İkinci Yeni şairleri arasında bitmeyen şike anlaşması vardır. (…) Bu şike takımı Kemal Özer’in İkinci Yeni sürecinde yazdıklarına dair fazla bir şey demezler, onlara sorsan İkinci Yeni içinde Kemal Özer gibi bir şair yoktur. Tuhaf bir bütünlük algısı ve gerçeklik yitimidir bu.
İkinci Yeni’yi iki bakış açısıyla anlatmaya çalışacağım. Birincisi Cemal Süreya’nın günlüğünde Kemal Özer hakkında yazdıkları; ikincisi ise Doğan Hızlan’ın Kemal Özer’e dair yorumu.
“Azimkar Sokak – 13, Aksaray: 1957’de, Kemal Özer’in adresi böyleydi. Aradan yirmi yedi yıl geçtiği halde aklımda kalmış, o yıllarda belleğim çok sağlamdı. Bugün çok kişiye göre yine sağlamdır ama, eski durum yok artık. Adresleri, telefon numaralarını bir yere yazma gereğini duymazdım. Belki de tanıdığım kişilerin, bildiğim adreslerin, telefon numaralarının o günlerde daha az oluşundandı bu. Ne olursa olsun, bellek zamanla zayıflayınca, yükünü çekememeye başlayınca, bu kez kişi bir şeyi not etme alışkanlığı ediniyor. Notlar başlayınca da, bellek ayrıca bir körelme sürecine giriyor.
‘Belleğim ey incelikli kadırga’
Kemal Özer’in Düşün dergisinin Ekim 1984 tarihli sayısındaki şiirinde bir sıcaklık buldum. Öyle çok özgün bir şiir diyemem. Ama, nasıl anlatmalı, bir dolaysızlık var. Kemal Özer’ de bir tazelemenin ilk salkısı gibi geldi bana. Gerisini bekleten hiçbir şiir yabana atılamaz. İsmail Uyaroğlu’na da okudum. O da aynı kanıda olduğunu söyledi. Kemal, sanki, kişisel bir yol ayrımında, şiirinin iki ayrı evresini bir kavşağa getiriyor. Şattülarap tadı var bu şiirde.
Kemal Özer, kendisi de bilmez belki, son yıllarda ‘Soğuk Şiir’in (Poesie froide) Türkiye’ deki temsilcisi gibiydi. Soğuk diyorsam, sıcağın karşıtı soğuk değil buradaki. Soğuk şiir, 1973’te, dört Marksçı şairin (Jean-Christophe Bailly, Serge Sautreau, Yves Buni, Andre Velter) kurduğu bir akım: Gerçeği çırılçıplak, soğuk bir katılıkla ele alır, her türlü retorikten kaçar ve güncel siyasal konular içinde devinir.
Kemal Özer’in güncel’i ve siyasal’ı birleştirmek isteyen şiiri de bu planda göründü. Yine de, onda doğrudan siyasal konu değil, siyasal katsayısı artabilecek hayat görünümleri öndeydi…
Hey Kemal, hey! İşte şimdi başladın ‘yaşamı savunmaya’, daha doğrusu yaşamla altüst olmaya!” (1)
Bu değerlendirme, Cemal Süreya’nın “Günler” isimli günce kitabından. Kemal Özer’e dair değerlendirmesinde Cemal Süreya’nın ukalalıkları görünüyor. Küçümsemesi ve ukalalığının bir yanı şöyle “kendisi de bilmez belki“. Bu yorum bir anlamda kibarlık içinde, yaptığı ukalalıktır. Bahsettiği şairlerin ise Türkçe doğru dürüst kitapları bile yok. Böylece Fransız edebiyatını hâlâ takip ettiğini bize göstermek istiyor. İşin diğer yanı ise Fransa emperyalist kapitalist gelişkinliği yüksek bir ülke. Türkiye ise sömürge bir ülke, kapitalizm yeni yeni oturuyor. Ayrı iki edebiyatı özdeşleştirmeye çalışıyor.
Estetikte hiç karşılığı olmayan bir kavramda atıyor ortaya “soğuk şiir”. Bir tane örnek verse sayfasından, doğru söylüyor Cemal Süreya diyeceğiz. Ne yazık ki her zaman sanatını siyasal mücadele dışında tutan Cemal Süreya ve çevresindeki İkinci Yeni tayfası, her zaman Toplumcu Gerçekçileri küçük burjuva bir huyla hep küçümsemişler. Ne demek “‘yaşamı savunmaya’ daha doğrusu yaşamla altüst olmaya“. Ben de tersten soruyorum. Ne zaman yaşamı savundun, Cemal Süreya. Üstte söylediğin soğuk şiir söylemini de şimdilik bir köşeye bırakalım. Bu yazıdan da anlaşılıyor, şiire dair yazmak her zaman Cemal Süreya için bol bol saygısızlık, ukalalık yapmak olduğu gibi trafik polisliği de yapmaktır. İsteyenler kitaplarına bakabilir, böyle onlarca örnek vardır.
Kemal Özer’in şiirini anlatırken bir çeşit ukalalıkla, garip metaforlar kullanıyor Cemal Süreya. Gerçi çoğu yazısında bu tarz ne demek istediğini karmaşıklaştıran metaforlar çok. “Bir tazelemenin ilk salkısı”, “Şattülarap tadı var”, ”Soğuk şiirin” aslında bu metaforların hiçbiri anlatmak istediği şiiri tam karşılamıyor. Fakat bu tarz estetikte olmayan metaforlarla Kemal Özer’in şiirini anlatmaya çalışıyor. Bu tarzın daha çok gösterişe, yani dandy’liğe dayanan dilin şaşırtıcı ve şok etme üzerine kurulduğunu unutmamak lazım. Bu dil daha çok işporta pazarında bir malı satmaya çalışan pazarcının dilidir. Gerçekten de gazetelerin kitap ekleri bu dilde yazan işportacılarla doludur. Reklam ve tanıtım dili olan bu dil estetik nesneyi özelliklerinden kopartır.
Bu hamlığı farklı şekilde Doğan Hızlan şöyle devam ettiriyor. Aslında tipik bir sanatçıya dair küçük burjuva bakıştır bu. Necati Güngör’den bu alıntıyı aldım. Bir şaka şeklinde anlatım diyor buna Necati Güngör. Bende bu şakayla yaşam biçimlerinin tartışıldığını düşünüyor. Bir yanıyla yaşamı savunan hayatın her yerinde mücadele içinde diğer yanda sabah akşam burjuva yaşam tarzının nimetleriyle var olurken devrimci aydınları küçümsemek.
“KEMAL ÖZER İŞTEN ÇIKMIŞ EVİNE DÖNÜYORDU…
Doğan Hızlan ile Kemal Özer’i arıyorduk… O yıllarda “Cumhuriyet” gazetesinde çalıştığı için, önce oradan aradım. Gazeteden, “çıktı” dediler.
Hızlan, “Evinden arayalım” dedi. “Kemal’in gece hayatı yok; evine gitmiştir!”
Kadıköy’deki evine telefon açtım.
Telefona eşi çıktı: “Kemal evde yok.” dedi. “Gazeteden arayın.”
“Efendim gazeteden aradık, çıktığını söylediler.”
Bayan Özer: “Öyleyse şimdi vapurdadır. Gelince söylerim, sizi arar.”
Telefonu kapattıktan sonra, Kemal Özer’in vapurda, evine gitmekte olduğu bilgisini ilettim Doğan Hızlan’a.
Üstat muzipçe güldü: “Bak,” dedi. “Kemal neden büyük şair olamadı, anla!”
Sözünü tamamlasın diye merakla baktım yüzüne. Hızlan sözünü bağladı:
“Karısı, hangi saatte nerede olduğunu biliyor!”
Büyük şairliği bir yaşam biçimi olarak görmek ve işle ev arası yaşayanların büyük şair olamayacağını söylemek tipik bir burjuva söylemidir. Genel olarak İkinci Yeniciler ve burjuva edebiyatçıları sanatçının yaşamını bir snobun (züppe, lümpen) yaşamı olarak görürler. Frankfurt Okulu ve bazı psikoloji kuramlarıyla hareket edenler ise büyük sanatçıyı melankolik olarak gösterirler. Melankolik olmayan büyük sanatçı olamaz bunlara göre. Bunun yanında üsteki söylemin bir yanı ise hayatın içinde olmakla, hayatın içinde olmamakla ilgili bir söylem. Şimdi soru şu, Kemal Özer büyük sanatçı değil mi? Kemal Özer ne kadar hayatın dışında? Burjuva edebiyatının merkezinde olan İkinci Yeniciler ne kadar hayatın içindeler?
Yine devam edelim. İkinci Yeni şairleri arasında bitmeyen şike anlaşması vardır. Övgü ve methiyeyi kendilerine yaparken yergi ve küçümsemeyi diğer edebiyatçılara uygularlar. Onlara göre dünya kendi merkezlerine dönüyordur, dünyada başka şair edebiyatçı yoktur. İlhan Berk-Enis Batur mektuplaşmalarına bir bakın, kendi aralarında yazışmalarına. Dünyadan kopuk ama dünyanın merkezinde kendileri varmış gibi bir ruh haliyle yazarlar. Sınıfsal mücadeleyi ve sınıf bilinciyle yazan edebiyatçıları küçümseyerek. Bunun karşılığı, snopluk (züppelik), lümpenliktir. Bu şike takımı Kemal Özer’in İkinci Yeni sürecinde yazdıklarına dair fazla bir şey demezler, onlara sorsan İkinci Yeni içinde Kemal Özer gibi bir şair yoktur. Tuhaf bir bütünlük algısı ve gerçeklik yitimidir bu. Dünyanın sadece kendi merkezlerinde döndüğünü sanmaktır.
Kemal Özer’in İkinci Yeni sürecinde yazdığı şiirler, rahatlıkla diyebiliriz ki İkinci Yeni sürecinin en güzel şiirleridir. Yani İkinci Yenicilerin yapmak istediklerini şiir olarak ortaya koyma anlamında. Günümüzde her eleştirmen İkinci Yeni’nin temel özelliğini imgeyi yeniden kurmak olarak söyler. Bütün söylenenlerin dışında İkinci Yeni şiiriyle imgenin öne çıkmasını belirtirler. Şimdi ben imge anlamında birkaç örnek vereceğim Kemal Özer’den.
“toprağa düşer gibi en güzel gülü kanın
Bir tükenmez bıçaktır sırtımın ortasında”
“annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında“
“vurmuş bir kere en yalın ayaklarına
sokaklar nasıl vurmuşsa en yavuz zinciri”
“ayaklarımın ucunda ölü bir yaz
kanatlarını kaldırmayan kuşlar gibi”
“ardında kaldığımız eski dalgın bir gemi
serüveni günlerce sürüp giden bir korsan”
Gerçekten de İkinci Yeni ile birlikte imgenin yeniden kuruluşunu görürüz. Fakat genel olarak İkinci Yeni şairleri imgenin simgeyle ilişkisini kopartmış, imgeyi şiirin merkezine yerleştirmişlerdir. Kemal Özer bu yanılsamayı pek yaşamamıştır diyebiliriz. Nasıl ki Divan Edebiyatı dizeyi merkeze koymuşsa İkinci Yeniciler de imgeyi öne çıkarmıştır. Bu yüzden dizeleri birbirinden kopuk, bütünlüğü olmayan şiirler çoktur. Bunun yanında çoğu İkinci Yeni şairinin şiiri doldurma hissi yaratsa da kullanılan fazla sözcüklerden dolayı, bu hissi Kemal Özer’in şiirlerinde pek göremeyiz. Bunun nedeni ise Kemal Özer’in, şiirde bir anlam yaratma sorununu hiçbir zaman bırakmamasıdır. İmge ancak bir simgeyle var olabilir. Kemal Özer’in sonradan Toplumcu Gerçekçi şiire geçişinde bu bakışının önemli yanı vardır.
İkinci Yeniciler genel itibariyle bir reddiye üzerinden hareket ederken, kendinden önce var olan şiire dair pek düşünmeden hareket etmişlerdir. İkinci Yeniciler Fransız şiir geleneğinden, sürrealistlerden, dadacılardan yoğun bir şekilde etkilenirken, Kemal Özer’den böyle bir etkiden söz edebilmenin imkânı yok. Kemal Özer daha çok ülke şiir geleneğiyle iç içe. Şiirlerine dikkatli baktığımızda Behçet Necatigil etkisini rahatlıkla görebiliriz. Necatigil’in o kötümser ve fazla beklentisi olmayan sıradan, hüzünlü insanların şiirinin etkisini Kemal Özer’de görürüz. Kemal Özer’in şiirinde yer yer Cemal Süreya’da sırıtan şımarık bir edaya rastlamayız. İçinde hüzünle yaşayan, yaşadığı yeri bilen, bu yeri aşmak için düşünen bir insanla karşılaşırız. En önemlisi toplumu, toplumsallığı dert etmiş bir insan. Toplumu, toplumsallığı dert eden bu eda, ona Sait Faik ve Behçet Necatigil’den miras kalmıştır.
Kemal Özer İkinci Yeni şiirinin çoğu özelliğini, İkinci Yeni sürecinde yazdığı kendi şiiriyle de devam ettirmiştir. Bunlardan bir özellik bir ara bana dediği bir özelliktir. 2000’lerde TÜYAP kitap fuarında kendi standı olan Yordam Yayınları’nda dururken, sormuştum ona, “Hocam nedir bu İkinci Yeni şiiri?” diye. O da “Jesttir İsmet, hep jest.” dedi. Gerçekten de İkinci Yeni şiiri jest veya şok etme üzerine kuruludur. İmge bir gösteriş budalalığına dönüşür. Bu durum İkinci Yeni şairlerinin şiirlerinde görülür. Şaşırtıcı olmak, dilin gösteriş mekanizmasına indirgenmesi, jestlenmesi ve şok edici özelliği şiirlerinin genel özelliğidir. Aslında bu imgenin tamamıyla şiirde egemen olması, şiiri var eden çoğu temel özelliğin dışarı atılmasıyla ilgilidir. Artık dilin bir gösteriye dönmesi, sadece şiirde şaşırtıcı bir mekanizma olmasına sebep olur. Oysa şiiri var eden simge, ezgi (müzik) yok olur. Dil şaşırtıcı, jestsel söylemin aracına dönüşür. Şimdi Kemal Özer’in şiirinden bazı örnekler vereyim. Sorunu daha iyi anlayalım diye.
“Keser gibi ortasından yatırıp sıcağı”
“bu da kan portakalı işte iskenderun’da
Onunla ayakta duruyor adamın bir yanı”
“büyükbabam eski bir adam kapı da şu kadarcık”
Anı şiirine bakalım.
“ANI
atılmış bir kağıt üstünde değil yüzleriniz
saklanmış bir kağıt üstünde
saygıyla dörde katlı.”
İmgenin bu kadar önemsenmesi şiirle toplum arasındaki uçurumun açılmasına neden olur. İkinci Yeni için şiir bu anlamda sadece dil oyununa döner. İkinci Yenicilerin etkilendiği Dada ve Sürrealist hareketlerde imgenin bu kadar gösteriş organına dönüşmesini, dilin bu kadar imgeleşerek bir jest organı olarak kullanılmasını pek görmeyiz. Onlar daha çok şiirde dilin bir ideolojik aygıt olarak kullanılmasının olanaklarına saldırırlar. Aynı zamanda kapitalizm ile dil arasındaki ilişkinin dilde yok etmeye çalışırlar. Aynı sorunu İkinci Yeni şiirinde göremeyiz. Çünkü dilin bir ideolojik aygıt olduğunu İkinci Yenicileri sezemediğini ya da sezmelerinin imkânsız olduğunu bilmemiz lazım. Onlar için şiir bir gösteriş yapma yeridir. Bu yüzden şiiri toplumsal olay ve olgulardan kopartarak magazinleştirirler. Bir anlamda şiirleri kapitalizmle ortaya çıkan bir dandy (snop, züppe, gösteriş budalaları) şiiridir.
“Elini tutmadı onların da hiç kimse/kelimelerden başka”
Kemal Özer’in ilk şiir kitabı Gül Yordamı bu dizelerle başlar. Kelimelerden başka dayanağı olamadıklarını gösterdiği gibi bu şiir, şairle toplum arasındaki uzaklığı da gösterir. Gerçekten korkunç bir uzaklık ve yabancılaşmadır bu. Onların tek oyuncakları dilin yapı taşı olan kelimelerdir. Cemal Süreya’nın dediği “şiir geldi kelimeye dayandı” şiirde dilin yeni olanakların kullanımına bir işaret gibi görünse de diğer yandan bir yabancılaşmaya işaret eder. Bu yabancılaşmanın en önemli ayağı dilin bir ideolojik aygıt olarak görememeleridir. Böyle olunca kelimeye dayandı dedikleri şiir, kelimenin felsefi içlem ve kaplamını sorgulamanın yollarını da kapatır. Gerçekten de İkinci Yeni şiirinde, felsefeyle şiir arasındaki ilişkiye dair tek bir satır yazı göremeyiz. Bu anlamda dilin olanaklarını şiire dayattığını düşündüğümüz İkinci Yenicilerin, şiiri ve dili bir felsefi olanak olarak görmediklerini de görürüz. Bu anlamda şiir işçiliği, bir gösteriş budalalığına (dandy) dönüşür.
Kemal Özer İkinci Yeni şairlerinden daha çok Cemal Süreya’dan etkilenmiştir. Şiirlerine dikkatli bakınca bu durumu rahatça görürüz. Bu farkındalık sadece yakın imge kullanımları tarzında değil, aynı zamanda ortak duygu katmanlarının kullanımda da görürüz. Birkaç imgeyle örnek verelim Kemal Özer şiirinden.
“onun gözleri böyle karanlık
Onun gözleri bitmek bilmiyor”
“kırmızı bir ışıktır bizim öpüşlerimiz”
“kırmızı bir ışıktır aydınlatan kanı”
Gerçekten de İkinci Yeni içinde şok edici jeste dayalı imgenin kurucusudur Cemal Süreya. Bu anlamda imgenin, simgeden, müzikten bir adım ilerisi olan yaşam ve şiir arasındaki ilişkinin kopuşunu sağlamıştır. En önemlisi şiirle felsefe arasındaki ilişkinin yok edilmesini sağlarken, şiirin en önemli yapı taşı olan dilin bir ideolojik aygıt olduğunu görememesidir.
Genel olarak sanatsal eylem özgürleşmekle iç içedir. Çoğu sanatçı edebiyat üretimi yaparken bu üretimle birlikte kendi kişiliğinin oluşmasını özdeşleştirir. Sanat eserinde kişilik oluşturmakla kendi kişiliğini oluşturmak arasında paralellik görür. 1950’lerdeki sanatçılarda yoğun görünen bir özelliktir bu. Yazmak bireysel bağımsızlığını kazanmakla özgürleşmekle iç içedir. Siyasal mücadelenin yoğun yaşanmadığı bu günlerde, özgürleşmenin aracı olarak sanat eylemliliği görülür. Kemal Özer’de yazmakla özgürleşmenin iç içe olduğunu görüyor. Bunun yanında şiirde kişilik oluşturmakla kendi şiirinde kişilik oluşturmanın arasında paralellik kuruyordu. Süreç içinde kendi özgürleşmesi ile toplumsal özgürlük arasındaki bağı da görecektir. Fakat çoğu İkinci Yenici için yazmak bireysel bağımsızlığını kazanmakla iç içedir. Bunun yanında edebiyatın etkili olması ve yazanın kısa sürede ünlenmesi bu sürecin özelliklerinden biriydi. Yazmakla ünlenmek ve bireysel bağımsızlığı kazanmak çoğu insanın önemli talebiydi. Bu özgürleşme sorunu dışında sanatla bireysel bağımsızlaşma İkinci Yenicilerin genel ruh haliydi. İşte bu dandy kültürü bu bireysel bağımsızlaşma kültürü üzerine oturur. İkinci Yenicileri bu kültürden kopardığımız an onları anlayamayız.
Süreç içinde burjuva kültürü olan dandy’liği toplumun içinde egemen olmasına neden olur. Seksen sonrası toplumsal muhalefetin düşüşüyle İkinci Yeni kültürü olan dandy’liğin sanat alanında egemen olduğunu görürüz. Bu anlamda Kemal Özer sanat eserinde kişilik oluşturmakla kendi kişiliğini oluşturmak arasında paralellik görüyordu. Bu onun süreç içinde sınıf şiirine geçeceği için, içinde taşıdığı en önemli çelişkiydi. Kemal Özer şiirini ve sanat eylemliğini bireysel bağımsızlıktan çıkaran toplumsal özgürleşmeye götüren yanda buydu.
Şimdi Kemal Özer’in ilk şiir kitabı Gül Yordamı kitabından Seni Anmakla Artıyorum şiirine bakalım.
“SENİ ANMAKLA ARTIYORUM
korkak değilim umutsuz değilim bundan böyle
değiştirdim sana yaraşmayan günlerimi verdiklerinle
sana yaraşmayan ne varsa bir bir çıkarıp attım
yeller esiyor şimdi o büyük karanlığımın yerinde
geldin kutsal bildiklerimi yeniden tanımladın
ülkemi bir bakışta bağladın güzelliğine
en varılmaz yerlere vardırdın ellerimi
en gizli denizleri açtın gemilerime
sensin artık adı bir dönülmezliği çağıran
kelimeleri ölümsüz kılan şiir“
Bu şiir bir çeşit bir evrensel çağrı, bildiri gibidir. Şiirde İkinci Yeni şiirini hatırlatan biçimsel özellik bulunmaz. Kemal Özer 1970’lerde kopuşla birlikte yazdığın yalın şiirlerin bütün özelliklerini taşır. Bu süreçteki şiirlerinin bir manifesto özelliği taşıması çok görünen durumdur. Bu şiirde Kemal Özer’in şiir anlayışını ve dünyaya bakışını göstermesi acısından bir manifesto özelliği taşır. İşte bu 1956 veya 57’lerde yazdığı şiir onun süreç içinde şekillenecek şiir anlayışını göstermesi anlamında başat bir şiiridir. İkinci Yeni’den kopuşla bu şiir arasında her zaman bir bağ kurmak lazım. Tabi ki kopuş bir sorgulanma sürecidir ama bunun tek tek nüveleri ilk şiir kitabında yer alıyordur. Bu şiire gerçekçi şiirin nüvelerini de taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Şimdi bir başka şiirine bakalım. Yine ilk şiir kitabı Gül Yordamı’ndan.
“AĞIT
annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik bir kadın
üsküdar’la istanbul arasında
babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının
akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği“
İkinci Yeni şairlerinin bazı klasikleşmiş şiirleri vardır. Hem biçimsel özelliği hem işaret ettiği duygu yoğunluğu ile takip edilmiş yol göstermiş şiirler. Bu şiire de İkinci Yeni şairleri içinden Kemal Özer’in klasikleşmiş şiiri diyebiliriz. Bunun yanında İkinci Yeni sürecinde imgenin yeniden kuruluşuna öncülük edebilecek bir şiir. İkini Yeniciler bu şiirde Kemal Özer’in yapmak istediğini sezebilselerdi ya da eleştirmenler bu şiiri öne çıkartırken veya çıkarsalardı İkinci Yeni şiir geleneği daha geniş bir bakışa sahip olabilirdi. Bu şiirin birinci özelliği çoğu İkinci Yeni şiirinde görünmeyen bir özelliktir. İkinci Yeni şiirinin rastlantıya dönüşmesinin ve estetik haz taşımamasının temel nedeni imgeyle simge arasında temel bağın olmamasıdır veya kopartılmasıdır. Bu şiir bu anlamda imgeyle simge arasında muhteşem bir diyalektik bağ kurar. Dize genel olarak bir bütünlüğe ve simgeye yönelir. İkinci Yeni tarzı düşük dizeler ve cümle yapılarıyla oynama olsa da amaç daha çok simgenin ortaya çıkarılmasıdır. Bu anlamda dil dışa açılan derdi olan bir dildir. Dilin gösteri anlamında kullanılışını hissetsek te, bunun bir şovdan daha çok işaret ettiği simgenin toplumsal karşılığı önemlidir. En önemlisi sorun yazarın dışında olan bir sorundur. Annesini anlatıyordur. Annesi üzerinden kadınları. İkinci Yeni şiirinde çok görünen öznel bir şiir değildir. Direk topluma yönelen bir şiirdir. Kemal Özer’in 70’lerden sonra yazdığı şiirlerin ideolojik bakışı bir anlamda bu şiirin içindedir.
Şimdi bir durumdan bahsedeyim hem Kemal Özer’i ve şiir geleneğini hem de diğer şairleri anlamak için. İlhan Berk bir yazısında şöyle der, ben şiiri yazarım gerisine bakmam. Aslında bu tarz düşünen çok şair yazar vardır. Yahya Kemal veya Ahmet Arif misali dizeyi pırlanta gibi işlemek için uzun bu süre o şiirle iç içe yaşamakla ilgili biraz da bu durum. Fakat buradaki temel sorun şiirin yazılan bir şey olduğuna inanmakla ilgili. Şiir yaşayan bir unsur değildir veya şiirin yaşaması veya varlığı şairin dışına atılır. Modern şiir, şiiri yaşamın dışına atar, bu ise şiiri insansızlaştırmanın bir yoludur. Şair der ki, ben yazdım oldu. İster kabul et ister kabul etme. Eski şiir yaşayan bir şiirdi, sürekli söyleme üzerinden şekillenirdi. Şiirin dokusunu söyleme belirlerdi. Oysa yeni şiirin dokusunu yazma belirler. Bu anlamda Kemal Özer bilinen anlamda eski ozan geleneğine bağlıdır. O bu durumu yetkin bir şekilde bilince çıkartmasa da. Bu anlamda her şiir üzerine düşünür Kemal Özer, yazdığı her şiirle kendi arasında bir bağ kurar. Şiir kendi kişiliğinin bir parçası, hayatının bir görünümü ve özgürleşmesinin aracıdır. Yazdığı her şiir onun kendi kişiliğinin oluşmasının temel ayaklarıdır. Şiir bir çeşit yolunu kaybetmemek için yola bıraktığı ekmek parçalarıdır.
İkinci Yenicilerin çoğunda böyle şiir ve yaşam bağı göremeyiz. Şiiri sorgulama yaşamı, yaşamını sorgulamaya dönüşmüştür. Kemal Özer her zaman şiiriyle iç içe yaşar. 1950 ile 1956 arasında yazdığı çoğu şiiri yırtıp atmıştır Kemal Özer. Kendi tarihi kendi yaşanmışlığını hissetmediği için. Bunun yanında İkinci Yeni sürecindeki şiirlerinin bir iç sıkıntıyla yazıldığını o süreçte de görmüştür. Bu süreçteki şiirlerin kendi şiiri olmadığına dair hissi şiirlerinde hissettirir. Sonradan kaleme aldığı yazılarda da bu durumdan çok bahseder. Kemal Özer’in İkinci Yeni’den kopuşunu sağlayan bir yanda işte bu iç sıkıntısının veya bulantının sanatçı davranışı olmadığını o süreçte de görmesidir. Oysa bu durumu çoğu İkinci Yeni şairi görmemiştir. Gerçi hala çoğu İkinci Yeni şairi bir bulantının içinde yaşadığının farkında bile değildir. Bunun en önemli nedeni şiir sanatıyla kendi yaşamları arasındaki bağı koparmalarıdır. Oysa şiir sanatına sahicilik katan sanatçının dönüşümünü sağlayan temel olgu budur. Kendi yaşamımız şiire aittir, şiir yaşamımızdır.
Şimdi Kemal Özer’in 1980’lerden sonra yazdığı bir şiire bakalım.
“DİLSİZ ÖFKE
Yaya geçitinde bir Ağustos sabahı
bekliyoruz insafa gelsin de araçlar
gecelim karşıki kaldırıma.
Yaya geçitinde bir Ağustos sabahı
bekliyoruz ilk adımı atsın da biri
yürüyelim hepimiz arkasından.
Beklediğimiz oluyor sonunda işte
gözüpek bir adam
atıyor kendini araçların önüne.
Hem yürüyor, hem bağırıyor öfkeyle
sesi var ama sözcükleri yok
anlamıyoruz ne dediğini.
Anlamıyoruz, araçlar karşı mı,
Söyleyecek sözü olup da
Susanlara karşı mı bu dilsiz öfke.“
Kemal Özer’in bu tarz gözleme dair şiirleri çoktur. Diyebiliriz ki, toplumu gözlemekle kendini gözlemek iç içedir. Sorgulama kültürüyle gelişir bu gözleme kültürü. Kemal Özer şiirinin estetik hazları bu iç sorgulanmalar ve toplumsal gözleme dayanır. Şiirinin güncelliğini de belirleyen bu gözlemlerdir. Bu gözlem yetisi ve iç sorgulamalar İkinci Yeni şairlerinde nadir görülen bir durumdur. Bu şiirlerin bir diğer özelliği ise özne, topluma yönelerek topluma katılarak kendini değiştirir toplumsallaştırır. Toplumcu gerçekçi şiirin önemli özelliğidir bu. Bu gözlemler birkaç örnek vermek lazım. İsa Çelik’in fotoğraflarına bakarak şiirler yazması Kemal Özer’in yetkin gözlem gücünü gösterir. Bunun yanında Kemal Özer bir kaza geçirir, bu kazadan sonra bostan değneğiyle gezer. İyileştikten sonra da bostanla gezmeye devam eder. Neden bostanla gezdiğini soranlara, bu asanın sihirli gücü var, der. Benim yaşlılığımdan dolayı bana yer vermeyenler. Bu bostan saygı göstererek yer veriyor, der.
Son olarak Cemal Süreya, “Şiir geldi kelimeye dayandı.” der. Kemal Özer ise “Şiir geldi yükümlülüğe, sorumluluğa dayandı.” der. Bu bir anlamda işçi sınıfı şairin ona göre temel özelliğidir. Bu durumun İkinci Yeni’den köklü bir kopuş olduğunu söylemeye gerek yok artık. Bu kopuşu çok iyi gösteren bir şiiriyle yazımı kapatayım.
“ÜZGÜNÜM AMA ÖVÜNÜYORUM
Bunca geç kaldığıma üzgünüm
bulanıklıktan sıyırıp yaşamı
açmakta çalışkan ellere.
Bu sizin demekte, kavrayın sımsıkı,
sahip çıkmak gerekir en önce.
Alında biriken tere sahip çıkmak,
yorgunluğun ardından beliren türküye.
Kavga mı ediyorlar, bilsinler,
niçin ettiklerini ve kiminle.
Gelecek günlerin bilinci
su versin ateşteki çeliğe.
Üzgünüm, insanın dağılan yüreğini
bir dizeyle birleştirmek için
bunca geç kaldığına şiirlerimin.
Ama övünüyorum gene de kardeşler,
kavgaya girmekte geciksem bile
yanınızda olacağım yaratırken zaferi.“
(1) Günler, Cemal Süreya, YKY 7. baskı, s. 14