İmgenin diyalektiği ya da diyalektik imge, imgelerin bağlamından kopuk, kendilerine özgü bir gerçeklikleri olduğu savını tam cepheden reddeder. İmge karmaşık bir süreci imlerken başlangıçta sezgiseldir ama bu dünyanın gerçekliğinin üzerinde görünenin arka planını sunmaya çalışırken ayakları yerden kesilmez.
İlkel toplumlularda günlük hayatın zorlukları bireyin algılama biçimlerini sınırlar. Doğayı bilişsel olarak çözümleyemeyen insan, bilinmezliğin içinde düştüğü şaşkınlıkla çeşitli korkularını bastırmak için arayışlara girer. İnsanlaşma macerasındaki insan; varoluşundan yaşadığı ana kadar, doğa-insan çatışmasından kaynaklı yoğun gerilimle tanımlayamadığı şeylere karşı tanımlayamadığı şeylerden medet umarak yaşadığı kaygıyı hafifletecek şeyleri tahayyül eder. Bu başka bir boyuta geçiş hamlesi, toplumları günümüze kadar etkileyecek sistemlerin altyapısını oluşturacaktır.
Zamanla bu arayışın ürünleri toplumla ortaklaşarak gelecek kuşaklara aktarılacak normlar dizgesine dönüşür. Modern toplumların bilinçaltında hep insanlaşma süreçlerinin sancılı izleri, kültürel dokuda varlığını sürdürmeye devam eder. Aslında binlerce yıl geçmiş gibi görünse de günümüz insanının, ilk ataları hominidlerden evrilen Homo sapiensle arasında fazla bir mesafe olmadığı anlaşılacaktır.
İlkel insanın günlük yaşamdaki gerçeklik arayışı büyüyü ve onun ritüelinden doğan edimler, sanatın öncülünü ortaya çıkarır. Çatalhöyük’te mağaranın duvarına geyik ya da öküz figürünü çizip boyayan kişinin derdinin sanat olduğunu öne sürecek bir aklı evvel karşımıza çıkmaz herhalde.
Sanat tarihi üzerine araştırma yapmak isteyen araştırmacıların çoğu arkeolojik buluntuların ışığında sorduğu sorularla sanatın başlangıcındaki itkiye ulaşmak ister. Burada birtakım sembolik anlamlardan yola çıkarak görünmeyen olarak varsaydığı âleme mesajlar iletmek isteyen insanın inançlarıyla ilgili ön kabulleri, ilk sanatçının davranışlarını belirlemiştir.
Velhasıl tarih öncesi çağlarda binlerce yıl önceki bir atamızın günümüzün ihtişamlı sanat galerilerin ışıltılı dünyasının çok uzağında büyünün gücünü kullanarak avının bereketli geçmesi isteğiyle yola çıktığını tahmin edebiliyoruz.
Düşlem gücü yakından uzağa yaratıcı süreçleri düzenlemek için girişimde bulunmaya olanak sağlar. İnsan, bir dizi karmaşık ruh halleriyle maddi dünyanın gerçekliğinden yani verili olandan beslenerek sanatsal yaratıma cüret eder. Cüret eder diyorum, çünkü toplumsal ve bireysel düzlemde bir altüst oluşu kurgulamak pek çok zorluğu göze almayı ve sıkıntılara katlanmayı gerektirir. Dizginsiz ruh haliyle yerleşik değerlere karşı olabilmeyi göze alabilenler ancak bu sefere çıkmayı heves eder.
Yaratıcı süreçteki gerçekliğe dayalı anlatımın en önemli araçlarından biri imgedir. İmge için sanatta olanak ve özel bir anlatım dili dersek bu dilin kullanımında günlük iletişimdeki verili sözcüklerin anlamı ve derinliği yeterli değildir. İmgenin yaratıcılığındaki büyük güç, anlatımda görünür kılmaya odaklanmış olmasıdır. Görsel imgeler içinden çıktığı toplumun ekonomi, kültür ve politikalarından yola çıkılarak biçimlenir ve alımlayıcıya sunulur.
Örüntülerle anlamsal sıçramalar yapmak alana ilişkin ciddi bir birikim ve derinlikle olur. Bütüncül ve karmaşık süreçler, bizi yaratıcılık kavramının ne olduğuna sorgulamaya kadar götürür. Peki, bu yazımızda da çok sık kullanacağımız üzere yaratıcılık nedir? Her cepheden farklı tanımların olduğunu ve kesin sınırlarının tam olarak belirlenemeyeceğini biliyoruz. Buna rağmen böyle önemli bir kavramı bilinmezliğin yani mistik dervişlerin insafına bırakamayız. Kendi penceremizden elimizden geldiğince öznel davranmamaya çalışarak dilimiz döndüğünce konuya nesnel yaklaşacağız. Yaşantılarımızdan sanat eylemimizden yola çıkarak konuya ilişkin çözümlemeler yapmanın zorunluluğunu hissediyoruz.
“Yaratıcılığın ortaya çıkışı genel olarak, onun sınırların belirleyen ve anlamını veren çok sayıdaki tasvirler modeli temelinde düşünüldü ve belirtildi. Bu tasvirler esas olarak, yaratıcı fenomenlerin daha bildik bir ampirik düzene indirgenmesini sağlayan simgesel anlatımlar (figuration) ve neredeyse “imge dükkanları” olarak şöyle böyle anlaşılırlar.” (1)
Yaratıcılık, sanatçıya vahiy yoluyla bahşedilen olağanüstü bir yeti değildir. Raslantısal öğeler içeren buluşçuluk odaklı bir ilhamla sanatçıya dışarıdan verilemez. Sanatçının imge yığınları arasındaki keşfinde yeryüzüne ait olmayan hiçbir şey yoktur, bu bağlamda yaratım süreçleri evrensel olanın izlerini taşır. Bu izler ideolojiktir ve yeninin inşasında, nerede durduğumuzu göstermesi açısından değerlidir.
İmge, kimilerine göre gizil şeyler gibi bilişsel süreçler ve kavrayış yeteneği gerektirir. Bu tür nitelendirmeler bazı açılardan gerçeklik payı taşısa da son tahlilde savunabileceğimiz bir yaklaşım ya da yargı değildir. Muğlaklaştırma ve bilinmezlik işi son tahlilde bizi metafizik öğelere gönderme yapmaya götürür ki bizim sırlar dünyasındaki hayaletlerle işimiz yoktur. Gizemler dünyasının sisli bulvarlarında at koşturanlar, mistik ögelerle sanatı anlaşılmaz olana tahvil ederek onu can evinden vurmaya çalışanlardır.
TDK’ye göre imgenin kavramsal karşılığı; “Bir nesneyi doğrudan doğruya yeniden tanıtmaya yarayacak bir biçimde göz önüne seren şey, duyu organlarıyla algılanmış olan bir şeyin somut ya da düşüncel kopyası” olarak geçer. (Türk Dil Kurumu, 206).
Van Gogh; “Kafamın içinde bir belirip bir kaybolan kesinleşmemiş birtakım resimler dolanıyor.” derken duyu organlarımızın zihnimizde bıraktığı izlerin karmaşıklığına vurgu yapmak istemiştir. Konuyu ele alırken karışıklığa yol açmamak için sınırları çizilmesi zorunlu kavramlardan biri olan imgelemi açıklığa kavuşturmak gerekir. İmgelem, sayısız imge evrenindeki imgeleri bilinç düzeyine çıkarmak ve birbiriyle ilişkilendirme eylemidir. Bu eylem insana özgü zihinsel süreçleri gerektirdiğinden kültürel birikimin üzerinde şekillenen bir algılama yeteneğini zorunlu kılar.
İmgenin diyalektiği ya da diyalektik imge, imgelerin bağlamından kopuk, kendilerine özgü bir gerçeklikleri olduğu savını tam cepheden reddeder. İmge karmaşık bir süreci imlerken başlangıçta sezgiseldir ama bu dünyanın gerçekliğinin üzerinde görünenin arka planını sunmaya çalışırken ayakları yerden kesilmez. Bağlamından kopartılacak her şeyin anlamsal etkisi daralır ve büyüsünü yitirir.
Bununla birlikte İmgelerin birincil elden anlamları yoktur; yere ve zamana göre değişkenlik gösteren kullanımları vardır. “Kullanım” dediğimiz şey aslında kendimizle çelişmek değil, bağlamın belirleyiciliğine de yeterince vurgu yapmak için kullandığımız bir kavramdır.
Bu kavrayış, sentezleme ile güncel dilin ifade ettiklerinin dışına çıkarak derinde bir adlandırma çabasının varoluşunu gerektirir. İmgenin yaratımında bireyin ruhsal ve fiziksel hazır bulunuşluklarının etkilerini göz ardı etmemek gerekir. Duygulardaki sıçramalar, içe kapanma ve dışa açılma arzusu imgenin ruhsal ve fiziksel etkilerine bir örnektir.
İmge, verili olandan hareket ederken yeni imajlar kümesi yaratmak için bütünselliği yakalayarak derindeki görüntüleri algı düzeyine çıkarır. Görünenin ardındaki arka planı öne çıkarma, berraklaştırma çabası da diyebiliriz buna biz. Bu işlem, insan zihninin boş levhasında, gerçekleşmez, toplumsal yaşamın tarihsel süreçteki birikimlerini basamak olarak kullanır.
Atomize etmek, ayrıştırarak kullanılan dili bağlamından koparmak, imgeyle derindeki manası arasındaki bağlantıyı sıkıntılı hale getirmektir. Daha önce de vurguladığımız gibi imgeyi bağlamından koparmak, yaratımı rastlantılara ve esin perilerinin fısıldama gücüyle ilişkilendirmenin sanat olarak sunulması hep bu yüzdendir.
Kapitalizm, diyalektik düşünüş biçimini ve bundan kaynaklanan soyutlama ve sıçramaların tasarımı olan diyalektik imgeyi hedefine koyar. Onun yerine, özü sakatlayıp biçime yüklenerek anlam-imge arasındaki bağları zayıflatır. Ortak imge havuzunun yaratılması ve bunun üzerinden algıların yönetilmesi, yönlendirilmesi sıradanlaşmayla mümkündür. Sıradanlığın zorunlu sonuçlarından biri de kamusal bir vasatlar kümesinin yaratılmasından geçer.
Vasat olanın toplumsal çözülmeye yol açacağı öngörüsüyle kitlelerin cahilliğinin beslenmesinde sanatın bir sömürü tasarımının en önemli manivelası olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Düşüncenin dışlandığı, bedensel hazzın öne çıkarıldığı bir prototipe uygun kalıplarda insan üretmek, emeğin yoğun sömürüsünü zorunlu kılar.
Kapitalizmin deneysel çiftliğinde emeğine ve kendine yabancılaşan insanın nasıl gönüllü bir kobay durumuna getirildiğini anlatmaya gerek yok. Üniversite kürsülerinde büyük bütçeli araştırmacıların “duyu yönetimini” bilimsel yollarla ele aldığından sürekli bahsettik.
Ülkemizde de hep olageldiği gibi çeviri yoluyla gelen yayınlarla alana ilişkin çalışmaların sayısında artış olduğunu gözlemliyoruz. Algıda farkındalık yoluyla seçim, algıda düzen ve yorumlama aşamalarında dikkat, tercih, ihtiyaç, deneyim vb. koşulları uyaran üzerinde etkili olacak süreçleri kurgulamak ve yönetmekle gerçekleşir.
Zaten burjuvazinin vasatı kitlelere giydirmek için modern toplumlarda lafazanlık dışında fazlaca argümana ihtiyacı yoktur. Çünkü sanat bir metaya dönüşeli beri sermayenin denetimine daha kolay girmiş, yönlendirme parayı elde tutanın gücünü göstereceği bir alan ve baskılama araçları karmaşık olmasına rağmen daha kullanışlı bir hale getirmiştir. Gösteri dünyasının ışıltılı kumpanyaları arasındaki yaşantıya herkesin kavuşabileceği yanılsamasına kapılmak bu sistemin ideolojik foseptiğinden beslenenler için olağandır.
