Son zamanlarda roman, biyografi, dizi, sinema vb. dolu kültürel ve sanatsal ürün, çığırından çıkmışçasına ortaya konuluyor. Siyasal iktidarı elinde tutanların emperyal ve kapitalist emellerine destek vermek adına bütün ırkçı, milliyetçi, homofobik söylemler, bu yapıtların sahiplerince topluma boca ediliyor.
Yazıma birkaç alıntı ile girerek ırkçılık ideolojisinin düşün insanlarında nasıl şekillendiğini göstermek istiyorum. Böylece 21. yüzyılda hâlâ devam eden ırkçılık ideolojisinin dokusunu biraz görmüş olacağız.
“Yönetenle yönetilenin birleşmesi de tıpkı bunun kadar gereklidir; bunların bir araya gelmelerinden amaç, ortak güvenliklerin korunmasıdır. Çünkü gereken şeyleri zekâsıyla önceden görebilen bir kimse, doğaca yönetici ve efendidir, oysa beden gücüyle bunları yapabilen bir kimse doğaca köledir, yönetilenlerden biridir.” (Aristoteles, Politika)
“Yine, erkekle dişi arasında, önceki doğadan üstün, beriki aşağı bir uyruktur. Bu genel olarak tüm insanlık için de geçerlidir. Bundan ötürü diyebiliriz ki, iki insan topluluğu arasında, zihinle beden ya da insanla hayvan arasındaki kadar geniş bir ayrılık olan her yerde, işleri bedenlerinin kullanımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi bir şey beklenemeyecek olanlar, bence doğadan köledir. […] ‘Doğadan köle’ bir başkasına bağlı olabilen, dolayısıyla da bağlı olan ve akıl yürütme yetisinden anlayacak kadar pay alan, ama ona sahip olacak kadar pay almayan bir kimsedir. […] Kölelerin kullanılması da, evcil hayvanlarınkinden hiç ayrılmaz; biz her ikisinden de bedensel gereksinmelerimizin giderilmesinde yararlanırız. Bu durumda, doğa özgür kişilerle kölelerin bedenlerini ayrı ayrı yapmayı amaçlamıştır.” (Aristoteles, Politika)
Aristoteles site devletlerinin ideolojik yapısını belirleyen en önemli düşün insanıdır. Site devletlerinin yöneticisinin nasıllığını belirlerken yöneten ve yönetilen ilişkisini de belirlemiştir. İnsanlık tarihinde keskin bir şekilde kafa kol emeğinin ayrışması köle emeğine dayalı Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. Böylece “alt toplumlar veya sınıflar yönetme kabiliyetine sahip değiller” anlayışı da belirginleşmiştir. Bu ayrışımla birlikte ırkçı düşüncenin temelleri atılmıştır. Bir yanı halkları köleleştirmenin meşrutiyetinin ideolojisini sağlarken diğer yandan kölelere yönelik sınıf ırkçılığında temelleri bu süreçte atılmıştır.
Aslında ırkçılık ideolojisinin merkezinde yoğun sömürüyle ortaya çıkan köle emeğinin gizleme ideolojisi vardır. Aristoteles’in onlar insan değil veya makinedir söylemi Atina sitesindeki yoğunlaşmış köle emeğini saklama anlayışıdır. Aristoteles bir adım ileri gider; sosyal varlık olmadığını söylerken devletle ezilen sınıf arasındaki bağın nasıl kurulması gerektiğini de gösterir. Köle emeğinin yoğun sömürülmesi üzerinden var olan devlet böylece onların yerlerini de belirlemiş olur.
Hegel’in kaynaklık ettiği burjuva felsefesine göre insan ancak Alman devleti içinde insanlaşır. Hegel insanlaşmayı, bir kurumsallık içinde görür. Eğer ki bir kurum içindeysen uygarlıktan pay alıyorsun, yoksa insanlaşamazsın. Ancak ve ancak Alman devletinin ideolojik boyutu içinde insanlaşırsın. Hegel’in bu söylemi, Aristoteles’ten gelen bir söylem. Aristoteles, insanı toplumsal bir varlık olarak görür. Bu toplumsal varlık olarak görmesinin nedeni, insanın bir siyaset kurum içinde kültürel birikimle varlık olmasıyla ilgilidir. Aristoteles’in Politika kitabının temel tezi budur. İnsanın kültürel bir varlık olmasının şartı, site devleti içinde varlığıyla ilgilidir. Site devleti içindeysen insansın, site devleti dışındaysan insan değilsin. Barbar sözcüğünün kökeni Aristoteles’e dayandırılır. Bunu temellendirme nedeni, bizim vır vır söylemini karşılar. Aristoteles’te yabancılar ve köleler için bu barbar ne konuşuyor, der. Ona göre o konuşma dil değil, bağırtı, çağırtı. Dil bile site devleti içinde eğitilir, barbarlığını yitirir, uygarlaşır. İnsan insanileşir. İnsan bir medeniyet içinde, site devleti veya Hegel’e göre Alman devleti içinde insanileşir. İnsanın toplumsal bir varlık olması onun ancak ve ancak site veya devlet içinde varlığıyla ilgilidir. Yoksa insan sosyalleşemez toplumsal bir varlık olamaz. Günümüzde ise teknikle insanileşmeyi iç içe koyup veriyorlar. Yeni ırkçılığın bir yanı budur. Hem ülkeler bazında altyapın varsa, uçak üretebiliyorsan, uzay teknolojin varsa insansın. Bilgisayarın, hızlı trenin, akıllı telefonun, kumandalı aletlerin, asansörlerin, üst geçitlerin, tünellerin varsa uygarsın ve insansın.
Eskiden Yahudilere domuz derlerdi 1800’lerden önce, Domuz Yahudi. Ama devletsiz çoğu halka hayvan muamelesi yapılırdı. Sadece Çingenelere mi, hayır Göçer halkların çoğuna. Osmanlı zaten o yüzden Türklerden uzaklaştı. Bugün hâlâ göçerlere insan olarak bakılmaz, Alevilere de. Çünkü bir kurum içinde varlık değiller. Varlık (insan) olmanın yolu bir kurum içinde varlık olmaktan geçer. Genellikle, Çingeneler, Yahudiler, Göçerler şehir içine alınmaz, şehrin girişinde bir bölgede tutulur. Bir çeşit karantina bölgesidir bu. O bölgede bazen cüzzamlılar ve deliler de tutulur. Günümüzde hâlâ bu anlayış devam ediyor. Yoksul grupların çoğu şehrin merkezinden uzak yerlerde tutulur. Avrupa’da ve ülkemizde göçmen ve mülteci kampları şehrin dışındadır. Bir çeşit karantinaya alınmış gibidirler. Onların şehir içine girip dolaşması yasaktır ancak bir izinle olur veya bir kontrolle. Çünkü onlar var olan siyasi kurumlara göre denetlenmesi gereken sürü hayvanlarıdır. Zaten çoğu hastalıkların nedeni olarak bu gruplar gösterilir; Avrupa’da vebanın nedeni olarak Çingeneler ve Yahudiler gösterilmiştir.
Yahudilere ve Çingenelere hayvan muamelesinin bir nedeni de bir devletlerinin olmaması. Yani devleti olmayan insan, insan değildir. Böyle bir kurumları olmadıkları için öldürülmeleri hak olarak görüldüğü gibi toplumsal denetimi yapmanın yolu da bu gruplara yönelik devlet terörünü meşrulaştırmaktır. İkinci Paylaşım Savaşı’nda bu kadar Yahudi ve Çingenenin öldürülmesinin bir nedeni arkasındaki bu ideolojik boyuttur. Bir devlet içinde olmayan o devletin kurumlarını tanımayan o devletin yöneticilerine göre bu topluluklar zaten insan değil, hayvandır. Toplumsal varlık olmanın tek yolu devlet içinde olmaktan geçer. Bu olgunun bir yanı ta Antik Çağ’da ortaya çıkan sınıf ırkçılığın ve halklara dair ırkçılığın günümüzde şekillenmesidir. Sınıf ırkçılığı derken dünya bu anlamda ikiye bölünmüştür. Bilakis yeni sömürge ve sömürge ülkelerde yaygınlaşmış teneke mahallerde, gecekondularda, gettolarda yaşayan yoksul topluluklar ve işçi sınıfı. Diğer yanda güvenlikli sitelerde, saraylarda, villalarda, büyük binalarda yaşayan yönetici ve sermaye sınıfı. Bugün burjuva ideolojisi faşizme sebep olan ırkçılık, ötekileştirme ideolojisini hâlâ içinde taşır. Yine başa dönersek varlık olmak günümüzde, bir devlet içinde olmak olduğu gibi devletin sunduğu teknikle iç içe yaşamaya dönüşmüştür. Uygarlık tekniğe indirgenmiştir. Kapitalist kültür bu ideolojik boyutun şekillenmesini sağlamıştır. Metalar dünyasında olmak ile varlık olmak iç içe geçirilir. Bu metalar dünyasında varsan varlıksın, yani insansın. Bütün bu satışa yönelik reklamlar, tanıtımlar kapitalist meta pazarının sürekli canlı tutulmasının nedeni, insanlaşmayla meta almanın ideolojik olarak iç içe geçmesidir. İnsan olmanın veya ülke olmanın boyutu kapitalist metalarla ilişki içinde belirlenir olmuştur. Yeni ırkçılığı veya milliyetçiliği sürekli tetikleyen bir olgudur bu.
“Modern ırk kavramının, bir ayrımcılık ve hor görme söyleminde yer alışı, insanlığı ‘üst-insanlık’ ve ‘alt-insanlık’ olarak bölüşüyle, başlangıçta ulusal (ya da etnik) bir gösterime değil, sınıfsal bir gösterime, daha doğrusu (toplumsal sınıf eşitsizliğini yaratılıştan gelen bir eşitsizlik olarak sunmak söz konusu olduğu için) bir kast gösterimine sahip olduğunu birçok ırkçılık tarihçisi vurgulamıştır (bunlar arasında Poliakov, Michele Duchet ve Madeleine Reberioux, Colette Guillaumin ve modem kölelik konusundaki çalışmasıyla E. Williams vardır). Bu açıdan, ırk kavramının çifte kökeni vardır: Bir yanda aileden soylu olanların üstün bir ‘ırk’ olarak aristokratik temsili (yani gerçekte, egemenliği artık tehdit altında olan bir aristokrasinin siyasal ayrıcalıklarının meşruiyetini güvenceye almasını ve soyağacının kuşkulu sürekliliğini idealleştirmesini sağlayan mitsel bir anlatı); diğer yanda ise zaten her zaman tutsaklığa mahkûm olan ve özerk bir uygarlık kurmaktan aciz, aşağı ‘ırk’ muamelesine maruz kalan toplulukların kölelik yanlısı bir şekilde temsil edilmeleri vardır. Kan, derinin rengi, melezlik söylemleri buradan kaynaklanmaktadır. Irk kavramının, art arda gelen metamorfozlarının başlangıç noktası olan milliyetçi karmaşıkla bütünleşmek üzere ‘etnikleşmesi’ çok daha sonra gerçekleşmiştir. Şu hâlde tarihin ırkçı temsillerinin baştan beri, sınıf mücadeleleriyle ilişkili olduklarını göstermiş oluruz. Fakat ırk kavramının evriliş biçimini ve milliyetçiliğin “sınıf ırkçılığının” ilk şekillerinden beri etkisini, diğer bir deyişle siyasal belirlemesini incelemezsek bu olguya gereken önemi veremeyiz.” (1)
Beden ile akıl arasındaki çelişki köleci toplumda ortaya çıkmıştır. Bu düşüncenin ideolojik söylemi Antik Yunan’a dayanır. Antik Yunan köle emeğini hiçleştirirken yerine aristokrat kültüre dayalı emeğin yöneticiliği görevini ‘akıl’a verir. Yönetici sınıf düşünen sınıftır ve aklı temsil eder. Köleler ise emeği ve bedensel gücü temsil eder. Köleler yönetilmek için yaratılmış makinenin uzantısı ve akıl melekesi olmayan bir varlıktır. Yönetilenlerle yönetenler arasındaki bu ortaya çıkan çelişki köle emeğini kontrol altında tutmak ve emeği denetlemek için ortaya çıkmıştır. Bu çelişki aynı zamanda teori ve pratik arasındaki çelişki emek sermaye çelişkisidir. Bedenin küçümsenmesi ve akıldan kopartılması yönetici sınıfların bilinçli geliştirdiği ideolojidir. Günümüz dünyasında bu durum hâlâ yoğunlukla devam ediyordur. Bir çeşit sınıf ırkçılığı diyebileceğimiz bu durum işçi sınıfında yönetme kabiliyeti yoktur ideolojisini belirgin hale getirtir. Bu düşünce genelleştiğinde halkın yönetme kabiliyeti yoktur anlayışına dönüşür. Böylece teori üretimi, planlama, uygulama, hayata geçirme işi yönetici sınıfa ait olur. Emekçiler sadece emek üretir. Bu beden ve akıl arasındaki suni çelişki ne yazık ki Marksist hareketlerde hâlâ yoğun bir şekilde devam ediyor. Bilakis Çin Devrimi’yle birlikte teori ve pratik arasında Marksizm’e uymayacak bir açılım olmuştur. Kadrolar teoriyi üretir halk bu teoriye uyar. Bu teorik kadro hiçbir şekilde eyleme katılmaz eylemi daha çok teorik kadrolar dışındaki kadrolar yapar. Bu tuhaf ast üst ilişkisi veya beden ve akıl parçalanması hâlâ Çin Devrimi’nden beslenen bazı Marksist hareketlerde devam ediyor. Köle ideolojisinin günümüzde farklı şekilde yansımasından başka bir şey değildir bu.
Marks kapitalist toplumun yıkılışı ve komünist toplumun kuruluşunu, devletin sönümlenmesi olarak kor. Devletin sönümlenmesi demek bütün devletlerin ve devletleri yapan kurumları yok olması veya sönümlenmesidir. Sovyetler, bu ideolojik boyutu yıkamadığı gibi daha çok insanın bürokratik yaşama katıldığı bir toplumsallık yarattı. Emek sermaye çelişkisini ortadan kaldırmakla devletin sönümlenmesini ve devleti bürokratik mekanizmasını ortadan kaldırmak iç içe geçmiş bir birlik halinde olmalıdır. Marksist siyasal hareketler olarak bunu yapmadığınız sürece sürekli işçi sınıfının emeğine el koyan bir bürokratik mekanizma yaratılacağımız gibi kafa kol emeğinin ortaya çıkardığı çelişkinin devamı olan beyin beden çelişkisinin sürekliliği sağlanmış olur. Bu da yöneten ve yönetilen sınıfların varlığı üzerinden sömürü sisteminin devamlılığına yarar.
…
“Zenci ırkı, bizimkinden oldukça farklı bir insan soyu, tıpkı spanyelin yaban köpeğinden farklı olduğu gibi. Onların zekasının sadece bizimkinden farklı olduğu söylenemez, onların zekâsı bizimkinin oldukça altında.” (Voltaire, Essai sur les moeurs)
“Locke sadece bir kedi ile fare örneğini gördüğünü aktarmakla yetinmemiş, kadınların mandril maymunlarından hamile kaldıkları iddialarını da sıklıkla vurgulamıştır. Kaynağı Afrika olan bu iddialar, Afrika halklarının insanlık âleminin diğer üyeleriyle bağlarının çözülmesinde de etkili olmuştur.” (2)
“Irkların kaynaştırılması önerilmeli mi? Irklar birbiri içinde erimezler ve eritilmemelidirler. Beyazlar alçalırlar. Çünkü her ırk Avrupalıların geleneklerine ve ahlaki değerlerine uyum sağlayamaz.” (Immanuel Kant)
“Laponya sakinlerini pençesine alan ayaz ve Afrika’nın kızgın sıcağı, öyle güçlü kuvvetlerdir ki insan bunlara direnemez; dolayısıyla tin özgürce hareket etmeyi başaramaz ve gerçeğe tam olarak hükmetmenin önkoşulu ve kaynağı olan zenginliğe ulaşamaz.” (Hegel)
Şimdi yazıma Robert Bennusconi’nin Hegel değerlendirmesiyle devam edeyim.
“Dünya Tarihi Felsefesi Üstüne Dersler’inde çizdiği Afrikalı portresinin bir tür özetini, ırklar arasında yaptığı bölümlemeyi açıklayıcı bir parça olarak sunmuştur. İlkin, Siyahlar (die Neger) naivlikleri (Unbefangenheit) içinde çocuksu insanlardır. İkincisi, doğru olup olmadığına kafa yormadan kendilerinin satılmasına izin verirler; özgürlük dürtüsü (Trieb) taşımazlar. Üçüncüsü, bu çocuksuluk onların dinlerine de yansımıştır. Daha üstün olanı duyumsarlar ama muhafaza etmeyi bilmezler. Daha üstün olanı taşa çevirirler ve böylece onu fetiş haline getirirler. Buna rağmen, eğer onları hayal kırıklığına uğratırsa fetişi fırlatıp atarlar. Dördüncü olarak, durgun halde iken iyi huylu ve zararsız oldukları halde uyandıklarında birdenbire korkunç gaddarlıklar yaparlar. Beşincisi, Hıristiyanlığa şükranla uyum sağlamalarından da görüldüğü gibi, eğitilebilir (Bildung) oldukları ve elde ettikleri zaman özgürlükten hoşnut kaldıkları halde bir kültür (Kultur) eğilimi {Trieb) taşımazlar: Tinleri uyuşuktur ve gelişme göstermez. Ansiklopedi derslerinde salt özet biçiminde anlatılmış olan bütün bu özellikler, Dünya Tarihi Felsefesi Üstüne Dersler’de Afrika tininin özbilincinin kipinin kendine özgü yapılarına daha fazla dikkat edilerek ele alınmış ve biraz önce incelediğim betimlemeleri destekleyecek şekilde anlatılmıştır. Hegel’in kolayca ulaşabileceği bol miktarda korkunç Afrika hikâyesi vardı, ama onun kendisini bunlarla sınırlamak istemediği anlaşılıyor. Hegel’in, Afrikalı karakteri yorumlayışını desteklesinler diye tüm bu betimlemeleri çarpıtması ve abartması gerekli miydi? Yoksa bu değişiklikleri tamamen nedensiz mi yapmıştı? Eğer bu soru gerçekten cevaplanacaksa ancak Hegel’in bu abartma ve çarpıtmalara daha büyük argümanı bağlamında ne iş yaptırdığı incelenerek cevaplanabilir.” (3)
Kapitalist devletlerin ortaya çıkışı iç içe geçmiş kapitalist ulus devletlerin çıkışıyla birliktedir. Bu çıkış dünya çapında sömürgeleştirme ve kolonizasyon süreçleriyle şekillenmiştir. Kıta Avrupası’nda yoğun sömürge ilişkileri, var olan diğer sömürgeleştirilen halklara dair ırkçı söylemlerin yükselmesine neden olmuştur. Köleci toplumun önemli nüvesi olan Antik Yunan’da şekillenen kölelere uygulanan baskı, şiddet ve söylem hızlı bir şekilde dünyayı sömürgeleştiren devletler tarafından yaygınlaştırılmıştır. Sömürenin ideolojik üstünlük sağlamasını sağlayan dil ve kurumsallığın önemli bir cephanesi Antik Yunan’dan gelmiştir. Bu ideolojik tavır Avrupa merkezli bir dünya anlayışının şekillenmesini sağlamıştır. Bir yandan işgal edilen yerler, yeni kolonizasyona açılan kıtalar sömürgeleştirilen halklara dair yoğun ırkçı ve milliyetçi söylemin toplumsal baskı aygıtlarının ve halkların katliamlarına varan uygulamaları ortaya çıkarmıştır.
Hegel felsefeyi Antik Yunan’dan başlatırken, özgürlük güdüsünün sadece Hristiyan halklarda var olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Ona göre özgürlük anlayışı ve felsefe yapma güdüsü yalnızca Avrupai halklarda vardır. Antik Yunan, Roma devletleri özgürlük ideolojisinin geliştiği merkezler olmuştur. Kültürün merkezi Roma ve Antik Yunan’dır. Diğer halklarda özgürlük güdüsü bulunmaz, bu halklar bu anlamda köleleştirmeye, sömürgeleştirilmeye müsait halklardır. Avrupa merkezli düşünce dediğimizde bu durumu da algılamak zorundayız. Aydınlanmanın merkezi olarak görünen Avrupa aynı zamanda köleleştirme ve sömürgeleştirme ideolojisinin merkezidir. Avrupa merkezli çoğu düşünür aynı zamanda ırkçılığın kök salmasını sağlamıştır. Yukarıdaki alıntılar bu durumu bize net göstermelidir.
İnsanlık tarihinin önemli durağı olan Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Çin, Hindistan Avrupa merkezli ideolojiyle dışlanış uygarlıkların ve kültürel varlık olarak var olmanın bütün ayakları kıta Avrupa’sına dayandırılmıştır. Martin Bernal’ın Kara Atena’sı, Samir Amin’in ve benzerlerinin kitapları Avrupa merkezli ideolojinin propagandalarını çürüten önemli eserlerdir. Antik Yunan’ın dil yapısının Anadolu ve Mezopotamya merkezli olduğu ispatlanmıştır. Antik Yunan filozoflarının felsefe yapmak için doğu halklarının kültür alanlarından kopmadığı bilinen bir gerçektir. Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in kendi uygarlıklarını küçümserken Mısır uygarlığına övgüler dizdiği onlarca metin vardır. Antik Yunan Felsefesinin önemli durağı olan yedi bilgeden bir sayılan Pisagor’un Suriye asıllı olduğu çoğu kaynakta geçer. Yedi bilgenin çoğunun Anadolulu olduğu bilinir. Bunun yanında Antik Yunan’daki yönetici sınıfın ve filozofların kökenlerinin Dor ve Aka akınlarıyla ve o bölgeyi işgal etmiş halklar olduğu çoğu kaynakta belirtilir. Bütün bunlara rağmen Avrupa merkezli ideoloji dünyanın tek sahibi kendileriymiş gibi ideolojilerini üretirken dünyanın korkunç bir şekilde ırkçılık ve milliyetçilik sanrısına kapılmasını sağlamıştır. Ta baştan dünya mirasını sahiplenen Avrupa’daki kapitalist devletler, ortak dünya halkları mirasını kendi mirasıymış gibi dünyaya sunmuş; milliyetçi ve ırkçı söylemleriyle insanlığın evrensel mirası olan dünya kültürel tarihinin tek varisi kendileriymiş gibi hareket etmişlerdir. Sadece bunla kalsalar iyi. Dünya da ortaya çıkan kültürel mirasların çoğuna çalarak veya var olan toplulukları yanıltarak kandırarak kendi ülkelerine götürmüşlerdir. Hala Perslerin, Osmanlıların, Mısırlıların ve dünyadaki çoğu halkın kültürel mirasları Avrupa müzelerinde, kütüphanelerindedir.
Robert Bennasconi ile sözü bağlayayım.
“Filozofların ırkçılığın kurumsallaşmasına nasıl katkıda bulunduklarıyla ve bu konuyu nasıl ele aldıklarıyla ilgileniyorum. Felsefeyi bir Yunan icadı olarak sunan ve felsefenin özünü oluşturan belli başlı anlan Batı ile sınırlayan felsefi kanonun belli bir etno-merkeziyetçiliği kurumsallaştırdığına dair çok şey yazıldı son yıllarda. On sekizinci yüzyıldaki felsefe tarihlerinin Hint, Çin, Mısır, vs. düşüncesini henüz hâlâ doğallıkla kapsadıkları gerçeği, on dokuzuncu yüzyılın başında yenilenen felsefi kanonun daha fazla sorgulanmayı gerektiren bir Avrupa kavrayışıyla sınırlı olduğunu ortaya koymaktadır. Felsefe tarihinin bir anlatıymış gibi sunuluşu içinde kanonun bu şekilde kavranmasının halen büyük ölçüde el değmemiş olarak kaldığı düşünüldüğünde, sınırlılıkla ilgili tespitimiz daha da doğru hale gelecektir.”
…
“Fanon’a göre köken itibariyle biyolojik belirlenmiş ırkçılık artık yerini kültürel ırkçılığa bırakmıştır. Kültürel ırkçılık ise bireyleri değil, “belirli bir varoluş formu”nu hedef almaktadır. Irkçılık belli bir halkın sistematik baskı altında tutulması bütünü içinde, bütünün bir parçası olan elementtir. Dolayısıyla ırkçılık, bir ulusal coğrafyanın fethedilmesinde ve ora halkının baskı altında tutulmasında sömürgeci politikaların entegre temel unsurudur.” (5)
Yine Sinan Özbek yazısında Memmi ve Alex Callinicos’dan alıntı yapar.
“Memmi, heterofobi kavramıyla bir başka terminolojik sorunun da çözülebileceği görüşündedir: Gençlerin, kadınların, eşcinsellerin, biseksüellerin ve özürlülerin aşağılanması, dışlanması ırkçılık kapsamında değil, heterofobi bağlamında ele alınmalıdır. Dahası bu kavram daha da verimli bir hale getirilip, Yahudi düşmanlığı yerine Yahudifobi, Arap düşmanlığı yerine Arapfobi vb. türetilebilir.
Sonuç olarak ırkçılık; sadece biyolojik niteliklere, ayrılıklara işaret ederek, yabancı olanın dışlanması, heterofobi ise biyolojik olan gösterenin dışında, her türlü farklılıkla temellendirilen dışlamadır. Bütün bunlardan sonra Memmi, elini taşın altına koymak istemediğini, söylediklerinin tartışmaya açık olduğunu ekler.” (6)
“Alex Callinicos, daha net bir tutumla, ırkçılığın kapitalizmin dünya ölçeğinde üretim tarzı olmasıyla ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Irkçılığın ortaya çıkışı, 17. ve 18. Yüzyılda köle emeğinin kullanılması sürecine bağlı olarak görülmelidir. Özellikle bu dönemde sömürgelerdeki plantajlarda önemli bir işçi yoğunlaşması yaşanmıştır. Irkçılık da plantaj aristokrasisi denebilecek bir sınıfın ideolojisi olarak şekillenmeye başlar. Yenidünya’daki sistemli kölecilikle, ırkçılık ideolojisi at başı gider.” (7)
Milliyetçilik ve ırkçılık söylemlerini bir hastalık olarak görenler çok. Hitler’i deli veya psikolojik sorunları olan bir deli olarak görenler de. Milliyetçilik veya ırkçılık dendi mi, bir kanserli urdan bahsedenler artar. Bütün bu söylemler ırkçılık ve milliyetçilik ideolojisinin üstünü örtmekten başka bir işe yaramazken bu ideolojik sorunların nedenlerini başka alanlarda aramaya yönlendirir insanları. Oysa gündelik hayatımızın her alanında ırkçılık, homofobi ve yeni ırkçılık yaygındır. Ülkemizde yoğun bir şekilde ırkçı ve milliyetçi söylem devam ederken büyük çoğunluk hâlâ ırkçı veya milliyetçi olarak kendilerine bakmaktan daha çok, Hitler ve Mussolini’yi anlıyor.
Oysa biyolojik ırkçılık (kafatasçılık) süreci bitmiştir. Günümüzde ırkçılık kültürel ve bedensel üstünlük kılıfıyla devam ediyor. Büyük ulus, güçlü ulus söylemi artık ırkçılığı besleyen kaynak olduğu gibi sömürgeleşen ve sömürülen dünyasını da belirliyor.
Futbol sadece bir endüstri olarak görünmemeli. Aynı zamanda bir aidiyet yaratma alanıdır. Bu aidiyet sınıflar üstü bir ideolojinin sürekli varlığını sağlarken, sınıfsal çatışmaların olmadığı bir toplumsal durumu genelleştirir. Böylece oyun sınıflar arası çatışmayı engellerken, bir yandan toplumsal deşarjı sağlar. Böylece oyunun toplumsal işlevi egemen sınıfın hizmetine girer. Fakat oyun bu kadarla kalmaz etkilediği kitlesel tabanın genişliği ister istemez egemen ideolojinin kullanım alanına girer. Milliyetçi, ırkçı, dinsel söylemler egemen ideolojinin hegemonyasıyla birlikte oyun içinde yer alır. Böylece oyun alanı ideolojik söylemlerin şekillendiği alanlara dönüşür. Milliyetçilik, dinsellik söylemi sürekli diğer toplumları aşağılayan ve kendine kültürel, bedensel üstünlük sağlayan bir ideolojiyle şekillenir. İşte bu oyun alanında yeni ırkçılığın (homofobilerin) çıktığı alanlar olur.
Bir zamanlar destanlar işlev olarak kahramanlık hikayeleri olarak görünse de süreçle toplumsal milliyetçilik ve ırkçılığın dayandığı alanlar olarak var oldular. Ulusun varlığı bu destanlaşma ile şekillenir. Cumhuriyetle birlikte bu masal ve mit anlatma alanına daha çok romanlar girmiştir. Fakat şiirler destan biçiminde olmasa da milliyetçi ve ırkçı söylemleri içinde sürekli taşımıştır. Cumhuriyet edebiyatının önemli bir kısmı bu romanlar, hikayeler, şiirlerle dolmuştur. Günümüzde ise çoğu yazar bu alanlara el atmıştır. Bütün bu tarihsel anlatılar içinde şekillenen hikayeler, romanlar, tarihsel otobiyografiler yeniden destansı anlatımın farklı bir biçimde ortaya çıkmasını sağlarken, toplumun ve insanın tarihini nesnel bir şekilde algılamasını engeller. Bütün bu anlatılar milliyetçilik ve yeni ırkçılığın üretim alanları olur. Egemen sınıfların ideolojik düşüncesi Türk-İslam sentezi bu romanlarda belirgin bir öz kazanır. Egemen ideolojinin daha güçlenmesini sağlar.
Cumhuriyet edebiyatı ırkçı ve milliyetçi söylemle doludur. Bütün bu edebiyatın köklü bir şekilde eleştirilmesi yeni edebiyatı yaratacak devrimci sanatçıların görevidir. Sadece sağ değil sol da milliyetçi ve ırkçı söylemin üreticisi olmuştur. Bu konuya uzun uzun girmek şu an için imkansızdır. Murat Belge’nin “Genesis Büyük Tarihi Anlatı ve Türklerin Kökeni” kitabı bu anlamda ilginçtir. Şimdilik sadece Kemal Tahir’e ilişkin alıntı yapıyorum. Sol olarak göründüğü için.
“Ama bu ‘derinden akan’ milliyetçilik, tanımı gereği, Kemal Tahir’in düşünüp taşınarak yazdığı ‘pasaj’lardan çok, geçerken söylenmiş sözlerde kendini açığa vurmaktadır. Kitabın en kötü adamlarından biri olan Pervane için, durup dururken, ‘Ne milletten olduğu belirsiz Pervane Subaşı kıyıcı olduğu kadar da ödlekti’ (s. 361) diye bir cümle geçiverir. Belli ki bu sıfatların hepsi aynı şekilde kötü ve muhtemelen ‘belirsiz’lik ötekilerin kaynağıdır.
Gene böyle laf arasında, özellikle Çingene’yi küçümseyen sözleri düşünmeden söyleyiverir (s. 271, 272, 274, 286): ‘Bildiğin çingen milleti… -Dur aman… Yoksama Hopop, kız gezdiren çingen mi?” (s. 268). Ya da şu sözler: “Alışar Beye noldu ki senin gibi bir çingenin kuyruğu altına sinmekte… çıksın ortaya… Ferman sözü çingen ağzına yaraşmaz.’ (s. 366). Bu ‘çingen’ denilen, milleti ‘belirsiz’ Pervane’dir!” (8)
Osmanlı devletinin parçalanması süreciyle birlikte şekillenen ulusallaşmayla birlikte Türklük ideolojisi egemen olmuştur. Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte ve cumhuriyetin kuruluşunda sonra çoğu halklar, etnik gruplar katliamlara uğramış ve şiddet politikaları süreklilik kazanmıştır. Bu davranışları haklı çıkaran söylemler ve tarih yazımları halklar arasındaki nefreti körüklediği gibi milliyetçi ve ırkçı söylemlerin hayatın her yanına yayılmasını sağlamıştır. Genel toplumsal yaşamın nefret ideolojisiyle ve homofobiyle sürekli var olması toplumsal yaşamın bütün dengelerini bozmuştur.
Ülkemizde yoğun bir ırkçı söylem var. Bu ırkçılık söylemin doğal olarak ekonomik politik nedenleri var. Türklüğün güçlü bir ırka dayandığı söylemi tarih yazımının aksine devam ediyor. Bu çelişki anlaşılması zor bir çelişki. Bir yandan hep başka halklardan kadın alınmış ve padişahlar, kağanlar her zaman başka halklardan kadın almayı savunmuş ve başka halklardan eş seçmişlerdir. Toplulukların ve savaşçıların diğer halklarla kaynaşmasını bir çeşit birleşerek gelişilecek bir savaş taktiği olarak görmüşlerdir. Tarihin hiçbir anında saf bir Türk toplumundan söz etmenin imkânı yok gibidir. Sadece Osmanlı sarayında vezirler ve yöneticiler başka halklardan seçilmemiştir. Kurulan çoğu Türk devletinin yönetici sınıfı ve devlet kadroları başka halklardandır. Varlıklarının devamını ve devleti, imparatorlukları yönetilmenin tek yolunu başka halklarla birleşmek olarak görmüş gibiler. Padişahları eşlerinin önemli kısmı yabancı halklara aittir veya kölelerden seçilmiştir. Soy ve şecere oluşturmanın temel ayağı başka halklardan eş almakla iç içe olduğuna inanmışlar ve ancak imparatorluğun veya devletin bu şekilde ayakta kalacağını düşünmüşler. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta kalmasının en önemli nedeni olan gayrimüslim halklara dayanan beşi birlik düzeni üzerinden şekillenen yeniçeri ocağıdır. Bütün bunlara işgal edilmiş veya genel milliyetçi ağızla söyleyecek olursak “yurt” edinilmiş bu topraklarda saf bir Türk ırkından veya düşüncesinden bahsedebilmenin imkânı yok. Buna rağmen iktidarı elinde tutanlar toplumsal yabancılaşmayı her gün daha hızlandırırken yeni milliyetçi ve ırkçı söylemleri üretmekle meşgul.
Ülkemizde ırkçılık ve sömürge sorunu dediğimizde sosyalist gerçekçi edebiyat içinde köklü bir karşı koyuşla karşılaşmayız. Hele de cumhuriyet edebiyatı bu sorunun üstünü örten veya tamamıyla cumhuriyet ideolojisine uygun Kürt, Ermeni, Yahudi sorununu veya başka halklara, etnik gruplara yönelik katliamları saklayan veya bu katliamları haklı gören metinlerle doludur. Bu metinlerde ırkçılık ve ötekileştirme sayfalardan taşarken ulusal mücadele adı altında çoğu katliamı meşrulaştıran metinler önümüze serilir. Bu metinlere yönelik yoğun bir tepki oluşmadığı gibi bu metinleri aşabilecek yeni metinlerde bu özellikleri pek göremeyiz. Türk-İslam sentezinin yarattığı ideolojik hegemonyanın pek dışına çıkıldığı söylenemez. Bunun en önemli nedeni kültür sanat alanındaki iktidar odaklarının siyasal iktidarla oluşturdukları çıkar birlikleri diyebiliriz.
Son zamanlarda roman, biyografi, dizi, sinema vb. dolu kültürel ve sanatsal ürün, çığırından çıkmışçasına ortaya konuluyor. Siyasal iktidarı elinde tutanların emperyal ve kapitalist emellerine destek vermek adına bütün ırkçı, milliyetçi, homofobik söylemler, bu yapıtların sahiplerince topluma boca ediliyor.
Ödül sisteminin merkezinde şirketlere kazandırılan kâr ve daha yoğun çalışma biçimlerini yaratma anlayışı vardır. Ödülle kâr arasındaki ilişki toplumsal sömürüyü biçimlendirecek yeni kapitalist tipleri ortaya çıkartmak için gereklidir. Bu yüzden kapitalist sistem kendi sistemini sürekli yenileyecek ve rekabet hazır kadroları hazırlayacak ödül sistemine ihtiyaç duyar. Hayatın her alanına bu yarışma ve ödül sistemini yayar. Ücretleri bu sisteme uygun hale getirir.
Edebiyat veya spor ödülleri dışarıdan bakıldığında kendi içinde amacı olmayan masum bir onurlandırma gibi algılanmış olabilir. Bu basit bakış acısı diyebiliriz ki ödül sisteminin içinde bulunan bütün insanlarda mevcuttur. Ödül sisteminin diğer yanı ise bir şeref üzerinden şekillenir. Bu şeref ideolojisi sınıf ırkçılığını ve sınıfsal mücadelenin parçalanmasını sağlar. Antik Yunan kültürünün merkezinde bu kültür vardır. Günümüzde aynı anlayış farklı şekilde devam ediyor. Fakat ödül sistemi aynı zamanda sürekli ulusal bir aidiyet ve kapitalist sömürü sistemine uygun insan potansiyellerini yaratmaya hizmet eder. Bu alanlar dünyamızda ortaya çıkan ve ulusların yeni ırkçılık ideolojisinin oluşmasını da sağlar. Her ödül verilende genellikle ulusal aidiyet ve milliyetçi söylemlerin öne çıkmasıdır.
Ülkemizde ırkçılığın bir yanı Yahudi parası veya sermayesi üzerinden şekillenir. Sermayeyi kategorileştirirken ayrı bir sermaye varmış izlenimden daha çok ülke ekonomisini bütününü bunlar elinde tutuyormuş gibi bir algı oluşturulur. Ulusal sol içinde Yalçın Küçük, Orhan Koloğlu, Soner Yalçın bu algıyı oluşturmaya çalışmışlardır. Böylece sermaye tartışmaları Yahudi sermayesi tartışmalarına döner böylece genel sermayenin yarattığı korkunç rant Yahudi sermayesinin üstüne yüklenir. Suçlu olan böylece sermaye sınıfı değil Yahudi sermayesi gibiymiş şeklinde algılanır. Cumhuriyetle birlikte şekillenen Türk sermayesi veya dışa bağımlı Türk sermayesi aklanır. Bunlar ülkede olanlardan sorumlu tutulmaz daha çok Yahudi veya bazı yabancı sermaye grupları suçlanır Böylece Türk sermayedarlar temiz diğer sermayedarlar kirli olur. Aynı sorun Kürdistan’da süren iç savaş sürecinde de yaşandı. Kürt sermayesinin kirliliğinden dem vurularak bazı Kürt iş insanlarına suikastlar yargısız infazlar yapıldı. Fakat Kuzey Kürt Cumhuriyeti’nin kuruluşuna destek verenler ise Türk sermayedarlar. Hâlâ çoğu altyapı ve inşaat sektörü bu iş insanlarının elindedir. Suriye’de ve Irak’ta Türk sermayesinin etkin olduğu bilinir. Bu durum bilindiği halde Türk sermayesinin üstü örtülür ve işçi sınıfının, ezilenlerin toplumsal kini diğer sermaye gruplarının üstüne yüklenir. Bir yandan böylece yeni ırkçılığa destek verilirken diğer yandan ülke sermayesi aklanmış olunur.
Kapitalist toplumda sürekli çalışanların dışında bir yedek emek gücü vardır. Kriz süreçlerinde ve makineleşme, otomasyon artıkça ikili bir yapıya dayanan yedek işçi kadroları üretime girer. Basitçe söyleyecek olursak ayakkabı sektöründe 2000’lerle başlayan otomasyon ve makineleşme atölyelerin ve fabrikaların ihtiyacı olan nitelikli kadroların dışa atılmasını sağlamıştır. Bunların yerine daha ucuz emek gücüne dayalı yedek işçi orduları daha düşük ve vasıfsız halleriyle fabrikaları ve atölyeleri doldurmuştur. Ülkemizde bu yedek işçi ordusu göçmen halklar olan Suriyeliler üzerinden sağlanmıştır. Vasıfsız olmanın yettiği bu alanlar hızlı bir şekilde vasıflı işçileri dışlamıştır. Tabii ki yeterli örgütlenme gücünü elinde bulundurmayan vasıflı işçiler bir direniş göstermeden bu alanları terk edip işsizler ordusuna katılmıştır. İşçi sınıfının vasıflı kadrolarının vasıfsız hale dönmesi ister istemez vasıflı işçilerin milliyetçi, ırkçı söyleme eklemlenmesini sağlamıştır.
Sömürge ilişkilerinin yoğun yaşandığı dünyamızda insanların sömüren veya sömürgen ilişkilerinin dışında durmasına imkân yoktur. Sadece insan üzerinde gitmek yetmez. İdeolojik alanın bütün üretimi alt veya kapalı anlamlarıyla sömürgeleştirilen veya sömürgeleştirmeye karşı duran ideolojik söylemle hayatımızın her alanını kapsar. Şehir, sınıf çatışmasının en yoğun yaşandığı alan olduğu gibi kişinin kendini var etme alanıdır. Şehir aynı zamanda yeni gelen kişi için işgal edilmesi gereken alan olarak görülür. Bu işgal etme şehre katılma ve kendini var etme ile iç içe geçer. Bu durum sömürgeleşen ve sömüren insan savaşımının yoğun yaşamasına olanak sağlar. Sınıf savaşının devam ettiği bu alanda kişiler sömüren ve sömürgeleşen ideolojik dünyasında buna göre tavır alır kimliğini belirler. Milliyet, din, ırk, eski şehrin, soy sop, şecere şehrin ideolojik işgali, rantı, taksim edilmesi sürecinde ortaya çıkan unsurlar olur. Bütün bunların hepsi iç içe geçen süreçlerle kendi içinde kültürel veya bedensel üstünlüğü de taşıyarak milliyetçi ve ırkçı söylemlerin sürekli toplumsal etki ettiği dokuya dönüşür. İnsanlarda bu sömürgeleşme ve sömürge ilişkileri öyle içselleşir ki kişiler söylemleriyle oluşturdukları dünyanın yabancılaşmasını algılamaktan uzaklaşır. Kendini bir kimlikle ifade etmenin zorluğu zorunluluğu kişilerin milliyetçi, ırkçı söylemlerle parçalanmasını sağlar. Böyle bir dünyada kişinin sadece insan olarak kendini algılamasına imkân kalmaz. Algılasa bile toplumsal kimliğinin dışına çıkmasına var olan toplumsal yapı izin vermez. İşin diğer tarafı kendini var olan o kimlikler içinde ifade etmek direk sömürgeleştirilen ve sömürülen ilişkilerinin içine girmek olur. Böyle bir dünyada insanlar sömürgeleşen sömürülen kimlikleri arasında kendine bir seçenek arar. Sistemin devamını sağlayan siyasal partiler bu süreçte, seçenekleri gösteren bir aygıta dönüşür. Sömürgeleşen ve sömürülen olguların belirginleştiği bir aygıt. Kişiler bu aygıt içinde kendi varlıklarını ifade ederken daha çok kitleselliğin veya kendini güçlü hissettiği bir siyasal aygıtın söylemiyle hareket eder. Böyle bir dünya da güçlü siyasal hareket aslında sistemin ideolojik söylemini yoğun bir şekilde yaşayan ve yaşatan aygıttır. Bu seçenek geniş kitle tabanıyla sömürgeleşen toplumsal yapıyı dizayn eden seçenektir. Böylece sömüren sömürgeleşen toplumsal yapı süreklilik ve toplumsal onay kazanarak toplumda içselleşir. Bütün bunlar ırkçı, milliyetçi söylemlerin sürekliliğini da sağlar.
Bu durum sadece burjuva dünyasında değil ulusal sol anlayışının dışına çıkamayan Marksist gelenekte de görünüyor. Ulusal sınırların korunması ve kollanması mantığı ve emperyalizme karşı oluşan tepkisellik ister istemez milliyetçi ve ırkçı söylemleri bir araya getiriyor. Marks’tan önceki ve Marks’ın olduğu süreçte yaygın bir ulusallığı reddeden ve işçi sınıfının evrensel birliğini savunan dünya vatandaşlığı anlayışı vardır. Sovyet devriminden ve paylaşım savaşlarından sonra hem enternasyonal hem dünya vatandaşlığı anlayışı sönümlendi. Bir Marksist öncelikle kimlik olarak insandır ve dünya vatandaşıdır. Onun ulusal aidiyeti ikinci sıradadır.
Bundan daha otuz kırk yıl önce Michael Jackson’un teninin rengini beyazlaştırmak için yaptığı tıbbi çaba bilinen bir olgudur. Bu durum kendi ırkından utanç duymanın boyutunu göstermesi acısından ilginç olduğu gibi Amerikan toplumundan yaygın ırkçılığın boyutunu göstermek acısından ilginç. Bunu bir utanç vesilesi olarak da görebiliriz, diyerek bu uzun yazıyı kapatayım.
NOTLAR
(1) Etienne Balibar, Irk Sınıf Ulus, Metis Yayınları.
(2) Robert Bennasconi Irk Kavramını Kim İcat Etti, Metis Yayınları.
(3) Robert Bennasconi, Irk Kavramını Kim İcat Etti, Metis Yayınları.
(4) Robert Bennasconi. Irk Kavramını Kim İcat Etti, Metis Yayınları.
(5) Sinan Özbek, Felsefelogos.
(6) Sinan Özbek, Felsefelogos.
(7) Sinan Özbek, Felsefelogos.
(8) Murat Belge, Genesis Büyük Tarihi Anlatı ve Türklerin Kökeni, İletişim Yayınları.