Bakıyordum. Kaytan bıyığı, ince uzun bacakları, gülümser küskünlükte gölgeli hali bütün bütün sarmıştı Ali'yi. İnanıyorum ki siz, gülümser küskünlük nedir bilmiyorsunuz. Aynanın karşısına geçmenizi, gülümser hale bürünen bir surat edinmenizi, sonra da bir anıyı düşlemenizi salık versem, sanırım anlayacaksınız.
Karşımda oturan kıvırcık saçlı, incecik dudaklarının arasındaki sigarasını çekip dumanı boşluğa üfüren kişi genç bir adamdı. Ben ise bir zamanların orta yaşlılık havasına meydan okuyan, çirkince bir kadının tanımlamasıyla, yalancı pehlivan örneği gert gert gezinen biriydim. Aradan geçen yıllar saçlarımın kırlarını çoğaltmış, suratımdaki kırışıklığı belirgin duruma getirmiş, vücut hatları, hareket yeteneği oldukça dıyramış biriydim.
Ali’ydi karşımda oturan.
Kıvırcık saçını;
“Berbere, saçlarımı perma yap dedim!” diyen anasının, berberin bütün hünerini göstererek düm düz saçlarını kıvırcık biçime getirdiğinde Ali’ye hamile olduğunu dalgın, geçmişten gelen anıları yaşamanın tadına vararak, iç geçirerek anlatmasından öğrendim: Ali, ana karnındayken kıvırcık saça yatmıştı. Belliydi.
Benim oğlumun da karın bölgesinde iri bir beni var.
“Biri kahve içiyordu, canım çekti!” demişti karım.
İkisi de aşeriyordu, anlayacağınız. Ali’nin saçının kıvırcık olması bu yüzdendi. Ana ve babasının saçları düzdü. Dudaklarının neden ince, sıkı sıkıya kapalı, kızar halli gözlerinin şimşek karalığı, alnındaki kırışıklık, kaşlarının çatılmışlığı diye soracak oldum anasına, Ali’nin;
“Perma yaptırırken canım yandıydı!” dedi.
Ali’nin yüzüne bakarken bunları düşündüm.
“Ah!” dedi Ferhunde. Ali’nin anası. Saçlarını Ali’ye hamileyken perma yaptıran kadın.
“Anımsıyor musunuz?”
“Neyi?”
“Hani kapıdan girince size koştuğu zamanları!”
“Anımsıyorum!” dedim.
“Biliyor musunuz, babasına, hatta bana bile böyle koşmamıştı Ali. Bu yüzden kocam sizi kıskanırdı. Ben de çatır çatır çatlardım.”
Akustik bir yapının küçük bir sesi alabildiğince çoğaltarak insanı tuhaf biçime soktuğunu söylemeye gerek yoktur. Yoktur ama ben, o binanın vaktin birinde İstanbul’un başına bela olmuş bir işkence yeri olduğunu;
“Buraya gelince ürperiyorum!” diyen, eski tüfek bir komünistin, Hazım abinin sözlerinden anladım. İşkencede inleyen insanların çığlıkları halka halka beynime işledi durdu. İşte, böyle hallerdeyken ben; vitraylı kapının hantallığının gıcırtıyla aralanıp, örtüldüğünde ağır çarpışma seslerinin halka halka yayılarak, işkenceden inleyen insanların sesleriyle birleştiği bir anda Ali’nin çelimsiz kollarını açarak, anasının elinden kurtulup bana doğru koşup, boynuma sarılmasıyla geçiverirdim kendimden. Unuturdum. İnsan olduğumu bile. Göklere kanat çırpan bir kuş olurdum, Ali’nin kuşça çırpınışlarınca o incecik kollarını boynuma dolamasıyla birlikte sinekkaydı tıraşlı suratıma yapışan incecik dudakların sıcacık çocuk öpüşleriyle. Unuturdum. İnsan olduğumu bile. Herkes bize bakarmış. Duvarların bile baktığını bilirim, ikimizin kucaklaşmasına. Sesler kesilirdi. Sarılırdık. Ali çocuktu.
Bakıyordum. Kaytan bıyığı, ince uzun bacakları, gülümser küskünlükte gölgeli hali bütün bütün sarmıştı Ali’yi. İnanıyorum ki siz, gülümser küskünlük nedir bilmiyorsunuz. Aynanın karşısına geçmenizi, gülümser hale bürünen bir surat edinmenizi, sonra da bir anıyı düşlemenizi salık versem, sanırım anlayacaksınız.
“Gülümser küskünlük bu!” diye haykıracaksınız. Ali de duyacak, başkasına dikkatli baktığımı görecek. bana küsecektir. Yapmayın n’olur! Ali küsmemeli.
Mehmet Doğan KARAKUŞ