Kendi Yurdunda Sürgün Ya da “Kısaltır Geceyi Dayandığın Her Kış”

Süleyman Kuş'un, geçen yaz Ubuntu Yayınları tarafından basılan “Kendi Yurdunda Sürgün” adlı kitabı elime ulaştığında, yakın geçmişe dair birçok anıyla birlikte uzun yıllar ve yollar boyunca özünü yitirmemiş bir sanat emekçisinin sıcak sesiyle de yeniden buluştum.

Süleyman Kuş’un, geçen yaz Ubuntu Yayınları tarafından basılan “Kendi Yurdunda Sürgün” adlı kitabı elime ulaştığında, yakın geçmişe dair birçok anıyla birlikte uzun yıllar ve yollar boyunca özünü yitirmemiş bir sanat emekçisinin sıcak sesiyle de yeniden buluştum. 1997’de Çevre Radyo’da şiir ve müzik programı Dağ Gölleri programını hazırlayıp sunuyordum. Ara sıra Hüseyin Selvi imzalı mektuplar ve mektuplarda şiirler ulaşırdı şantiyelerden bizlere. Programın en sadık dinleyicilerinden biriydi, öyle ki antenin çekmediği durumlarda yayını izleyebilmek için yüksek bir yerlere çıktığını yazıyordu. Mektuplar çok içten, cümleler çok üşümüş, şiirlerse hasret ve direnç yüklüydü. Çok sonra kendi olanaklarıyla bastırdığı gayrı resmi kitabı “İnsan Yüzlü Menekşe” ile 2005 İstanbul kitap fuarında karşılaşabildik. Sorun Yayınlarınca basılan İçerdeki Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi’nde yer aldık. 2006’da ikinci şiir kitabı “Kuytuda ve Köz” ile 2008’deki öykü kitabı “Varoşların Ulaşları”nı, ayrıca çeşitli dergilerdeki yazılarını da farklı mahlaslarla yazdığını zamanla gördüm. İşte çeşitli mahlaslarla uzun bir iç sürgünlük yaşayan bu dost, dördüncü kitabını yurt dışından ve ilk kez kendi adıyla yayınlayabiliyor.

1987 ile başlayan, 12 Mart ve 12 Eylül’den hesap sormaya yönelen genç devrimci muhalefetin yükselişini ve ’90’lı karanlık yılları merceğine alan, birçok ilk romanda olduğu gibi otobiyografik ögeler içeren bir kitap bu. Yazar, üç farklı anlatım tekniğini iç içe kullanmış. Normalde bunun okur açısından bir zorluk oluşturması sürpriz olmazdı. Ama ortaya, kendi doğallığında akan ve dil lezzetiyle, şiirsellikle süren bir metin çıkmış. Ara başlıklarla bu akıcılık ve kolay okunurluk daha da pekiştirilmiş. Klasik üçüncü tekil anlatımla başlayan roman, ana karakterin yaşadıklarını yazma çabasıyla ara ara birinci tekil anlatıma dönüşüyor. Bazen de kahramanın kimi kaybolmuş kimi sağa sola gizlenmiş günlük yapraklarından biri düşüveriyor önümüze.

Yer aldığı toplumsal mücadele süreçleri bir yana hiç kuşkusuz bir şairin romanı bu! Kitaptaki kimi bölümler zaten başlı başına şiirsel anlatıma yaklaşan metinler. Özellikle çocukluk dönemine, Maraş ve Sivas-Madımak Katliamlarına ya da kimi zaman gecelemek zorunda kaldığı mezarlıklara ilişkin bölümler.

1970’lerde geçen çocukluğunun ve 1980’nin ilk yıllarına uzanan ilk gençliğinin izdüşümlerini bazen bir halk hikayecisi bazen bir çocuk bakış açısıyla aktarıyor. Öte yandan ’87 yılından ’98 yılına dek uzanan demokratik-devrimci mücadelenin, binlerce faili “meçhul” ve “kayıp”ın, direniş ve çözülmenin, iç sürgünlük ve yalnızlığın, tüm olumsuzluklara rağmen teslim olmamanın, kendini bir şekilde ekonomik, kültürel ve siyasal yönlerden yeniden üretebilme savaşının kederli, komik, kimi zaman şiirsel sahnelerini incelikle anlatıyor.