Marksizm, sanatı çözümlerken yaratıcılığın en özgün biçimi olan “yaratımı” devrimci bir süreç olarak ele alır, eylem gerektiren bir düşünceye bağlı kalarak dünyayı değiştirirken yabancılaşmanın yıkıntıları ve çöp dağları arasında burnunu kapatarak yol alırken yeni insanın kurgulanmasında ona işlevsellik yükler.
Bahsi geçen işlevsellik, sanatın özünü kendi doğasından kaynaklanan özgünlüğünü sakatlamaz. İnsani olanı öne çıkararak estetize edilen gerçekliğin örüntüsünü ortaya koymak için diyalektik çözümlemeden yani bilimden yararlanır. Bu bağlamda Marksistlere göre sanat, toplumu değiştirmeye yönelik devrimci bir eylem ve harekettir.
Sanatsal edim, bilinç düzeyine çıkan estetikle aklın var olan -her şeyi kapsayan- tümelliğinde dünyayı anlamaya çalışmaktan öte değiştirmek önceliği ile yolunu belirler. Bu zincirin halkaları gibidir değişmek ve değiştirmek koşullanmanın kırıldığı bir toplumsal altüst oluş dönemlerine denk düşer. Toplumu saran dalga, ışıltılı şimşeğini ezilenlerin üzerinde gezdirir ve zora karşı o büyük zor örgütlenir, heyecanıyla sokakları kuşatır.
Günümüzde tek kutuplu dünya görüntüsü, yıkıcı güçlerin en derinlere çekildiği toplumsal muhalefetin budandığı bir enstantaneyi yansıtır. Gerilemenin olduğu atmosferde demin bahsettiğimiz uyanışın yerini bireysel kurtuluş çığlıkları alır.
Yayıncılık sektöründeki tekelci sermaye, yayınevlerinin kapısına onlarca şöhret adayını kuyruğa sokar. Kendine sunulan kalıplara girmek için hizalananlar bilirler ki oyunu kurallarına göre oynarlarsa imza günlerinde önünde başkaları kuyruk olacaktır. İşte kuyruklu yıldız olmak, star sistemine eklemlenmek için çekilen ipin önünde hizalanmak gerekir. Bunun yolu, binlerce takipçisi, izleyicisi olan fenomen kavramı içerisindeki anlamdan yani görünür olmak isteğinden geçer.
“Sanatçı kişilik olarak kapitalist için bir değer, bir ‘marka’ temsil eder. Bu kişilik ne kadar açık seçik, elle tutulur, usluluğa varan bir nitelik taşırsa, değeri de kapitalist için o ölçüde yükselir.”(2)
Evet, burjuva demokrasinin çizdiği sınırları ihlal etmeye yeltenmeyen gayet makul resmî ideoloji -siz ona yalanlar deyin- kalıplarını aşmayan yeni çağın ilahlarını kutsayan bir koroya her çağda ihtiyaç vardır.
Nasıl antik yunanda Dionysos şenliklerinin tiyatronun doğuşundaki eylemde ilahlar için yakarmak önemli yer tutuyorsa çağımızda da paranın ilahlarına kullanışlı olduğunu belli etmek için secde etmek o kadar önemlidir. Reçete aynı olunca koronun ezgileri ve nakaratları da her çağda ve farklı kültürlerde benzerlikler göstererek devamlılık sağlar.
Bir zamanlar Unkapanı’nda Anadolu’nun değişik yerlerden gelen yıldız adayları plak şirketlerinin önünde yatar kalkardı. Günümüzde dijital platformlar yeni bir dinleyici kitlesi oluşturdu, işin raconu değişti.
Yanılsamanın gerçek diye pazarlandığı bir harikalar kumpanyasının tam orta yerindeki sirkte yaşıyoruz. Gerçekliği parçalara ayırarak, sadece verilmek istenilenin öne çıkarıldığı bir anlatım dili ve buna uygun algılama biçimleri oluşturuldu. Buna biz psikoloji literatüründe duyguların yönetimi ya da kısaca sevk ve idaresi de diyebiliriz.
“…atomlaştırılmış insan yanılsaması o zamana dek uzana gelen gelişimin doruğuna varmış oluyor: Özgürlük kavramının içi tamamen oyulup boşaltılıyor. Özgürlük, kendinden başka dayanağı olmayan [başkasına gereksinimi bulunmayan] bireysel bilincin belli bir an için kendisinin sandığı şeyse, sırf bu soyut genelliğinden dolayı yok ediliyor demektir.” (3)
Burjuva edebiyatçıları kendilerine sınırsız bir alan açan soyut bir özgürlük anlayışını baş tacı ederler. Bu soyut özgürlük aslında gerçek hayattaki özgürlüğün yadsınmasını içeren bireysel ve öznel olanı kutsayan teorik gevezelikten başka bir şey değildir. Özgürlüğü bireyde başlatıp bireyde bitiren, okuyucu ile sanatçı arasına piyasa koşullarının yarattığı yanılsamayı koyan hep onlardır.
Bu bağlamda piyasa koşullarına göre üretim yaptığını iddia eden sanatçının imgesel tahayyülünün ticari kaygılardan koşullanmayacağını kimse söyleyemez. Bireysel olanın göreceli hali, sanatı ve sanatçıyı bağımsızmış gibi göstermek içindir. Sanatçının kapitalizmle göbek bağını en iyi ortaya koyan gerçeklik ortak bir imge havuzunun varlığıdır. Ölü imgeler mezarlığı diyebileceğimiz bir havuz sanatın yıkıcı gücünü dışa değil içe çevirmek için kurgulanmıştır. Egemenler eliyle sanatçıya silahı önce halklara sonra kendi kafasına sıkması için bütün koşullar oluşturulmuştur.
Bu havuzun bekçileri, imgenin gerçekle bağını yani praksisi savunan bütün gerçekçi edebiyatçıların kitlelerle iletişimini ayak oyunlarıyla perdeler. Sisler arasında yarattıkları yapay imajlar dünyası zihinsel bataklığa giden yoldur. Reklamcıların piyasada pazarlama tekniklerinden biri de imgelemin çağrışım gücünün en üst düzeyde kullanılmasıdır.
Özellikle 12 Eylül sonrası dönek solcu sanatçıların reklam piyasasında boy göstermeleri ülkemizdeki kapitalist restorasyona denk gelmesi tesadüf değildir. Şirketlerin satış departmanlarına yol gösteren reklamcılık sektörü aslında sanat camiasına çok da uzak değildir. Sürekli ihtiyaçlar yaratma, tüketimi kışkırtma, kitlelerin alışveriş çılgınlığına kapılmaları, beynin dopamin salgılama düzenini de alt üst etmiştir.
Burada aynı tekniklerin edebiyat için de kullanıldığını öne sürebiliriz. Amaç pazarda satmak olunca pazarda satıcı ve alıcı karşı karşıya kalır sanırız. Bütün tarihsel ve kültürel yüklerden arınmış şekilde eşit ve özgür bir karşılaşmanın olacağını düşünmek bile iletişim çağının olanaklarını akla getirince insana ne kadar gülünç geliyor. Kısacası kitlelere dayatıldığı gibi ne çağımızın egemenleri özgürlükçüdür ne de ezilenler ezen sınıfla eşit bir pozisyona sahiptir.
“Yaratıcı imge”, özgür toplumun içinde, özgürlük havası tüm toplumsal katmanlara yayıldığında ayağındaki prangaları kırabilecektir. İmgeler arasında ilişki kurabilmek, yeni anlamlar yaratarak sıçramalı bir şekilde kültürel birikimi zenginleştirmek ancak kölelik dayatan taklitçi düzenin dışında konumlanmakla olur.
1) Yaratıcılık – Michel-Louis Rouquette s. 11
2) Marksist İmgelem – Georg Lukacs s. 98
3) Marksist İmgelem – Georg Lukacs s. 89