Irkçılığın ve gericiliğin sanata tahammülü yoktur. Beslendikleri kaynak “geçmişe övgü”den ibaret olduğundan ve yeni bir şey üretmeye, toplumu ileriye taşımaya yetecek kapasiteleri de olmuyor. Kurumuş ağacın her baharda yeşereceğini beklemek ham hayaliyle yaşamak ile ırkçılığın sanatsal üretim yapacağını beklemek aynı şeydir.
Sanat, tarihin pek çok diliminde toplumsal muhalefetin kendisini ifade etme biçimi olarak işlev görmüştür. Bilindiği üzere sanat çoğu kez yeni biçimler yaratır, yeni ufuklar açar. Sanatın amacı imgeler yaratmak değil tam tersine dünyayı anlamak ve değiştirmektir.
Sanat ile yaşam arasındaki temel bağ değiştirme düşüncesi üzerine şekillenir. Sanatçı her daim yeniyi üretme, ileriye taşıma ve farklı bakış açıları oluşturma çabası içindedir. Bu amacın dışında kalanları ise sanatçı olarak değerlendirmek pek olası değildir. Günümüz Türkiye’sinde adının önünde sanatçı sıfatı taşıyan gerçekte ise sanatçılıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan çok sayıda insan bulunmaktadır. Bunlara sanatçı demektense yorumcu demenin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Kişi, içinde yaşadığı toplumun sorunlarıyla ilgilenmiyor, bunları görmezden geliyorsa hatta soruna sebep olanların, sürdürenlerin ya da üstünü örtenlerin yanında duruyorsa ona sanatçı demek zorlama bir adlandırma olur.
Sanat Yaşamı İzler
Bertolt Brecht’e göre “Sanatın çıkış noktası yaşamdır.” Buradan hareketle çıkış noktası yaşam olan sanatın evrensel olması bir zorunluluk halini alır. Çünkü yaşamın içinde başta insan olmak üzere tüm canlı varlıklar yer almaktadır. Dolayısıyla sanat ve sanatçı için sınır olmamalıdır. Nazım’ın dizelerinden hatırlayalım: “Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma / ben Asyalıyım / bakmayın mavi gözlü olduğuma / ben Afrikalıyım / ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda / sizin ordakiler gibi tıpkı / benim orda arslanın ağzındadır ekmek / ejderler yatar başında çeşmelerin / ve ölünür benim orda ellisine basılmadan / sizin ordaki gibi tıpkı.” Bu sözleriyle usta tüm insanlara bir nazarla baktığını onlardan biri olduğunu özlüce ifade etmektedir. Fiziksel farklılıkların kardeşliğe engel olmadığını dile getirdiği gibi yeryüzünün her bir parçasında aynı sömürünün sürdüğünü, sömürülme şeklinin, yoksulluğun ve yoksunluğun aynılığına vurgu yapmaktadır. Kısacası yaşadığı dünyadaki toplumların sorununu kendi sorunu olarak görmektedir.
Sanatçı yalnız sanatıyla değil tüm benliğiyle faşizme, gericiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele etmek zorundadır. Bu yüzden de bütün sanatçıları aynı kefeye koymadığımızın bilinmesi gerekir. Toplumcu/sosyalist sanat anlayışı bu noktada önem kazanmaktadır. Toplumcu dediğimiz sanatçı, üretiminin tüm insanlığa ait olduğunu ve bir ateş böceğinin karanlıkta yaydığı ışık gibi yol gösterici olması gerektiğini de bilmelidir. Sanatçı sanatın evrensel olduğu bilincine vararak dar bir alan ya da coğrafyaya sıkışıp kalamayacağını akıldan çıkarmaması gerekir. Sanatçı koşulların ağırlığına aldırmadan akıntıya karşı kürek çekendir. Gerektiğinde ağır bedeller ödemekten kaçınmayandır. Devletin zor aygıtları karşısında pes eden, teslim olan, el pençe duran bir başka değişle ‘güçlünün sanatçısı’ olan kişilerin sanatçılığı tartışmaya açıktır. Frankfurt Okulu’nun sanatı ve sanatçıyı “suç ortağı” olarak görmesinin nedenini de bu noktada aramak gerekiyor.
Milliyetçiliğe ve Irkçılığa Karşı Sanat
Öte yandan sanat ötekileştirici olamaz. Dışlayıcı, reddeden dar kalıplara sıkışmış üretimi sanat diye adlandırmak da doğru değildir. Dar ve sığ düşünce kalıplarıyla üretim yaptığını düşünen insanlar kendilerini hapsettikleri alana toplumu da sığdırmaya çalışmaktadırlar. Milliyetçiliğin, ırkçılığın ve siyasal dinciliğin egemen olduğu toplumlarda özgür sanat yapılamaz. Çünkü hâkim olan ideoloji, özgürlüğü kendisi için tehdit olarak gördüğünden deyim yerindeyse bir kaşık suda boğacaktır. Irkçılık, dincilikle birleşirse daha da tehlikeli bir hal alır. Buna örnek olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Eyüpsultan’daki Artİstanbul Feshane’de açtığı ‘Ortadan Başlamak’ isimli serginin iki kez saldırıya uğramasını örnek verebiliriz. Serginin açıldığı Artİstanbul Feshane’yi basan grubun adına yapılan açıklamada sergideki eserlerin “milli ve manevi değerlere” hakaret içerdiği ifade edildi. Daha da ileri gidilerek sergilenen eserlerin “sapkınlığı özendirdiği” dile getirildi. Bizler “milli ve manevi değerler” denilen olguların ne olduğunu tam açıklayabiliyor muyuz? Elbette hayır. Bu kavram göreceli olduğundan değişkenlik gösterir. Birine göre sıradan olan bir davranış, söz, konuşma ötekisi için kabul edilemez olabilir. Resimde nü tablo veya bir heykel toplumun bir kısmı için sıradan günlük bir ifadelendirmeyken bir başka grup için kabul edilemez olabilir. Bu nedenle tam anlamadığımız “değerler” kavramının siyasal ve kültürel mayın tarlalarına basmamak için sürekli çaba harcıyoruz.
Dincilik Irkçılığın İkizidir
Milliyetçiliğin bir de dincilik yanı var. Hatırlayalım: Taliban’ın Afganistan’daki Buda heykellerini parçalamasını ve IŞİD’in Suriye’nin Palmira antik kentini tahrip etmesini. Bu yıkımın mutlaka dayandığı kaynak var diye düşünürken Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinden Abdulkerim Bingöl’ün makalesi imdada yetişti. Bingöl’e göre başlangıç Kur’an’a dayanmaktadır. “Tarihsel süreç içerisinde farklı dönemlerde farklı şekillerde ortaya çıkan milliyetçilik, Kutsal metinlerin konularından birisi olmuştur. Denebilir ki Kur’an’a göre ilk insan olan Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışının ardından, Allah’ın mahlûkattan ona itaat etmelerini emrederken şeytanın bundan imtina etmesinin gerekçesi soy üstünlüğü iddiasıdır. Şeytanın bu yaklaşımı, (Bakara, 2/34; Sâd, 38/74-75-76) milliyetçiliğin mayasında bulunan ‘üstün soy’ düşüncesinin belki de ilk örneğidir.” (Abdulkerim Bingöl, Kur’an’ın Milliyetçiliğe Yaklaşımı (amennon) Yıl: 2017, Cilt: 5, Sayı: 3) Milliyetçilik, dincilikle birleşerek ırkçılaşarak Hitler faşizminin savunduğu “üstün ırk” kavramıyla taçlanacaktır.
Feshane baskını engellenmemiş olsaydı sergilenen eserlerin tamamı acımasızca tahrip edilecekti. Belleklerdeki yerini korumakla beraber hatırlatmakta yarar var. Kars’ta yapılan “İnsanlık Anıtı”nın, “ucube” olarak nitelendirilip 2011 yılında yıkılmasının nedeni dinci bakış açısıdır. Sanatın sapkınlığı özendirdiğini savunanların artık neredeyse günlük vaka halini alan çeşitli kurs, vakıf ve derneklerdeki çocuk tecavüzlerine ses çıkarmamaları anlaşılır değil. Demek ki burada söz konusu olan milli ve manevi değerler değil. Sanatsal faaliyetlerden rahatsız olan gerici anlayış acaba çocuk tecavüzlerini doğal bir davranış olarak mı görüyor diye sormadan edemiyor insan.
Irkçılığın ve gericiliğin sanata tahammülü yoktur. Beslendikleri kaynak “geçmişe övgü”den ibaret olduğundan ve yeni bir şey üretmeye, toplumu ileriye taşımaya yetecek kapasiteleri de olmuyor. Kurumuş ağacın her baharda yeşereceğini beklemek ham hayaliyle yaşamak ile ırkçılığın sanatsal üretim yapacağını beklemek aynı şeydir. Çünkü ırkçılık ötekini yok saymak, kabul etmemek hatta mümkünse ortadan kaldırmak üzerine şekillendiği için evrensel olanı yaratamaz. Türkiye sağ siyasetinin tek parti dönemi dâhil olmak üzere (Tek parti döneminde devletin desteklediği ve uygun gördüğü alanlarda çeşitli üretimlerin olduğunu inkâr edemeyiz.) düşünsel üretimi oldukça zayıftır. Bu üretimsizliği günümüz politikacıları birçok kez kültürel alanda hegemonya kuramadıklarını, sanat alanında başarısız olduklarını dile getirerek kabullenmek zorunda kalmışlardır.
Sanatta ve Sinemada Irkçılık
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin kültürel hegemonyası var. İktidar sahipleri, kendi destekçisi olan burjuvazinin hegemonyasına artık tahammül edemeyip bunun yerine dinci bir kültürel egemenlik alanı inşa etmeye çalışıyorlar. Yirmi yıllık iktidarlarında başaramadıklarını şimdi farklı yollarla gerçekleştirmek istiyorlar. Özelde TRT ve havuz medyası diye adlandırılan yayın kuruluşlarının son yıllarda yayınladıkları diziler ırkçı düşüncenin üretimsizliğine örnektirler. Tarihi filmler diye sunulan kan revan sahneleri, ötekileri karalamalar, horlamalar, alçaltmalar tam yol ilerlemektedir. Bu kanallarda yayınlanan çocuk çizgi filmlerinde ırkçılık ve gericilik fikrini pekiştirici söylemler rahatsız edici düzeydedir. Yarına dair bir şey üretme, toplumsal sorunları dile getirme kaygısı olmayan bu yapımlar bizlere “sinema sanatı” olarak sunulmaktadır. Topluma sanatsal üretim diye sunular bu fasit çember ülke insanının ırkçılaşmasına, faşistleşmesine ve dincilik girdabına düşmesine sebep olmaktadır. Sanat adına utanılacak bir durum olmakla beraber muhtemel ki bu yapımları ısmarlayanlar, senaryolarını yazanlar, rol alanlar ve bir cümlesi toplum kazancından ziyade elde edecekleri ekonomik kazanca odaklanmaktadırlar. Bu üretimsizlik toplumun içine düştüğü kör kuyudan çıkamamasına sebep olmuştur. Düştüğü kuyudan çıkış için kuyunun dibini derinleştirerek kurtulacağını sanan insan sayısı ne yazık ki her geçen gün artmaktadır. Ana akım sinema, diziler ve edebiyat söz konusu olduğunda hatırlamak gerekir ki, “milli sanat”ın ulus devletlere, milliyetçiliğe ve konumuz olan ırkçılığa hizmet ettiğine ilişkin bir hayli literatür mevcuttur. Resmi dil, milli edebiyat, milli tarih…
Bana göre ırkçılık tedavisi güç bir hastalık gibidir. Anadolu’nun dört bir yanında bulunan özellikle Hıristiyan toplumuna ait tarihi eserleri incelediğimizde dini motiflerle süslenmiş eserlerin büyük ölçüde tahrip edildiğini görürüz. Ihlara Vadisi’ndeki Hıristiyan inancına ait mozaik süslemeler üzerine islamist sloganların yazılmış olması bir yanıyla Hıristiyan inancına öte yanıyla da Bizans’a duyulan nefretin yansımasıdır. Sümela Manastırı ha keza aynı durumda. Peki, ilk yüzyılda yok edilen mimari yapılar? Tartışmasız yok edilen eserlerle ilgili rakamları derlense korkunç bir son ortaya çıkar. Irkçılık doğası gereği hoşgörü yoksunudur, yakıp yıkma üzerine kendisini var etmeyi esas almaktadır. Kendini tüm ötekilerden üstün tutma düşüncesine dayandığı için bütün üretimi de geçmişini yüceltmek, diğerlerini yok saymak, küçümsemek esaslı olacaktır.
Dünyanın Sanatçısı Olmak
Türkiye örneğine bakalım, kendisini “milliyetçi” olarak tanımlayan esasında ırkçı olan insanlardan ülke dışında sanatçı olarak kabul edilen kişi var mıdır? Edebiyat alanında kitapları başka dillere çevrilen farklı ülkelerde okur kitlelerine ulaşan örnek yok diye biliyorum. Peki, müzik, resim, sinema, tiyatro alanında uluslararası kabul görmüş birileri var mı? Ne yazık ki yok, olması da mümkün değildir. Çünkü ırkçılık sanatın prangasıdır. Prangaya vurulmuş bir insan nasıl bulunduğu noktanın dışına çıkamıyorsa, prangaya vurulmuş sanat da aynı çemberde dönüp duracaktır. Kendi boynuna geçirdiği zincirlerin kölesi olacaktır.
Dünyanın çeşitli dillerine eserleri çevrilmiş, uluslararası tanınırlığı olan başta Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal olmak üzere onlarca sol kimlikli yazarı ya da liberal yazarlar Pınar Kür, Oya Baydar, Orhan Pamuk ve Ahmet Ümit’i bir çırpıda sayabilirken kendisini milliyetçi olarak tanıtan kişi / yazar bulamayız. Birkaçını burada andığım sanatçılar, ırkçılığı değil özgürlüğün, sosyalizmin ve dünyanın sanatçısı olmayı seçmişlerdir. Irkçılık yapan kişilerin ötekileştirdiği toplumlar tarafından kabul görmesi de beklenilmez.
A.Yağmur Tunalı, Milliyetçiliğin Sanatla İmtihanı adlı makalesinde şunları yazmıştır: “Milliyetçilik, entelektüel bir fikir hareketidir. Milletin değerlerine dayanır, çağın vasıtaları, ölçüleri üzerinde yükselir ve yükseltilir. Yirminci asrın başında tam manasıyla şekillenen Türk Milliyetçiliği böyledir. Adı konmadan var olan, yaşanan daha önceki milliyetçiliklerimiz de öyledir.” Buradaki tanıma baktığımızda insanlığa dair bir şey yok, var olan tek şey ‘üstünlük ve değer’ fikridir. Sanatta kendini ötekilerden üstün görürsen, değerlere bağlı kalarak üretmeye çalışırsan tıpkı mehteran bölüğü gibi olduğun yerde iki ileri bir geri sayıp durursun. Oysa sanatçı özgür ruhludur, aykırıdır. O dar kalıplara sığdırıldığında boğulup kalır. Tunalı’nın makalesinde atıfta bulunduğu diğer milliyetçi yazarlara (M. Akif Ersoy, N. Atsız, Y. Öztuna, vb.) baktığımızda da kendileri dışında kimseye dair tek söz etmemişlerdir. Milliyetçiliğe ve ürettiklerine övgüler dizdikten sonra niyetten bağımsız olsa da: “1960’larda, yine entelektüel bir milliyetçilik vardır ama kültür sanat alanı artık solun mutlak hâkimiyetindedir. 1950’den itibaren sağ iktidarlarla yönetilmemize rağmen, kültür-sanat meselelerine ilgisizlikleri yüzünden kültürel iktidar soldadır ve hiç değişmemiştir.” diyerek yukarıda sözünü ettiğimiz ‘milliyetçilik ya da ırkçılık sanatın prangasıdır’ sözümüzü doğrulamış olmaktadır.
Irkçılığın Sanata Bakışı: Goebbels
Konuya Nazım’dan hatırlatmalarla devam edelim. İtalya’nın, Habeşistan’a saldırısı karşısında yazdığı “Taranta Babu” ve Alman faşizmine karşı savaşırken 1941 yılında Alman ordusuna esir düşerek türlü işkenceler sonrasında asılan Zoya Kosmodemyanskaya için yazdığı “Tanya” şiirleri enternasyonal dayanışmanın iyi birer örnekleridir. Aynı şekilde Nazım Bursa Cezaevi’ndeyken onunla dayanışan Paris’te kurulan Nazım Hikmet’i Kurtarma Komitesinde yer alan veya destek veren Paul Eluard, Pablo Neruda, Joliot Curie, Jean- Paul Sartre, Pablo Picasso, Bertolt Brecht… Bunlar gibi sayısız yazar, ressam, şair, müzisyen insanlık tarihinde unutulmaz izler bırakan sanatçılardır. Bu sanatçıların pek çok kez kendi ülke iktidarlarının diğer halklara yaptıklarının karşısında olduklarını da hatırlayalım.
Irkçılık, Apartheid düşünceye dayanmaktadır. Apartheid denince aklımıza “insanları ırksal veya etnik kriterlere göre ayırma fikri üzerine kurulu” bir düzen gelmektedir. Kimse alınmasın diye bilinen en iyi örneğini Güney Afrika Cumhuriyeti yönetimi uygulamalarını hatırlatmakla yetinelim. Alman faşizminin propaganda bakanı Goebbels’in “Kültür lafını duyunca tabancamın emniyetini açıyorum.” sözü ırkçıların sanata bakışının en yalın iadesidir.
Özetlersek sanat ile ırkçılık bir arada olmaz. Irkçılık sanatın önündeki en büyük engellerden biridir. Sanat özgür düşünceden, yeniden yanadır. Sanatçı mücadelecidir. Mücadele ise sanatçıyı güçlendirecek ve insanlığa kazandıracaktır.
Turan FIRAT