İnsanın muhakeme gücünden, yaratıcı zekasından vazgeçmesi değil yaşadıklarımız; bütün bu duygularını, sözüm ona hayatı kolaylaştırmak için makineye devretmesi. Teknolojinin bir yeddi emini yok ki oturup dertlerimizi müzakere edelim, üzerimizdeki haczi kaldıralım.
Kelimelerle ne dünyalar yaratır insan. Kalemi fikirlerine yetişemez çoğu zaman. Fikri geldiğinde kalem yoktur, kalemi olduğunda da fikri. Dünya sadece fikirlerle kurulmaz belki ama fikirlerle kolayca yıkılabilir pekâlâ. O yüzden tarihi tümüyle anlamak neredeyse imkânsızdır. Biz, sadece bilgimiz ve de ilgimizle onu yakınsamaya çalışırız az biraz, hepsi bu. Tarih, toplumsal koşulların hükmüyle çalışan bir makine aslında. Hangi koşulda ve nasıl anladığımız bilgimize, sezgimize bağlı; artık bilgimiz ne kadarsa o kadar.
Hazır fikirleri alıp bir kalıp gibi kullanmak, günümüzde neredeyse huy olmuş: “Kes-Yapıştır” toplumu! Öyle ki her şey unutulabilir fakat aynı hızda hatırlanabilir mi? Geçmişte dinginliğin, inceliğin sabırla inşa ettiği bilgi birikimi, küçük derelerden süzüle süzüle gelen, dağlardaki kar suyu gibi akmıyor bilincimize, dimağımızı göllendirmiyor. Birkaç saniyelik elektronik ameliyatlarla tüm arşiv yağmalanıp yerle bir ediliyor. Hemen şipşak fotoğrafını çekiyoruz aklımıza gelen her şeyin, unutmamak için sözüm ona; onları bir bir unutuşun denizine sürükleyerek ışık hızında: [Post-Modern] demans çağı! Walter Benjamin’in ruhuna değsin! Benjamin Pasajlar (1995) adlı kitabının “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” kısmında, 1930’lardaki fotoğraf ve sinema teknolojisinin gelişiminden etkilenerek dönemini ve sanat eserinin değerini sorgulamaktaydı. Kim bilir, bu çıldırmış dijital çağda yaşasaydı neler yazardı neler?
O halde Benjamin’den feyz alarak bugünü anlamak için bir misal verelim. Klasik tabloların yarattığı estetik duygusu, daha doğrusu bizim onlara yüklediğimiz değerler, internet toplumunda küresel malumatın sanal okyanusunda boğulup gidiyor. İnsanın resim yoluyla yaratma tutkusu, günümüzde yerini, iyi deyimle kolaja, kötü deyimle montaja bırakmış durumda. Bu, bir tür fikir yetmezliği aslında. Artık hiçbirimiz bir şeyleri bir kenara not etmiyoruz. Bas internetin herhangi bir turbo [arama] motoruna keyfine bak, sonuçlardan sonuç beğen (artık ne kadar ayıklayabilirsen)! Video mu istersin, metin mi, resim mi, fotoğraf mı, montaj mı, artık ne istersen. Bunun rahatlığı hiçbir çağda yok vallahi: Ah dolce vita! YouTube’un aklıyla yönetiyoruz dünyayı farkında mısınız? Her şey orada hazır bekliyor izleyenini; hele bir de abone ol yeter ki. Dünyayı YouTuber şirketler yönetiyor desek yeridir yani. Siz hiç sosyal medya hesabı olmayan bir şirket gördünüz mü? Olur mu canım öyle şey! Sayısız iletişim kanalı, şipşak, hazırcevap robotu olmayan bir marka bile yok. Varsa da halk deyişiyle kesin Çin malıdır. “Hal ve vaziyet” tam da bu. YouTube okyanusunda elbet bir kılavuz, bir tüyo, bir ipucu vardır muhakkak. Hatta arayıp da bulamasak alimallah, internet muhipleri hemen çıkışırlar; “Yahu mutlaka vardır da sen bulamamışsındır!”. Medet ya Tube!
Cep robotlarına iki parmak marifetiyle bile bir şeyleri yazmaya üşendiğimiz bir çağdayız vesselam. Hayatı, yarattığımız tüm kısa yollarla fena halde kısaltıyoruz da farkında değiliz. Öyle üşeniyoruz ki yeni bir şeyler yaratmaya, üretmeye sormayın. Hazır kalıpları, resimleri ve dosyaları bile forwardlamaya (Türkçesiyle yeniden iletmeye) eriniyoruz. Bir ton whatsapp[ık] grubu oluşturup birbirimizi “enforme” ediyoruz, iki de bir dürtüyoruz, “like”lıyoruz, öyle rahatlıyoruz toplum olarak. Homo sapiens sapiens’ten whatsappiens’e evrilmişiz de haberimiz yok! “İletildi” hatta milyon kez iletildi ibaresi olmasına rağmen o malumatın, en orijinal halini yakaladığımızı düşündüğümüz, hatta bunu bile düşünemediğimiz bir çağ. Hangisi sahih hangisi kopya, kimse bilmiyor, bilmek de istemiyor. Benjamin yeniden üretilebilir diyordu ya kibarca, bildiğin kopya çağındayız. Rahmetli yaşasaydı başlığı herhalde şöyle değiştirirdi: Hakikatin kesip montajlanıp paçavraya çevrilebildiği bir çağda sanat yapıtı.
Tepeden tırnağa insan ürünü olan özgün sanat yapıtları, yapay zekâ tarafından taklit edildiğinde veya yeniden üretildiğinde ne olacak peki? Onlara ilişkin bir yeniden değerleme yapılacak mı? Hem buna kim karar verecek? Yapay zekâ sanattan hayata, sağlıktan, savaşa, bankadan çarşıya her şeyin vazgeçilmezi olmaya başladıkça, her şeye burnunu soktukça, biz de yavaş yavaş robotların sanat yapmalarına alışmaya başlayacağız. İşte tam da bu noktada bir kitap, Afşin Kum’un yapay zekâ üzerine yazılmış çarpıcı romanı çıkıyor karşımıza: Kübra! Romanda, robot zekâsı insanı yenemiyor ama onda çok derin hasarlar bırakıyor. Afşin Kum romanında, Byung-Chul Han’ın Psikopolitika’da “büyük veri” (big data) için söylediklerine benzer bir atmosfer kurgulamış sanki. Chul-Han’a göre Büyük Veri ismiyle müsemma, devasa bir panoptikondur! Verileri biriktirdikçe cabbarlaşan bilgi işlemciler, bizi her yerden, her kablodan, kanaldan, mikrofondan dinleyen veya kameradan izleyen, kontrolsüz bir canavara dönüşür. Zaten Chul-Han’ın da belirttiği gibi psikopolitik çağda siyaset, pasif gözetlemeden aktif yönlendirmeye geçmektedir:
“Big Data toplumsal iletişimin dinamiklerine ilişkin kapsamlı bilgi edinmeye olanak sağlayan çok etkili bir psikopolitik araçtır. Bu bilgi, insan ruhuna nüfuz etme ve onu düşünce öncesi düzeyde etkilemeyi mümkün kılan bir iktidar bilgisidir.” (Chul-Han, 2020).
Kum’un romanındaki KUBRA (Knowledge Unit Base Reasoning Automation) programı da tam bu dehşetengiz şeyi yapmaktadır. Tüm dünyadan verileri büyük bir vakum gibi emmekte, bu bilgileri bir sosyal medya uygulaması (soul touch) üzerinden farklı senaryolarla kullanıcılara yaymaktadır. Program, seçtiği kullanıcının özelliklerine göre uygulamayı ve bilgi paketlerini değiştirmektedir. Duruma göre ihtiyaç duyduğunda uygulamaya farklı senaryolar ve bilgi paketleri eklemektedir. Romanın ana karakteri Gökhan Şahinoğlu İstanbul’un yoksul semtlerinden birinde yaşayan (Ormancılar), çevresinde dürüst olarak bilinen, ağır başlı bir torna ustasıdır. Gökhan ahlaklı, iyi bir insan olduğundan uygulama, ona yönelik mesajları mahalle kültürüne uygun olarak dinsel içeriklerle zenginleştirip uhrevileştirir. Bu da Gökhan’a gelen mesajları çarpıcı ve şok edici kılmaktadır. Programın yaratıcılarından ikisi diğerlerinden habersiz Kubra’ya Turing testi amaçlı bir görev verirler. Bu teste göre Kubra insan olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır (adını Alan Turing’ten alan meşhur test, bkz. Özalp, 2020). Kubra’nın bu ilk testindeki görevi biraz abartılıdır: İktidarı ele geçir! Bu test sonucu Kubra, kullanıcıyı tek bir kişiye düşürene kadar eleme yapar ve bu eleme sonucunda Gökhan artık testin yegâne deneği haline gelir.
Gökhan, adım adım kendine Allah tarafından mesaj gönderildiğini öne sürene kadar uygulama başarıyla sürer. Gökhan’ın çevresine bir süre sonra çok kişi toplanır, itibarı arttıkça artar, şanı yürür. Gökhan çalıştığı torna atölyesinin sahibi Hamit ustayla anlaşamaz ve işi bırakır. Gökhan dayısından alığı borçla, öteden beri mahallede arkadaşlarıyla takıldıkları halı sahayı devralır. Bundan sonra bütün faaliyetler burada devam eder. Halı sahadaki toplantılara katılım arttıkça artar. Kubra kritik zamanlarda mahallenin elektriklerini keser, Gökhan’ın ateşli konuşmasını kahvedeki toplantıya katılanların telefonlarından, uhrevi bir sesmiş gibi servis eder. Velhasıl-ı kelam, Kubra Gökhan’ı evliya yapacak miktarda mucizeler yaratır. Semavi kullanıcı adlı torna ustası Gökhan fikirlerini harekete, hareketini de bir tür tarikata dönüştürür: Semaviler. Kubra Gökhan’a mahallesindeki, işyerindeki bazı insanlar hakkında çok hayati bilgiler verince daha önce yürümeye başlayan şanı artık koşmaya başlar. Başta halı sahayı devralarak yürüyen girişim, tüm mahalleye yayılan politik bir harekete dönüşür. Öte yandan Kubra’nın yaratıcıları bu durumu geç de olsa fark edince çok korkarlar. Gökhan’la konuşma onu ikna etme girişimleri hiçbir işe yaramaz; kontrol artık kaybolmuş, iş işten geçmiştir.
Kubra’nın yarattığı sosyal medya uygulaması nice ocakları, hayatları söndürür, hatta bir mahallenin yerle bir olmasına neden olur. Sosyal medya sadece bir ekran görüntüsü, mesaj silsilesi değil, hayatın dengelerini, yönünü, akışını değiştiren tehlikeli bir karar-alma operatörüdür. Bizler, gündelik hayatımızdaki bu hengameden sıyrılıp, sosyal medya veya internet hesaplarının yarattığı çöplüğü görsek, kim bilir ne dehşete kapılırız! Boş yere meşgul edilen hafızların terabaytlarına oturur ağlarız belki. “İnsanlık bu terabaytları güzel işlerde kullansaydı keşke” der içleniriz. Büyük veri bizi büyüler. Onunla her şeye kadir olduğumuz bir dünya kurduğumuzu sanırız. Chul-Han haklı olarak belirtir:
“Birey kendini, niceliği saptanabilir, ölçülebilir ve yönlendirilebilir bir şey olarak olumlar. Ama bir şey özgür değildir. Big data bireyin ve özgür iradenin sonunu ilan eder.” (Chul-Han, 2020).
Hepimiz internet yoluyla özgürleştiğimizi sanıyoruz ama işin aslı hiç de öyle değil. Sosyal medya hesaplarımız, e-posta adreslerimiz ile yapamayacağımız şey yok neredeyse. Her resmi kuruma sadece kimlik numaralarımızla ulaşabiliyoruz. Kâh şikâyet ediyor aklımıza geleni kâh göklere çıkarıyoruz bizi sevenleri. Şirketleri, her şeyi satın aldığımız siteleri, markaları cümle aleme rezil bile ediyoruz alimallah. Dünyanın her yerinde herkes birbirine sanal dünya ile ulaşabiliyor; daha ne istenir ki! Özgürlük internette, bağlantının olduğu her yerde. Yaşa var ol büyük veri! Sen bize demokrasi getirdin. Her dijital özne (yani biz) pek yetenekli dijital nesneyle (yani makine) beraber çalışarak parasına para, keyfine keyif katar, coştukça coşar. Bob Dylan bir zamanlar plağa okuduğu türkü gibi: Tak tak çaldım cennetin kapısını. Bundan iyi cennet mi olur allaşkına! Akıt bütün verilerini uzayın derinliklerine korkusuzca ey insancık; sen de büyük verinin bir parçasısın artık, rahatla! Hepimiz büyük verinin güller açan dallarıyız!
Ah bir de bilebilseydik, bu kadar veri nereye depolanıyor? Bilebilseydik keşke, makinelerden sildiğimizi sandığımız şeylerin aslında tümüyle ortadan kalkmadığını. Bütün zerzevatın sanal uzayın çöplüğünde bir yolunu bulup yaşamaya devam ettiğini bilebilseydik keşke. Tıpkı karbon ayak izinde olduğu gibi dijital alemdeki her hareket, her temas bir iz bırakıyor. Her adımda bir tür kayıt defteri tutuyor yapay zekâ hazretleri. Günü geldiğinde bunları bize tek tek hatırlatıyor; neler seçtik, neler aldık, neler yedik? İşte bütün bunlarla kuruluyor dünyanın sarsılmaz meta düzeni, bu muazzam veri yüküyle yaratılıyor yeni ürünlerin talebi. Cebindeki robotla aklına gelen her şeyi yapabiliyorsun (oh ne rahat) ama ücretini düzenli ödediğin sürece. Sen hiç zahmet etme ben hemen cepten bakarım, hava ve yol durumuna, o ürünün fiyatına. İnan, ıssız bir adaya düşsem, senden tek bir şey isterim, sınırsız bağlantı ve pili bitmeyen bir makine. Oh mis gibi kafamı dinlerim, acıkırsam bir şeyler ısmarlarım [pardon ıssız adadaydım değil mi?].
Bütün bunlardan ötürü hiçbirimiz hikâyenin derinliğine dalamıyoruz. Sığ sularda yüzerek, uzaktan izleyerek denizin içindeki güzellikleri göreceğimizi düşünüyoruz. Fikirler denizinde ne bir boğulmuşluğumuz ne bir kaybolmuşluğumuz var. Kafamızı daha doldurmadan onu boşaltmayı hesaplıyoruz. Belli ki söz edilen boşaltma elektronik alemin kiri pası; bu alemin alet edevatı öyle bir yük ki insanın omuzlarında, at at bitmiyor kafadakiler. Buna en iyi misal hatıralarımız, yaşadıklarımız. Onları öyle değersizleştiriyoruz ki, neredeyse hepsini, sosyal medyanın gayya kuyusuna dönmüş görsel-işitsel çöplüğüne yolluyoruz: Hatırla ki bulasın! Herkesin bagajı o kadar yüklü ki terabaytlar yetişmiyor: Allah terabaytlarımıza zeval vermesin yarabbi! Yaşanmışlıklarımız öyle değersizleşiyor ki bir daha dönüp bakmaya tenezzül bile etmiyoruz çoğu zaman.
Zaten hatırlamak da istemiyoruz [öyle] sayısız ayrıntıyı; belki kafamızdan atıp kurtulmaya çalıştığımız bu gereksiz yığın, ıvır zıvır, zibil. Dijital çağ, Benjamin’in öngörüsünün çok ötesine geçti. Artık ne fotoğraflar “biricik” ne de uzun ve kısa videolar, görüntüler, kolajlar, emojiler… Hoyrat, acımasız bu dijital çağda, daha doğrusu teşhiriyet ve de meşhuriyet çağında, hepimiz kendimizi sergilemek, el aleme faş etmek için yanıp tutuşmuyor muyuz? Ne yedim ne okudum ne izledim, kimlerle birlikteydim? “Allah’ım ne itibarlı ne sevilen birisiyim ben!”.
Ah boşuna her şey güzel kardeşim; bugün meşhursun fakat, değil bir gün bir dakika sonra kimse hatırlamaz seni: Demans çağı! Değersiz dünyanın değer dokusu yırtılınca, söküldüğü yerden makinelerle dikilmiyor maalesef. İnsanlığı, doğayı, canı hatırladıkça, sevdikçe, yıllarca biriktiriyorsun bu serveti ama bir klavye dokunuşuyla da salisesinde harcıyorsun, çok yazık! Denizin dalgalarıyla yalayıp geçtiği kumlara, kumsala yazılanlar gibi sosyal medyanın hafızası. Hastalığın çaresi hastalıktan da beter: Unutmamak için binbir telaşla depo ettikçe bir yerlere binlerce malumatı hem o yerleri unutuyoruz ardıç kuşu misali hem de onca zibili, tozu toprağı tıkacak yer bulamıyoruz. Aynı hızla hafızamızı emanet ettiğimiz işlemciler çöktükçe, bir de bakmışız ki biz de çöküyoruz; hayat, yongaların arasında öylece akıp gidiyor işte. Halbuki hiç unutmamak değil derdimiz, en azından yaşadıklarımıza bir değer vermek için hatırlamak; bütün bunlardan bir şeyler öğrenmek, yaşadığımızı anlamak için belki. Hatırlamak, hatırlanmak için daha çok terabayt ama aynı hızda unutarak! [sizleri en terabayt duygularımla selamlıyorum!] Anlayamıyor ki hiçbir hayat baytlara sığmayacak geniş, onlara sığdırılmayacak kadar neşe, hüzün ve ruhla kaplı. Belki bu yüzden sanat var; yaratıcı düşünce/düşünme bütün dünyayı anlatıyor, sorguluyor bu dertlerle. Hala neden Dostoyevski okuyoruz misal bu dijital çağda? Yüzyıllar önce yapılmış bir heykele, binalara, resme, mozaiğe, ikonaya, tasvire vb. neden hayran hayran bakıyoruz? Bırakın yüzyılları, on yıllar öncesine, 1970’li yıllara olan ilgimiz nereden geliyor? Sadece geçmişe özlem mi? Yoksa elimizden kayıp giden değerlerimiz mi?
İnsanların, anlık iletiler, haberler, resimler, fotoğraflar, videolar ile birbirini sürekli taciz ettiği yeni binyıl çeyreğinde, oturup sakin sakin kitap okuyan, bu da yetmezmiş gibi bir de okuduklarından notlar alan insan, doğada soyu tükenmiş bir canlı türü gibi… Cervantes’in meşhur kahramanı La Manchalı Asilzade Don Quijote (Don Kişot) 17. yüzyılda, kitap okuduğu için deli muamelesi görüyordu ya yüzyıllar sonra bizler? 21. yüzyılda baya baya çatlak muamelesi görüyoruz, ciddi ciddi kitap okuduğumuz için. Okuma, okudukları üzerine düşünme, notlar alma gibi demode, arkaik faaliyetler, hiper hızlı yeni insan türü için hangi araçla yapılırsa yapılsın zuldür. Kes/yapıştır ve hatta “çal, çırp hiç zararı yok” çağında insan, aklına, intihali (aşırma) getirebilir ama alimallah intiharı haşa getirmemelidir. İntihara ne gerek var canım, çal gitsin. Hem bilgi toplumsal değil mi; ha sen yazmışsın ha ben. Her şeyin hazır yapılmışı varken, yeni bir şey yapmanın ne anlamı var allaşkına? İnsanlar, YouTube’dan diploma alsalar derhal mezun olacak durumda şu an! Gelsin her şey hakkında her şey. Sayısız videolar, görüntüler, parçalar. Tasarlama, yaratma davranışları tamamen terk edilmiş sanki. Az sayıda tasarımcının yarattığı kalıpların sayısız versiyonu dönüp dolaşıyor sonsuz alemde. Yeni fikirler yaratmak, üretici alanı genişletmek yerine eski tartışmaları servis etmekle yetinen, verimsiz bir kitle yaratıyoruz hiç farkına varmadan. Sonra takılmış plak misali hep aynı şarkı: Eğitim şart! Yeni fikirler, yeni eylemlerle biraz çalışmayı gerektirdiğinden, düşünme tembeli kitle hiç buna meyilli olmamış öteden beri. Üstelik emek verenleri de kendilerini sabote etmekle suçlamışlar. Ama bütün bunlar beyhude; neden mi? Şundan, insan hem kendi türü hem de doğadaki tüm türlerle kolektif bir yaşam kurmak dışında hiçbir şansa sahip değil. Biz hayatı kolaylaşıyor sanırken, sermayenin boyunduruğundaki dünya teknolojiyle daha da ağırlaşıyor, taşınmaz hale geliyor. Obez dünya, sermayenin kahrıyla, gamdan, kederden şiştikçe şişiyor.
Yeni olan her şey her zaman iyi değildir belki ama yeni ve genç enerji, bilinci besler. Bazen yıkar bazen yapar, en azından “şimdi”yi, “bugün”ü yaratır, ona referans verir; bu yüzden enerjiktir, canlı tutar insanı. Ama kanonik ve kadim olan da yaşama anlam katar, onu biçimlendirdiği gibi onu besler, derinleştirir. Yüzyıllar, sadece bir zaman ölçüsüdür. Ölçülemeyen şey, insanın, toplumun dünyadaki, doğadaki değeri veya değersizliğidir; akıp giden hayatın değeri. Milyonlarca elektronik devrenin, kablonun, kablosuz mimarinin sürüklediği değersizleşen hayat. Arama motorları hızlandıkça, dünyayı fethedeceğimizi düşündüğümüz, daha marifetli cihazlarla, yetenekli robotlarla gittikçe teslim olduğumuz bir dünya bu. İnsanın muhakeme gücünden, yaratıcı zekasından vazgeçmesi değil yaşadıklarımız; bütün bu duygularını, sözüm ona hayatı kolaylaştırmak için makineye devretmesi. Teknolojinin bir yeddi emini yok ki oturup dertlerimizi müzakere edelim, üzerimizdeki haczi kaldıralım.
K A Y N A K L A R
Benjamin, W. (1995). Pasajlar. (A. Cemal Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Chul-Han, B. (2019). Psikopolitika. (H. Barışcan Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Kum, A. (2020). Kübra. İstanbul: April Yayıncılık.
Özalp, E. (2020). Gençlerle Baş Başa Yapay Zekâ. İstanbul: Yordam Kitap.