İşçi Gözüyle Grev Filmine Bakış

Sofia, Bize aç kalmak da yasak! Çekip gittiğinde soyguncular, yepyeni bir dünya yaratacağız. Yaşamak neymiş! O zaman sen bir bak!  Sen söyledin! Müslümanlar da geliyor artık. Herkes proleter oluyor. Ne yapmalı Sofia yoldaş? Ne yapmalı? GREV yapmalı, işçi sınıfının en güzel şarkısıdır grev!

Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmektedir.

Her ne kadar düşünce olarak farklı kulvarlarda olsak bile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bu tespitine katılmamak mümkün değil. Görsel sanat deyince aklımıza hiç kuşkusuz sinema gelir. Sinema, romanlardan, hikayelerden ve kurgulardan oluşan insan ilişkilerini ve toplumsal olayları dolaysız bir şekilde tüm çıplaklığıyla anlattığı için uzun süre bellekler den çıkmayan bir ileti sunar.

Toplumsal içerikli filmlere bir dönem filmi demek başta işçi sınıfının ve tüm ezilen ulusların mücadele tarihinin inkârı anlamına gelir. Buna örnek olarak Yılmaz Güney’in “Zavallılar”, “Endişe”, “Sürü”, Kazım Öz’ün “Bahoz” (Fırtına) gibi filmleri gösterebiliriz.

Senaryosunu Metin Yeğin’in yazarak 2021 yılında filme çektiği; Bursa’da ipek üreten Türk, Rum ve Ermeni küçük kızların da içinde bulunduğu günde 15-16 saat sağlıksız koşullarda bir lira ile beş kuruşa çalışan emekçi kadınların yaşam mücadelesini anlatan “Grev” filmi bizi 1910 yılına götürüyor.

1910 yılı, Osmanlı imparatorluğunun duraklama, çöküş tarihinin başlangıcıdır.  O yıllarda, imparatorluğun nüfusu 28 milyon olup çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşmaktaydı. Çoğunlukta olan gayrimüslimler kaldırımlarda azınlıkta olan Müslümanlarla karşılaştıklarında oradan aşağı inmek zorundaydılar. Bağımsızlık isteyen ezilen halklar, Balkan savaşları, Avrupa’da sanayinin gelişimi, sultanların saraylarda şatafatlı yaşamı, ipekli kumaşlardan yapılmış fistanlar yine ipekten mendiller, saray kadınlarının giydiği elbiseler, takılar bize günümüzde sıkça dile getirilen “itibardan tasarruf olmaz” sözünü hatırlatıyor. Bütün şatafatın yükünü, başta gayrimüslimler olmak üzere yoksul halk çekiyordu. Osmanlı, ekonomik dar boğazın sonucu alınan dış borçlarla yönetici sınıfın başta gelecek kaygısı ve sınır güvenliği için Avrupa burjuvazisine verdiği tavizlerle Avrupa burjuvazisine teslim olmuş hasta bir imparatorluktu.

Bursa’daki İpek fabrikasında, ipeği eğiren çıkrıkların olduğu bölüme mancıkhane denirdi.  Burada kadınlar, önlerinde kaynar sular bulunan kazanlar içindeki kozaların ucunu, sürekli dönerek İpek saran aletlere veriyordu. Kadınların bir kısmı çalı süpürgesiyle kozalardan çıkan ipek uçlarını toplayarak diğer kadınların leğenine aktarıyordu. Bu kötü çalışma koşullarında her ay en az bir genç kız veya kadın zayıflayarak, öksürerek, terlemiş şakaklarına saçları yapışarak, günbegün eriyor, bir gün artık evinden çıkmayarak köşesinde ölüyordu. Bu acımasız şartlarda üretilen ipek, yalnızca yönetici sınıfın kullandığı bir nesne değil, aynı zamanda dış ülkelere de ihraç edilen bir üründü. İpekten elde edilen gelirin büyük bir kısmına dış borçların ödenmesi için İstanbul’daki Düyûn-ı Umûmiye el koyuyordu…

Grev filmi, bu anlamda geçmişte bulunduğumuz gerçekliği gösteriyor.İşçi sınıfı açısından geçmiş zamanı yukarıda yazmaya çalıştım. Şimdi filmden örneklerle izdüşümüne bakalım. Yazarlar, şairler, bir bütün olarak sanatçıların büyük bir bölümü olayların çıkış noktasını ve nedenlerini kaleme alırken, bir çözüm yolu göstermekten uzak, edilgen bir tavır gösterirler ki bu tür eserleri bir dramdan başka bir şey ifade etmez. Metin Yeğin senaryosunda bunu tam tersini yapmış. Filmin giriş bölümünde, İspanyol İç Savaşı’nda kırsalda anti faşist mücadele veren milislerden (Itziar Ituño Martínez) İspanyol işçi gazetesinden yazılan ipek işçisi kadınların haberi okumasıyla başlıyor.

Yaygın bir hastalık ve öldürmeye devam ediyor. İlk başta hastalıkları mikroplar çıkartıyor zannederiz hâlbuki sadece tetikçidir onlar. Belki en masumları onlar, çünkü mikrobu yaratan patronlar.

Bu satırları dinlerken – veya yazarken acaba günümüzde de bunlar yaşanıyor mu? Bunun için grev filminden bir süreliğine ayrılıp, İspanyol işçi gazetesinden 2019 yılı Evrensel Gazetesinden çıkan bir haberi özetlemek istiyorum: Aydın’da Çine ilçesindeki maden işletmeleri, silikozis hastalığını gizliyor. Patronlar, hasta ettikleri işçiyi kapının önüne koyuyor. Ellerine üç beş kuruş tazminat verip işten atıyor, insanları sefilliğe mahkûm ediyor. Hastalığa yakalanan işçilerin çok uzun ömürleri olmuyor, ömürlerinin geri kalan kısacık kısmını solunum cihazına bağlı bir sürdürüyorlar.

Evrensel gazetesinden yaptığımız bu kısa alıntıdan sonra yeniden Grev filmine dönelim; Sofia (Nihal Eker) ipek fabrikasında uzun süre çalışan nitelikli elamanlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Dik kafalı oluşu nedeniyle işçiler arasında sevilen, güvenilen ve sayılan biridir. Sofia’nın beraber yaşadığı şair ve sosyalist olan Yannis (Orhan Alkaya) ile aralarında geçen “Bugün bir Müslüman kız daha fabrikaya geldi, artık onlar da yavaş yavaş fabrikada çalışmaya başlıyor.” Bu konuşma o günden bugüne demografik yapının değişmesinin dışında değişen bir şeyin olmadığını gösterir niteliktedir; her ne kadar Müslüman kadınlar kabuğunu kırmış olsalar da yönetici sınıfın uyguladığı politikalar sonucu yine kabuklarında kalmaya devam ediyor. O dönemde Müslüman kadınların ve kızların çalışması için önce eşinden sonra mülki idareden izin alması gerekirdi. Kadınların seçme ve seçilme hakları da yoktu.

Sofia ile kaldığımız yerden devam edelim:

“… Kaynar suyla başlar bizim işimiz, teneşirle biter; Yannis şu Müslüman kız çok güzel bir kız. Bana gençliğimi hatırlattı. (…) Kız sadece güzel değil, akıllı da biri. Bozulmadan konuşmalı (…) Yannimo, fabrikada kaynayan yalnız kazanlar değil. Herkes burnundan soluyor. Kızlar, bana geliyor. Ne yapmalı Sofia? Ne yapmalı?

“Ne yapmalı?” sorusu insanlık tarihinde, insanların ilk öğrendiği kelimelerden biri olmuştur. Burjuvazi bu sorunun cevabını şipşak bulmuş, grevlerin karşılığında grev kırıcılığı, yaşadıkları ekonomik ve siyasi krizleri ise savaş ve milliyetçilikle geçiştirmiştir. İşçilerin, hep kendilerine sorduğu “Ne yapmalı?” sorusunun cevabı oldukça sade olmasına rağmen bir o kadar da karmaşıktır. Cevabını bulduğunda ise yoğun şiddet ve baskıyla karşılaştıkları bir soru!  Biz bu sorunun cevabını yine filme yani Yannis’ ten alıntılayalım.

Sofia, Bize aç kalmak da yasak! Çekip gittiğinde soyguncular, yepyeni bir dünya yaratacağız. Yaşamak neymiş! O zaman sen bir bak!  Sen söyledin! Müslümanlar da geliyor artık. Herkes proleter oluyor. Ne yapmalı Sofia yoldaş? Ne yapmalı? GREV yapmalı, işçi sınıfının en güzel şarkısıdır grev!

Burada filmde adı sıkça geçen Müslüman kız rolünü başarıyla oynayan Fatma (İrem Alnıaçık) için bir parantez açalım. Fatma Doğu’dan gelen genç ve güzel bir kızdır. Yoksul oluşları ve hasta annesine bakmak için fabrikaya girmiştir. Bir de platonik bir aşığı vardır; Fatma’ya âşık olan genç, gözü kara birisidir. Kaçakçılık yaparak geçimini sağlamaktadır. İrem Alnıaçık, filmde izleyicilerin ön yargılarını alt üst eden bir karakter çiziyor. Bir parantez de Sarah (Pelin Batu) için açmak gerekir. Sarah, İngiliz aristokrasisinden gelme sınıfına ihanet etmiş bir kadındır, illegal yollardan Bursa’ya gelerek Düyûn-ı Umûmiye temsilcisi ile kâğıt üzerinde bir evlilik yapmıştır Sarah. Filmde işçilerin düşmanlarının kimler olduğunu da bize gösteriyor; kaymakamlık konağında verilen partide, şarabın su gibi tüketildiği bir ortamda Sarah’ın İspanyol gazeteciyle konuştuğu şu cümleler:  “Gördükleriniz hepsi sizin düşmanınız! Eşim Mister John, Düyûn-ı Umûmiye’den vergi toplayıcısı, Bay Arşen fabrika müdürü, Mösyö Dupon fabrikanın Fransız sahibi, Arif Bey polis şefi ve Müfit Bey kaymakam.

Bu cümleler bize Antep’te bulunan Özak tekstil fabrikasında işçilerin grevini hatırlatıyor. İşçilerin mücadelesine ket vuranlar, zamanında milletvekilliği ve bakanlık yapmış, bugün Gaziantep Belediye Başkanı olan Fatma Şahin başta olmak üzere dönemin valisi, imamı, hükümet yetkililer sanki geçmişten günümüzün fotoğrafını çekmiş gibiler… “(…) 1910 yılının Ağustos ayında, Bursa’da 3 bin ipek işçisi grevdeydi. Bu grev Osmanlı’daki ilk kadın grevi olarak tarihe geçti. İşçi kadınlar iradelerini mücadeleye birleştirerek patronlar sınıfına boyun eğmeyeceğini göstermiştir. (…)”. Tıpkı kızıl Bursa marşında söylendiği gibi:

Uludağ’ın eteğinde bir cehennem şehir var
Bir şehir ki burjuvalar Yeşil Bursa diyorlar hayda hay
Dar sokaklarında gezer işsizlik ve yoksulluk
Fabrikalar ipek boyar genç kızların kanıyla hayda hay
Biz çıkarız Uludağ’a bir kucak odun için
Onlar çıkarlar oraya zevk için sefa için Hayda hay

Grev filmiyle başladığımız yazının sonuna geldim. Filmin bize anlattığını tek kelimeyle özetleyecek olursak herhalde şu olmalıdır:

Ekmeği vermeyenle gülü esirgeyenin kim olduklarını tüm çıplaklığıyla anlatan bir film. İşin doğası gereği filmi eleştirirsek kısıtlı bir bütçeyle yapılmış olması mazeret olmamalı, greve katılan kadın işçi sayısının görselde az görünmesi bir handikap değil. Fakat görsel olarak işçilerin dışındaki başka hayatların olduğunu da gösterilmeliydi (at arabacıları pazarcıları, kadınların sokaktaki görüntüleri, mimarı yapısı, denizi gibi).

Filmdeki akış, bir sinema filminden çok tiyatro sahnesi izlenimi veriyor. İpek üreten fabrika, kaymakamlık konağı ve aydınların buluştuğu bir oda sanki dekor değişir gibi kullanılmış.

Döneme ait bir siyasi belirginlik yok İspanyol gazetesinin yanında dönemin iştirak gazetesi ve diğer muhaliflerin görüşleri görsel olarak gösterilebilirdi.

Sonuç olarak bütün olumsuzluklara rağmen Metin Yeğin sanatta bize zamanı ve pusulayı gösteriyor.

Kaynaklar:

Doğu Sorunu, Karl Marx.

Sus Payı, Refik Halit Karay.

Evrensel Gazetesi/ ekmek ve gül

2014 Bursa Hakimiyet Gazetesi

Bülent BOZKURT

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar