli alanlarında ilgi görmüş olmakla birlikte baskın kimliği resim sanatında Cennetten Kovulma- İlk Günah ve Venüs sahnelerinde işlenmiştir. Hıristiyan öğretilerinin yazılı anlatımlardan daha önce resim sanatı yoluyla aktarıldığını göz önüne aldığımızda Yaradılış hadisesi ve Cennetten Kovulma sahnelerinin öğretici işlev üstlendiği dönemlerden bu yana Lilith’in sıkça karşılaştığımız fakat gerekilen önemi görmemiş olan bir kimlik olduğu sonucuna varabiliriz. (3)

Kimi anlatılara göre ise Lilith’in cennetten kovulmasının gerekçesi Adem’in cinsel isteklerine karşı gelmesidir. Sürekli üstüne çıkan Adem’e itiraz ederek üste çıkma isteği Adem’i kızdırır. Çünkü Lilith’in üste çıkma talebi Adem’e göre onun hakimiyetine son vermek anlamı taşımaktadır. Bunun üzerine Adem Tanrı’dan yeni bir eş talebinde bulunur. İtaat etmeyen Lilith, eylemlerinin sonucunda cennetten kovulur. Bu mitolojik anlatılardan da anlaşılacağı üzere yalnız siyasal olan politik değildir aynı zamanda dinsel olan da politiktir. Tanrı’nın safı erkeğin yanı olmuştur.

Geçmişten günümüze yaşanan savaşlarda kadın bedeni siyasal erk ve silahlı güç için daima saldırılması gereken alan olarak görülmüştür. Tarih boyunca savaş çıkaran politikaların sahiplerinin kontrolündeki silahlı güçler zapt ettikleri yerlerde cinsel saldırıları silah olarak kullanmışlardır. Dün din savaşlarında “ganimet” olarak görülen, alınıp satılan, paylaşılan kadınlar bugün örneğin Bosna Savaşında aynı mantıkla tecavüz edilmesi gereken unsur olarak görülmüştür. Yaşadığımız coğrafyada süren irili ufaklı tüm çatışmalarda kadın bedeni kah teşhir edilerek, kah tekli veya toplu tecavüzlere maruz bırakılarak politik olan aynı zamanda cinseldir savunusunu doğrulamıştır.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Müslüman ülkelerde her ne kadar “Cennet annelerin ayakları altındadır.” söylemi dillere pelesenk edilmiş olsa da on yıllardır yaşanan uygulamalardan gördüğümüz ‘kadının erkeğin ayakları altında’ olduğudur. Türkiye’de yüz yıllık Cumhuriyet yönetimin kadınlara sağlamış olduğu kısmi özgürlükler günümüzde siyasi erk tarafından her geçen gün kısıtlanmaktadır. Diğer Müslüman ülkelerinde ise zaten “kadının adı” yoktur. Örneğin 29 Şubat 2016 tarihinde Kadın hakları alanında dünyanın en geri ülkelerinden Suudi Arabistan’da “Kadın insan mıdır?” konulu seminer düzenlendi. (4) Kadınların insan olup olmadığını tartışan ülkenin şeyhleri cinsel ihtiyaçları için birden fazla kadınla evlenmekte hiçbir sakınca görmemektedirler. Bu konuda öncüllerini sürekli örnek göstermektedirler. Tüm politikaları erkeklerin ihtiyaçlarına göre düzenlemektedirler. Bu siyasi olduğu kadar dini bir tercihtir. Malum ülkemizde son yıllarda dini yapıların müdahil olmadıkları hiçbir alan kalmamıştır. Geçmişte daha çekingen oldukları pek çok konuda siyasi erk ile aynı paralelde hareket ettikleri gibi yönlendirici de olmaktadırlar.

Bilindiği gibi uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi bir imza ile kadük kılınmıştır. Oysa yasa söyle tanımlanıyordu: “İstanbul Sözleşmesi’nin iç hukuktaki yansıması 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Kanunu’dur. Kamuoyunda kısaca 6284 sayılı Kanun olarak bilinen kanun, sözleşmenin imzalanmasından hemen bir sene sonra, 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girdi. 6284 sayılı Kanun, kadına karşı şiddetle mücadelede uygulamaya dönük somut mekanizmalar kurması bakımından, İstanbul Sözleşmesi’nin çizdiği genel çerçevenin pratikte nasıl vücut bulacağı konusunda en kapsamlı iç hukuk metnidir.” Bir ülkenin nüfusunun yarısı haklardan mahrum bırakılıyorsa veya bırakılmak isteniyorsa (Genel anlamda tüm toplumun hak ve özgürlükleri kullanmasının kısıtlı olduğunu göz ardı etmemekteyiz.) bu durum elbette politik bir davranıştır. Kadına sadece çocuk doğuran (en az üç olmadı beş çocuk) ve dolayısıyla erkeğin cinsel ihtiyacı yanında çoğalma ihtiyacını da karşılayan bir araç gözüyle bakılması hem siyasi hem de dini bakış açısıyla açıklanabilir.

Kültürel Kodlar ve Cinsellik

Kadına bakış açısı öteden beri sorunlu olan bir kültürel yapıya sahip toplumuz. Bunun bir yansımasını da türkülerimizde görebiliriz. Halk türkülerini incelediğimizde çocuk cinselliğinin nasıl meşrulaştırıldığını rahatlıkla görebiliriz. En bilinenlerinden “Yaş Destanı’nın” şu ilk iki bölümü kültürel bakışı en iyi şekilde açıklamaktadır.

Aman…

Bir güzel ki on yaşına girince / Gonca güldür henüz açılır / On birinde gonca diye koklarlar / On ikide elma deyip saklarlar / On üçünde cevrü cefa çekerler / On dördünde badem şekere benzer ey ey aman

Aaaaaah / On beşinde güzelliğin çağıdır / On altıda gören aklın dağıtır / On yedide göğsü cennet bağıdır / Uzanır uzanır boyu selviye benzer ey ey aman (Ali Cevat Yürekli)

Bunun gibi pedofili içeren onlarca şiir, türkü saymak mümkündür. Günümüz radyo ve televizyonlarında çalınan, klibi yapılan, erotik otuz iki halk türküsü bulunmaktadır. Belki de biraz daha irdelense bu sayının çok daha fazla olduğu ortaya çıkacaktır.

Yaş destanları her ne kadar doğumdan ölüme kadar olan insan yaşamını konu ediniyorsa da kadına cinsel bakış açısını da içinde barındırmaktadır.

Sözleri Karacaoğlan’a ait ve günümüzde pek çok yorumcu tarafından okunan “Güzel Ne Güzel Olmuşsun” türküsü tam manasıyla erotizmdir. Şöyle ki: “Güzel ne güzel olmuşsun / Görülmeyi görülmeyi / Siyah zülfün halkalanmış / Örülmeyi örülmeyi / Bahçende gülün güllenmiş / Şeyda bülbülün dillenmiş / Koynunda memen kirlenmiş / Emilmeyi emilmeyi.

Geleneksel kültürümüzde kadının nasıl konumlandırıldığı, şiirlerde, türkülerde sadece cinsellik yanıyla ele alındığı bu iki örnekten gayet iyi anlaşılmaktadır. Altı yüz yıllık Osmanlı ülkesinde özellikle sarayın ürettiği kültürde haremdeki kadınların bedeni ‘sahibinin’ kullanımına hazır mal olarak bulundurulmuştur. Saraydaki harem oğlanları konusuna ise hiç girmemek gerekiyor. Bu durum saltanat döneminin hem kültürel, hem siyasal hem de dinsel olarak yaşama bakışının ifadesidir.

Tabii ki postmodern kültürün egemen olduğu günümüzde kadın bedeninin meta olarak tüketime sunulmasını bir kenarda tutuyorum. Özellikle pop müzik kanallarında sürekli cinselliği çağrıştıran, yaşamı pornografiden ibaret sayan yapımları yok saymıyorum. Tüm dünyada bu amaçla yapılan çalışmalar verilen teşvikler politik bir hedef barındırmaktadır. Uyutulmuş ve uyuşturulmuş geniş halk yığınları sermayeye, dolaysıyla kapitalist sömürü düzeni için herhangi bir tehdit oluşturmamaktadır. Bu durumu Portekiz’in 1932’den 1968’e kadar başbakanlığını yapan António de Oliveira Salazar’ın 3 F’si çok iyi anlatmaktadır. Salazar, meşruiyetinin halkın spor, eğlence ve din ile uyuşturulmasıyla sağlandığını ifade eder. Bugün kapitalizmin topluma dayattığı modelin babası Salazar’ın yaptıklarına ek olarak uyuşturucuyu da ekleyebiliriz. Uyuşturucu kullanımı kimi ülkelerde on yaşına kadar inmiş durumdadır. Aynı şeyi beyaz kadın ticareti için de söyleyebiliriz. Burada saydığımız dört unsurdan aynı zamanda büyük paraların kazanıldığını da unutmamalıyız. Bu piyasada dünya çapında her biri için on milyarlarca dolar para döndüğünü de aklımızın bir kenarında tutalım.

Hem kültürel yaşam hem de dini yaşam küçük yaşta kız çocuklarının evliliğine izin vermesi pek çok sorunu beraberinde getiriyor. Daha geçen yıl Sakarya’da 13 yaşındayken babası tarafından kendisinden on beş yaş büyük biriyle evlendirilen kadının şikâyetiyle kamuoyuna mal olan çocuk evliliği ne yazık ki toplumun önemli bir kısmı tarafından makul görülmüştür. Yine sıkça haberlere konu olan 15 yaş altı çocuk doğurma ve çocuk anne kabulü hem dini hem de politik bakışı açıklamaktadır. Bu sorunun üstesinden gelmesi gerekenler “Onlar Suriyeli, gelenekleri öyle” diyerek bir yandan siyaseten duruşlarını öte yandan ise cinselliğe bakışlarını göstermektedir.

Hatırlanacağı üzere Karaman’da Ensar Vakfı ve Karaman Anadolu İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’ne ait evlerde kalan çocukların cinsel istismara ve tecavüze maruz kalması olayı günlerce tartışılmıştı. Tecavüze uğrayan 45 çocuktan 10 tanesi bu durumu raporla belgelemişti. Dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu ilk açıklamasında “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz” demişti. Bakanın üstelik bir kadının böylesine dehşet bir açıklama yapmış olması hem temsil ettiği siyasi yapının hem de kendisinin cinselliğe bakışını göstermektedir. Bu ne ilk ne de sondu. Gün geçmiyor ki Kuran kurslarında tecavüz konulu haberlerle karşılaşmayalım. Eğer mağdurun yaşı 16 ve üstü ise o zaman da otoriteler “rızası vardı” diyerek konuyu kapatmaktadırlar. Yine tarikat liderlerinin kadın ve erkek müritlerine tecavüz etmeleri artık sıradan bir olay halini aldı. Normalleşti. Belki de bile bile bu tarikat liderleriyle yatan kadın ve erkekler yapılanı inançlarının gereği olarak görmektedirler. Bazen bir istisna çıkıp olayı deşifre ediyor yoksa alan razı satan razı devam edip gidiyor. Görünen o ki hem siyasal irade hem de dini irade yaşananları normal olarak görmektedir. Çünkü bu tür olaylar sonunda yasalar karşısında ceza alan insan sayısı iki elin parmak sayısını geçmemektedir.

Bir başka olgu ise kadın tacizleri ve tecavüzleri konusu. Hani şu meşhur “O saatte sokakta ne işi var ?” sorusuyla bazı politikacıların kadını suçladığı ve tecavüzcüyü adeta akladığı konu. Soruyu tersinden sorarsak, tecavüzcünün o saate sokakta ne işi vardı? Evinde otursaydı ve bir insanın yaşamını altüst etmeseydi olmaz mıydı? Gündüz şort giydiği için tekmelenen kadı için de mi o saatte otobüste ne işi vardı diyeceğiz. “Damacana, cansız manken, otobüs durağı derken ilginç bir tecavüz haberi de Ordu’dan geldi. Gece saatlerinde elektrik direğine tecavüz etmeye çalışan adam güvenlik kamaralarına yakalandı.” (5) Şimdi biz haberde adı geçen cansız nesnelere de mi o saatte sokakta ne işi vardı diyeceğiz. Bir batı Avrupa ülkesinde siyasi erk gecenin herhangi bir saatinde dışarıda olduğu için kadına saldıran anlayışı masumlaştıran ifadeler kullansa acaba o günden sonra siyasal yaşamına devam edebilir mi sorusunu sormamak mümkün olmuyor. Demek ki mesele sokakta, kafede, bir eğlence mekanında olmakta değil sorun siyasi ve dinsel bakış açısındadır.

Farklı alanlardan örneklerle açıklamaya çalıştığımız siyaset, din ve cinsellik ilişkisi o kadar iç içe bir hal almıştır ki bakış açıları ve siyasi söylemlerini birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır. Türkiye gibi ülkelerde bu bağ her geçen gün daha da güçlenmektedir.

(1) Slavoj Žižek, Cinsel Olan Politik midir? Çev. Bahadır Turan (Encore, 2018)

(2) Bianet. org

(3) Yazılı Metinlerde Yaradılış ve Lilith: Fevziye Eker, Derya Topaloğlu

(4) https://t24.com.tr/haber/suudi-arabistanda-kadin-insan-midir-semineri,330134

(5) cumhuriyet.com.tr/video/goruntuleri-var-elektrik-diregine-tecavuz-etmeye-calisti-1438974

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar