Tiyatro toplumun sorunlarından, arayışlarından, yönelişlerinden soyutlanamaz. Onun değişim, dönüşüm dinamikleriyle ilgilidir ve buna bağlı değerli yazarlar ülkemiz tiyatrosunun altın çağını oluşturmuşlardır.
Tiyatro; biçim-içeriğinin ayrılmaz bütünlüğü ve ulaşabildiği seyirciyle kurduğu alışverişle “toplumsallığı” her boyutuyla gözler önünde olan bir sanattır.
Bu anlamda ülkenin içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarla, “toplumbilimi” yapılabileceğini varsaydığımız tiyatro sanatı arasında kopmaz bağlar olduğu bir gerçektir.
Tiyatro sanatının işleviyle, var olan toplumsal sistem ve yönetim biçiminin ilişkisi; ülkede verilen demokrasi ve sanat kültürünü oluşturma mücadelesinin bir göstergesi ve parçasıdır.
Toplumun demokrasi kültüründen, demokrasi kültürünü oluşturma mücadelesinden etkilenen ve bu doğrultuda ürünler veren tiyatro, aynı zamanda topluma geri dönerek onu etkiler ve toplumsal bir süreç olduğunu da kanıtlar.
Vahşi kapitalizmde egemen olan liberal-neo liberal devlet anlayışı yanında; soğuk savaşın etkileriyle –kıt akıllı karga konumunda olsa bile reel sosyalizmin gücü- dünyanın birçok yerinde “sosyal adalet” temelli sosyal devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır. Tam da burada belirtilmelidir ki, bu bir ideolojik manipülasyon ve gerçeğin sis perdesiyle örtülüp, Keynesçi kapitalist anlayışın, geniş halk yığınları tarafından benimsetilmesine yönelik bir durumdur.
Elbette sosyal devlet yanlıları, sosyal demokratlar, bu sözlerime karşı çıkabilirler. O zaman da benim için söylenecek söz, nihai anlamda özgürlüğün ve eşitliğin sosyal demokrasiden geçmediğinde olduğunu görmek gerektiğidir. Sosyal demokrasi uygulamaları dünyada farklı algılamalar ve yaşanmışlıklar gösterse de kapitalizm içindeki “iyiliklerin” herhangi bir açılımı olmaz, olamaz..
Keynes’in kendi de, liberal olduğunu kabul eder. Faydacı bir perspektifi kabul etmek gerektiği üzerinde durur ve devlet müdahalesinin (ekonomik) gerekliliğini söyleyerek “sosyal adalet” sürecinin yaşama geçirilmesini önerir. (Fakat burada Keynesçi politikaların tartışmasını elbette yapmayacağız.)
Sosyal adalet kavramı genellikle gelir dağılımı eşitsizliği gibi algılanıyor ancak gelir dağılımı sosyal adaletin alt başlıklarından sadece biridir. Düşünce özgürlüğünden eğitimde fırsat eşitliğine, cinsiyet ayrımcılığından sağlık hizmetlerinin tüm ülke insanlarına ulaştırılmasına kadar birçok başlıktan bahsetmek mümkündür.
Ancak sosyal adalet amacı doğrultusunda; zenginlikle mücadeleyi, kimsenin tebaası olmamayı ya da vergi vermemeyi önermez.
Velhasıl sosyal adalet kavramı ve amacı, bireylerin eşitliğini tam olarak sağlama değil fakat sosyal eşitsizlikleri asgari seviyeye indirgeme işidir. Bu minvalle “Sosyal Adalet” kapitalizm içi bir bakış açısıdır. İyilik temelli bir çabadır, anti-kapitalist bir ruhu yoktur. Velhasıl cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşendiği söylenmiştir.
Bir Marksist olarak düzen için yapılacak etkinlikleri birer iyi niyet projesinin dışında görmem pek mümkün değil. Sosyalizme endeksli olmayan iyi niyetli çabaları kişisel olarak takdir etsem bile, bunların nihai hedefe giden yolda palyatife (geçici diyelim) çözümler olacağını düşünüyorum.
İki kavramdan vazgeçmem asla mümkün değildir; Eşitlik (égalité) ve Özgürlük (Liberté). Büyük Fransız devriminin bu sloganları hala arzum olmaya devam ediyor. Kardeşlik (fraternité) ise adı üstünde (gerçekleşmesi daha uzun bir zamana bağlı) insanlığın amelidir.
Yoksullukla savaşmanın saçmalığını tam da burada ortaya koymak gerekiyor: EVET.. Savaşılması gerekli en büyük suç, hırsızlık; KAPİTALİZM’dir.
Boşuna (Proudhon “Mülkiyet hırsızlıktır.” Jean Jaurès “Zenginlik suçtur.”) dememiştir.
Yoksullukla savaşmayı bırakın! İşin temeli olan zenginlikle savaş için kolları sıvayın! Sıvayalım.
Bir ara “Zenginlikle Mücadele Derneği” kurmaya kalkmıştım. Dernekler masasındaki polisin yüzü hâlâ gözlerimin önündedir. Şaşkınlığını gizlememiş ve beni düşüncemden vazgeçirmeye uğraşmıştı. Başaramadı ama dernek kurulumu da sebepsiz olarak veto yedi o başka..
Kısa bir hikâye anlatayım.. Değerli yazar Vedat Günyol ile ilgili. Tesadüfen rast geldim ancak buna memnunum. “Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı (Cemal Süreya vermiş bu ünvanı) Vedat Günyol’un anlatmış olduğu bir örnek (Bu örnek ekşi sözlük’ten alınmıştır. Kitap teyit edilmiştir.)”
—Ağabeyim Fahir anlatmıştı. Bir pazar günü, babamla birlikte (kırk elli yıl önceleri), Caddebostan dolaylarında geziye çıkmışlar. O günlerde Caddebostan semti, kıyı boyundaki o yüksek duvarlarla çevrili, bolluğun, uşaklı halayıklı zengin yaşantılarının birer öbeği olan seyrek kodaman köşkleri konakları; şurada burada, yol kenarında birden karşınıza çıkan, bahçeleri renk renk çiçeklerle donanmış, bir katlı, iki katlı şirin villalar dışında, yaban otlarıyla kaplı geniş arsalarıyla, yarı yarıya bir çöl görünümündeydi.
Babamla ağabeyim, tek katlı, sarmaşıklarla kaplı güzel bir villanın önünden geçerlerken, daha on sekizini bulmamış olan ağabeyim durmuş, bir süre villayı seyretmiş, sonra ağzının suları aka aka babama: “Bu ev bizim olsaydı” demiş, kira evlerinde ömür çürüten, kışları bir tek sobanın yandığı, ana baba, kardeşlerin tıkış tıkış oturduğu odalarda, ders çalışma olanağı bulamayan, bulamadığı için kendini yiyen binlerce gencin özlemini yansıtırcasına.
Babam, Abdülhamit zorbalığının baskısından kurtulmak için kapağı Paris’e atan binlerce gençten biri olan babam, ağabeyimin bu özlemini insanca, insanlıkça bir doğrultuya kaydırmış şu yanıtıyla: “Bu ev bizim olsaydı değil, bizim de böyle bir evimiz olsaydı demelisin.”
Bu ince ayrıntıyı düşünürüm nicedir. Başkasının malında gözü olmakla, başkası gibi, başkaları gibi insanca yaşama özlemini duymak iki ayrı tutumun ifadesidir. “Bu ev bizim olsaydı değil, bizim de böyle bir evimiz olsaydı.” sözünün altında şu özlem yatıyor bence. Sosyal adalete dayanan bir toplum kurulsun, bizler de (bizim gibi bütün yurttaşlar da) bu toplumda, alnımızın akıyla, hak ettiğimiz yeri alalım özlemi ve istemi. (Alıntı: Vedat Günyol, Devlet İnsan Mı? Sayfa:130-131 Çağdaş Yayınları İstanbul 1974)
Çok tanımasam da Komünist Parti kurmakla yargılanan biri için uygun bir bakış açısı. Yukarıdaki örneği, farklı nüansları hissettirmeye çalışırken, dilimizle düşündüğümüz gerçeğini atlamamamız gerektiği için verdim. Dilin bizi kapsayışını anlatırken, bunun da dışına çıkıp amaç-araç ilişkisini daha net kurabilmemiz adına verdim. Devletin konumunu farklı yerlerden değerlendirebileceğimiz bu örnek aslında Türkiye’de sosyal mücadelelerin devletçiliğine de bir örnek. Türkiye’nin devletçilerinin çoğu solcu sanılır. Hâlbuki devletin kuruluşundan beri var olan niteliğinin sol ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ancak sözü fazla dağıtmadan devam edeyim..
Marxizm insanlığın ufku, Komünizm geleceğidir..
Bu yazının başlığını oluştururken şimdiye değin bu uğurda yazılmış, oynanmış, prova edilmiş, oynanamamış, hayal edilmiş binlerce etkinlik olduğu düşüncesi beni bir yandan mutlu ediyor ve bir yandan da yetersizliğini görüp hayıflanıyorum. Genel Sanat Yönetmeni olduğum Özgür Tiyatro(kuruluş 1994) daha fazlasını yapabilirdi. Bu düşünce bana kendi ataletimi sorgulatıyor ve canımı sıkıyor. Yine de çabalamaya devam elbette..
Burada ülkedeki toplumcu sorunlarla ilgilenmiş birkaç yazar ve oyun ismi zikretmekte yarar görüyorum. Birçoğunu da bilerek yazmadım. Temel amaç bu oyunlardan ve yazarlardan, daha çok tiyatro insanının haberdar olması, okuması, araştırması ve kendi tiyatro hayatına yön vermesidir.
Türkiye’de toplumcu tiyatro ve sosyalist düşünceli yazarlar uzun bir süre beraber ve yan yana yürüdüler. Hangi konularda yazdıklarından da bahsederek sosyal adalet-sosyalizm ikiliğinde, sosyal adaleti ön plana çıkarırken, sosyalizme endeksli olanları ve olmayanları da görebiliriz diye düşünüyorum. Ancak net bir ayrım yapmak elbette mümkün değil.
Önemli olan sosyalizm yolunda toplumcu sanata bir yeniden çağrı…
Bunun için, öncelikle hakikat yolunda hepinizi Amatör Sanata(Tiyatroya) davet ediyorum. Amatör Sanat-Amatör Tiyatro başlığında bir çalıştay yapmayı da öneriyorum. Bu çalıştayı, istenirse, desteklenirse, ortak olunursa koordine etme görev ve sorumluluğunu da üstleneceğimi söylüyorum. Bu çağrı böyle bir işi görev telakki edecek ve maddi altyapısını oluşturabilecek tüm kurumlaradır. (Kültür merkezleri, demokratik kitle örgütleri, siyasi çevreler, belediyeler vb.) Bunu bu yazıyı okuyan herhangi biri yapamayabilir ancak yapacaklarla ilişki kurabilme şansına sahip olabilir. Denemekten zarar gelmez.. Ayrıca amatörlük konusunda bkz. (https://www.mayakultur.com/5271/)*
Örnekler, yararlanacağımız kaynaklar hiç de azımsanamaz. Zeus’tan çaldığı ışığı, yayılmadık yer bırakmamak için çabalayan ve koşuşturan Prometheus’un oyununu (Zincire Vurulmuş Prometheus) yazan Aiskhylos özgürlük düşümüz için çok önemli. Yazılı tiyatro-toplum ilişkisinde mihenk taşı ve başlangıç kabul edilebilir. Nice Prometheus’lara ihtiyaç var.. Ancak ben burada sadece yerli oyunlara değineceğim. Başka bir yazıda da Dünya Tiyatro Edebiyatından, kendi önemsediğim örnekler aktaracağım sözünü de vererek..
Ülkemizde (Kendilerini profesyonel devrimci varsayan grupları bir kenara bırakıyorum.) işçi sınıfının önderliğinde ya da köylülük önderliğinde sosyalizm mücadeleleri gerçekleştirildi. Yöntemde ayrılık gösteren bu çabalar aynı zamanda ana amaca hizmet ederken, gündelik sorunların çözümlenmesi için de çabalar harcadılar. Bu çabaları oyunlarda görmemek mümkün değil. Dünyada işçi sınıfının, köylülüğün niteliğinin-niceliğinin ve tanımının değiştiği gerçeğini unutmadan tüm bu eserleri emekçiler perspektifinden değerlendirmek çok önemli ve anlamlı.
Köylüye doğru olanı gösteren, birlik olup ellerinden geleni yapmak için durmadan çalışan öğretmeni anlatan Fakir Baykurt’un “Onuncu Köy” romanı burada özel bir örnek olarak gösterilebilir. Bunu buraya yazarken uzun yıllar önce “Tiyatro 10. Köy” isminde bir tiyatro kurduğumuzu hatırladım. Maalesef uzun soluklu olmadı ama hülyası takdire şayandı..
Yaşar Kemal’in oyunu ve filmi yapılan ‘Yer Demir Gök Bakır’ında olduğu gibi, din sömürüsünün geniş kitleler üzerindeki etkisini anlatmak ve buradaki rezaleti teşhir etmek şimdilerde çok önemli. Hatta hayati öneme sahip. İslamofaşist uygulamaların alıp başını gittiği ülkemizde bu konuya değinecek radikal oyunlar yapmak (devletin ideolojik aygıtları ve şiddet aygıtları düşünüldüğünde) pek mümkün görünmese de, gelecek nesillere bırakacağımız onurlu miras ve özgürlük düşümüz için, yazılabilir-uygulanabilir ne varsa yapmak boynumuzun borcu olmalı diye düşünüyorum.
Yine dünyanın üzerindeki en büyük bela olarak gördüğüm milliyetçilik üzerine uzun uzun çalışmamız, oyunlar üretmemiz gerekiyor. Dünyada sadece üç tür olduğunu varsayarsak (kendi türümüzü ötekilerin önüne koymadan) insanlar arasında milliyet, dil, din farkı gözetmenin utanç verici olduğu bilinciyle hareket etmeli ve bunun için var gücümüzle çalışmalı, dünyanın yurdumuz olduğu gerçeğinin altını eserlerimizle de çizmeliyiz diye düşünüyorum.
Tekil örneklere gelirsek..
60’lı yıllarda Orhan Asena “Tohum ve Toprak” ile yobazlara karşı kişiliğinden taviz vermeyen üst düzey bir yöneticinin yaşamını anlatır. Bizim yöneticileri düşününce ciddi acılar çektiğimi söylemek istiyorum. Daha yenilerde (Ensar vakfında yaşanan tecavüz olayları vb.) 500 küsür yıl ceza almış bir tecavüzcüyle fotoğraf veren birinin İl Milli Eğitim müdürü olarak betekrar atandığı düşünüldüğünde ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
“Simavnalı Şeyh Bedreddin” hikâyesi, eşitsiz bölüşüm sonucu ortaya çıkan, Anadolu’nun ilk toplumsal ayaklanmasının hikâyesidir. Orhan Asena, Mehmet Akan, Nâzım Hikmet vb. Şeyh Bedreddin ile ilgili eserleri de bu topraklardaki sömürüye karşı ayaklananların, sizlerin hikâyesidir. Olmalıdır. Özgür Tiyatronun “Hakikat” isimli oyununu(2009) yeniden hayata geçirmemiz gerektiğini bu satırları yazarken hissediyorum. Çünkü hakikat bizimledir..
Biraz daha bilgi odaklı yürüyecek olursam:
Nâzım Hikmet’in “Ferhat ile Şirin” oyunu kişisel aşktan toplumsal aşka bir yol sürecidir.
Selçuk Kaskan’ın “Dolap Beygiri” oyunu, Nâzım Kurşunlu’nun “Merdiven” oyunu, Aziz Nesin’in “Toros Canavarı” oyunları orta halli insanların çektikleri geçim sıkıntısını ve hayatlarını nasıl etkilediğini anlatır.
Dar gelirliliğin umudu nasıl körelttiğini Turgut Özakman’ın “Ocak”, Güner Sümer’in “Bozuk Düzen” oyunları bize gösterir.
Toplumsal boyuttaki değişikliklere ayak uyduramayan aile reisinin hikâyesi (filme de alınan), Orhan Kemal’in “Eskici Dükkanı” eseridir.
Zengin/Yoksul tezatlığı, örneğin Orhan Kemal “İspinozlar” oyununda ve birçok Yeşilçam filminde görülür.
Kadının toplumsal boyutta çektiği zorluklar ve acıları anlatan Sacide, Besleme, Ademin Kaburga Kemiği, Eski Fotoğraflar yine sosyal adalet-sanat etkileşiminin ürünleridir.
“Köylü milletin efendisidir.” perspektifinin erimesi de Cahit Atay’ın Karaların Memetleri-Pusuda, Yaşar Kemal’in Teneke, Cevat Fehmi’nin Hepimiz Birimiz İçin, oyunlarının doğmasına neden olmuştur.
Köy kadını-köylü kadın gibi özele dahi inen tiyatromuz- Cahit Atay’ın “Ana Hanım Kız Hanım”, Necati Cumalı – Nalınlar, Susuz Yaz gibi eserleri gündeme getirir.
Hapishanede geçen Kerim Korcan’ın “Linç” isimli oyunu açlık yaşayacak kadar yoksul bir mahpusun bilinçlenme sürecini ve öldürülmesini anlatır.
Burada Başar Sabuncu’yu hatırlamadan geçemeyiz. Tiyatro pratiğinin de ışığında, 1970’li yıllarda, dönemin temel sorunlarını ve ekonomik ilişkileri sanatıyla anlatır Başar Sabuncu. “Mutemet Ali Rıza Bey’in Yaşanmamış Hayat Hikâyesi, İşgal, Talihli Amale, Kaldırım Serçesi, Şerefiye, Zemberek, Çark…”
Toplumcu Tiyatronun yıldızı Bilgesu Erenus; Nereye Payidar, El kapısı, Ortak, Güneyli Bayan, İkili Oyun, 555K ile bize sosyalist bir perspektif içinde umut aşılar.
Belgesel Nitelikli İşçi Oyunlarına da birkaç örnek verelim;
Ömer Polat – 804 İşçi,
Haşmet Zeybek – Alpagut olayı
Nihat Asyalı – Yusuf Doğuştan – Grev
Ali Taygun – Fabrikalardan
12 Mart Acısı; Uğur Mumcu anı kitabı ile Sakıncalı Piyade,
Macit Koper; Sabotaj oyunu.
Kısa kısa verdiğim bu örnekler bize; toplumsal adalete, eşitliğe ve özgürlüğe giden yolda güçlü bir tiyatro birikimimiz olduğunu gösteriyor. Araştırmak isteyen genç arkadaşlara önerebileceğim, eskimemiş ama yaşlanmış yazarların bir kısmı da şöyle:
Erol Toy, Orhan Asena, Adalet Ağaoğlu, Güner Sümer, Turgut Özakman, Sedat Veyis Örnek, Nâzım Kurşunlu, Hidayet Sayın, Zeki Özturanç, Nâzım Hikmet, Çetin Altan, Oktay Rıfat, Turan Oflazoğlu, Refik Erduran, Haldun Taner, Mehmet Akan, Erdoğan Aytekin, Erhan Bener, Oğuz Atay, Aydın Ant, Ülker Köksal, Cengiz Gündoğdu, Tuncer Cücenoğlu, Erhan Gökgücü vb..
Nihai olarak tiyatro toplumun sorunlarından, arayışlarından, yönelişlerinden soyutlanamaz. Onun değişim, dönüşüm dinamikleriyle ilgilidir ve buna bağlı değerli yazarlar ülkemiz tiyatrosunun altın çağını oluşturmuşlardır.
Toplumcu-Sosyalist perspektifle daha güçlü ve eşitlikçi oyunlar yazılabilir. Yazılmıştır.. İsmet Küntay, Sermet Çağan, Oktay Arayıcı, Vasıf Öngören gibi büyük ve dönemini aşan oyunlar yazan devrimci tiyatro insanları, yukarıdakilerin çoğu gibi bu örneğe girerler. Bu paragraftaki yazarlar için bakınız: http://ozgurbaskaya.blogspot.com
Bizim özgürlük ve eşitlik temelli ülkümüz, tüm dünyada dolaşan (dolaşmadığı pompalanarak üstü örtülmeye çalışılan) ancak er yada geç hayata geçecek olan hayaletin ülküsüdür..
O hayalet “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” der..
Hamiş: 6. Karaburun Sokakta Tiyatro Festivali “Sosyal Adalet Sanat Etkileşimi” isimli panelde yaptığım konuşmadan bazı notları bu yazıda kullandım.
**Yoksullukla savaşmanın saçma bir şey olduğu, yoksullukla savaşan neredeyse tüm yapıların sistemin yeniden üretilmesine su taşıdığı, bizde demokratik kitle örgütleri olarak adlandırılan, dünyada (NGO: non-governmental organization) da etkin bir şekilde çalışan bu yapıların aslında kapitalizme karşı herhangi bir örgütlenme içinde olmadıkları gerçeğinden hareketle ve tüm sanat faaliyetlerinin, kapitalizme karşı duruşta bir şiar oluşturması isteğiyle bu başlık atılmıştır.