Yazar, kitabın ana karakteri Kenan aracılığıyla eski Adana görüntüleri, insanları, mahallenin delileri, günlük yaşamı, yazlık sinemaları, at arabasıyla yapılan film duyuruları gibi bir çok anıyı olağanüstü bir canlılıkla, çoğu zaman gülümseten, bazen hüzünlendiren sahnelerle anlatırken araya 1978’de çocuk Kenan’ın yazdığı “Öksüzler” adlı mini bir öyküyü katmayı da ihmal etmiyor. Aslında kullandığı üçlü anlatım tekniği de bunu kolaylaştırıyor. Yine on bir yaşında günlük yazan bir çocuk bakış açısıyla gündelik yaşama yansıyan adaletsizliklerle, kimi akrabalarının da olduğu devrimci gençlerin mücadeleleriyle, düş kırıklıklarıyla yine de hayal kurmanın güzelliğiyle de buluşturuyor bizleri. Örneğin orta okul müdürü okula takım elbise dışında elbiseyle gelenlerin okula alınmayacağını söyleyince yoksul öğrencimiz çocuksu isyan cümleleri kuruyor…

Yazar yan karakterler aracılığıyla okuru kimi zaman 1958’lerde geçen bir sendika hikayesine, yine Kenan karakteri ve onun çevresinde yer alan diğer kişiler üzerinden 1970, 80 ve 90’lara, o dönemin yaşanmış bazı deneyimlerine götürüyor. Bu kısa görüntüler dizisi geçmişle bugün arasında hafıza desenleri örerek ilginç ve eleştirel tablolar oluşturuyor; en başta kendine eleştirel yaklaşarak…

Kitabın ana karakteri, “kağıtsız”, aranan bir yurttaş olarak girmek zorunda kaldığı inşaat ve şantiye ortamlarındaki işçi sınıfının durumunu yaşayıp yansıtmakla kalmıyor, ara sıra teklifsizce sokulup durumunu gözlediği edebiyat sanat ortamlarına da toplumsal ve tarihsel gerçekliğin penceresinden bakıyor. İnşaat ortamlarından son derece ayrıntılı betimlemelerle doğa, yapı ve insan gerçekliğini adeta yaşatıyor. Kürt halkından, saz çalmayı öğrenmeye çalışan genç amele İsmail’i birkaç sayfadan sonra unutmak zor.

Kenan böyle bir ortamda yaşayarak öğrenirken, öğrenerek ve üreterek de yaşamını anlamlı kılmaya çalışıyor. Kuşkusuz ki yaşanan ağır toplumsal ve siyasal süreçlerin kültüre ve sanata çeşitli düzeylerde yansıması söz konusudur. Kültür bunalımına kapılan küçük burjuva “devrimci” sanatçılarla devrimci gençlik mücadelesinden gelerek işçileşen bir şairin çelişkileri seriliyor önümüze kısa kısa da olsa. Yazık ki bu bölümler belirli bir bağlam üzerinde ve kısa tutulmuş. Yoksa 1958’lerden 98’lere uzanan bir tarih dilimi bu aile ve çevresi üzerinden ele alınabilseydi birkaç cilde yayılabilecek oylumlu bir yapıt oluşabilirdi. Yine de bu haliyle bile esinleyici bir kitapla birlikte olduğumu not etmeliyim.

Bu her şeyden önce bir şairin romanı demiştim. Hal böyle olunca, kitabın kimi yerlerinde şiirlerle de karşılaşabiliyorsunuz, öykü veya günlük yapraklarıyla da. Bu da yapıtın bir başka özgün yanı. Kitaptan bir şiirle noktalamak isterim:

ERKENCİ

Ölümümün nasılını bilemiyorum
ama erkenciyim nice dost gibi
kurşuni kırmızılar mı açılır tende
yargısız infazları anarken gece
ya da ıssız, gözden uzak bir yerde
gizlice örtülür mü işkenceli beden
karışarak annelerin soylu ezgilerine…
Susmadım, teslim olmadım çünkü
köküm topraktadır gövdem kesikse de
ne gurbetlik, ne yoksunluk, sayrılık
ne de ilenmesi şaşı gözlerin
beni asıl sevgisizlik öldürürdü, sevdiğim
açlığım çavlan olur tüm özlemlere…
Karışıyorum İstanbul’un insan seline
çekiç sallıyoruz, beton kırıyoruz, harç yapıyoruz
umutlara bakıyorum ufuklarında
şantiyelerine giriyorum, çay ocaklarına, fabrikalarına
yakınları uzaklara ekliyorum durmadan
beni asıl umarsızlık öldürürdü, sevdiğim…
Bir elim Eluard’a gider, biri Gökçe’ye
Sıvas dağlarındadır biri, Akdenizli düğünde
ve nerede güzellikler yetiştirdiyse insan
yürek kulak kesilir, akıl tetikte
beni asıl kitapsızlık öldürürdü, sevdiğim
İşte bundan sarılışım,
büyüyen dirençlere…

Önerilen makaleler

3 Yorum

  1. Özünü ve sözünü yitirmeyenlere selam olsun.
    Kitabın yolu açık okuru bol olsun.

    1. Ziya Özder, teşekkürler, tüm dostlara canlara selam olsun

  2. Kitapta anlatılanların eksiği var fazlası yoktur, eminim.
    İnsan kalabilmek sürekli yokuş yukarı tırmanmaya benzer
    Yokuş aşağı düşmek için çaba gerekmez

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar