“Erkeğin her türlü baskısına ezen ulus devletin baskısını da eklediğimizde Kürt kadınlarının nasıl bir kuşatma ve baskı politikasına maruz bırakıldıklarını net olarak görebiliyoruz. Bu önemli fay hattını yaratan sistemi anlamayan kadın mücadelesi, kaçınılmaz olarak zayıf kalacaktır.” diyen Seher Yeğin ile MayaKültür için bir söyleşi gerçekleştirdik…
-Dersimli olduğunuzu ve Avrupa’ya yıllar önce göç ettiğinizi biliyoruz. Bizim bildiklerimiz dışında sizinle ilk kez tanışacak okuyucularımıza kendinizi tanıtmak için neler söylemek istersiniz?
-Babamın vefatının ardından annem Almanya’ya işçi olarak gelmiş. Üç kardeşiz; ablam, ağabeyim ve ben. Annem bizi sonradan yanına getirdi. İlkokuldan itibaren eğitimimi Almanya’da tamamladım. Halen Almanya’nın Köln şehrinde yaşıyorum. Yaklaşık on beş yıldır kadın sorunu üzerine yapılan çalışmalar içerisinde yer aldım. Almanya ve Avrupa’nın birçok şehrinde yapılan panellere kadın sorunu üzerine konuşmacı olarak katıldım. Kadın sorununu çeşitli yönleriyle ele alan makaleler yazdım. Bu makalelerim birçok dergide, gazetede yayımlandı. Ayrıca 4 yıl Yol TV’de çalıştım, program sunuculuğu yaptım. Röportajlar yaptım. Röportajlarım birçok gazete ve dergide yayımlandı.
-Geçtiğimiz günlerde “Öteki” yayınlarından kadın sorunlarıyla ilgili “Bir Yazgı Savaşı” adlı kitabınız yayımlandı. Kitabınızın yayım sürecinizde yaşadığınız zorluklar var mıdır? Süreç hakkında bilgi verebilir misiniz?
-Kitap yazma fikri, on iki yıl önce “Güney Kültür- Sanat- Edebiyat” dergisinde beş bölüm halinde yayımlanan “Devrimci Saflarda Erkek Egemenliği” yazı dizisinden sonra oluştu. Bu yazı dizisini kadın sorunları üzerine yazdığım makaleler takip etti. Aynı anda içinde bulunduğum çalışmalarımı, çevremde gözlemlediğim ve tanık olduğum kadınların yaşamları ve benim de bazı dönemlerdeki kişisel pratiğimden kaynaklı deneyimlerimi, birikimlerimi bir kitapta toplamak istedim. Tabii kitap konusunda tecrübesizdim, bu nedenle çevremde bu konularda benden daha deneyimli arkadaşlarımdan, abi, abla dediğim değerli dostlarımdan destek aldım kitabın hazırlığı konusunda. Burada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Öteki Yayınevi editörü ve yazar Tarkan Toka beyefendinin çok desteğini gördüm. Kitabın hazırlık sürecinde çok destek verdi. Kendisine bir kez daha sizlerin aracılığı ile teşekkür ediyorum. Beni Öteki Yayınevi ile tanıştıran ve kitabımın içeriğiyle ilgili kitabımda bir değerlendirme ve şiiri yer alan Muazzez Uslu Avcı ablama da ayrıca çok teşekkür ediyorum.
-Feminizm bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de toplumsal tabanda karşılık bularak gelişim gösterdi. Yazdıklarınızda feminist harekete karşı kendi yaşadıklarınızdan yola çıkarak aydın kimliğinizle eleştirilerde bulunduğunuzu görüyoruz. Bunları yaparken Türkiye’deki feminist hareketin kadınların sınıfsal sorunlarına, mücadelesine ilgisiz kaldığını mı düşünüyorsunuz?
-Feminizm erkeklere karşı değil de erkek egemenliğine ve eşitlikçi olmayan düzene karşı olmalıdır. Her siyasal, felsefi ya da daha farklı düşünsel akım gibi feminizmde de çeşitli yönelimler var. Daha gerçekçi ve sosyal olanlarıyla duygu ağırlıklı olanların farklı mücadeleleri var. Elbette erkek ile aynı saflarda olmak mücadelenin zorunluluğudur ve ayrıca daha öğretici olanda bu olmalı. Sonuçta cinslerin savaşından çok anlayışların savaşı önemli. İyi, güzel ve eşitlikçi olanın kazanılması tarihin bir zorunluluğudur. Bu arada dünyanın farklı kıtalarındaki farklı sosyoekonomik ve kültürel farklılıklar ve gene farklı sosyolojik yapılar oralarda da farklı mücadele biçimlerini zorunlu kılıyor. Konu evrensel olduğundan kadının evrensel dayanışmasını da önemsemek gerek.
Feminizm, erkek egemen anlayışı, sistemi, devleti, bireyi, kurumları eleştiren ideolojik ve politik bir çizginin adıdır. (…) Kadına yönelik şiddeti lümpen argümanlar kullanarak meşrulaştırma çabası ve sonra da Marksist literatürle bunu ilişkilendirmeye çalışmak yalnızca zorlama bir yaklaşım değil, aynı zamanda saçmalamaktır da!
Başa dönecek olursak, feminizm ülkemizde bazı kadın sorunu üzerine çalışmalar yürütenlerin anladığı gibi erkek düşmanlığı değildir. Feminizm, erkek egemen anlayışı, sistemi, devleti, bireyi, kurumları eleştiren ideolojik ve politik bir çizginin adıdır. Fransız devriminin ilk kurbanlarının politik tercihi ve çizgisi geleceğe bıraktıkları en büyük mirastır. Feminizmi eleştiren ataerkil “devrimciler”, feminist akımın burjuvazi tarafından içeriği en boşaltılmışıyla karşılaşıp feminizmi anlamadan ve bu noktada da hiçbir bilgi sahibi olmadan toptancı ve cahilce bir şekilde “femin” düşmanlığına girerek, aslında teorik olarak sorunların neresinde durduklarını da kanıtlamış oluyorlar. Çok yazık! Toplumun bir bütün olarak dönüştürülmesinde, mahallelere sıkışıp kalan lümpen proletaryanın ideolojik yansıması olan politikaların hiçbir geleceği yoktur. Marksist ideoloji karşısında hiçbir karşılığı yoktur. Dolayısıyla sorun, bazı sol-sosyalist parti ve kurumların bulunmuş oldukları zeminden şu kadar ya da bu kadar kayması ile alakalı bir sorundur. Böylesine ciddi bir konuya daha derinlikli yaklaşmak gerekmektedir. Kadına yönelik şiddeti lümpen argümanlar kullanarak meşrulaştırma çabası ve sonra da Marksist literatürle bunu ilişkilendirmeye çalışmak yalnızca zorlama bir yaklaşım değil, aynı zamanda saçmalamaktır da! Bu anlamda bizim, felsefeye, politikaya, sanata, çok yönlülüğe ve özet olarak bilime ihtiyacımız var. Bizim bir bütün olarak toplumsal sorunlara karşı yeni politikalar üretebilmemiz için her şeyden önce yeniden öğrenmeye ihtiyacımız var. Bizim en çok ezilenlerin, en çok hor görülenlerin, zulme uğrayanların mütevazılığından ve sabırlarından yeni şeyler öğrenmeye ihtiyacımız var. Bizim, sistemin bataklığına itilenleri oradan kurtarmak için yeni ve gerçek anlamda sosyalist bir perspektife ihtiyacımız var. Erk “devrimciliğinin” projeden, bilimden, tarih ve gelecek ilişkisinden ve felsefeden kopuk olan pratiğinin yaratacağı şey, burjuvazinin ancak farklı bir varyantı olur. Bizim böyle bir varyanta ihtiyacımız yok.
-Sosyalist hareket içinde kadın erkek ilişkilerindeki zafiyetten bahsediyorsunuz. Kadın sorunundaki bu sol zafiyet Avrupa için de geçerli mi? Yıllar önce Türkiye’den iltica etmiş sosyalistler kadın sorunlarına Türkiye’deki erkeklere göre daha mı bilinçli? Avrupa burjuva demokrasisinin de etkisiyle Türkiye’ye göre biraz daha yol katedilmiş olabilirler mi?
-Dünya üzerindeki birçok sosyalist parti ve kurum, kadın erkek eşitliği temelinde büyük bedeller ödemişler. Teorik, politik, kültürel, örgütsel eksende erkek egemen sisteme karşı kadınlara öncülük etmiş, erkekleri yüzlerce yıllık kalıbından çıkararak onların kadına bakış açısını doğru bir rotaya sokmada tarihsel bir rol üstlenmiş, kadın erkek eşitliği, kadına karşı erkek şiddeti ve eşit işe eşit ücret gibi taleplerle kapitalist sisteme karşı mücadele bayrağını yükseltmişlerdir. Bu genel çerçeve, sosyalist erkekler için teorik olarak temel bir dayanaktır. Türkiye’de de sol ve sosyalist parti ve örgütlenme yapısı içinde kadın-erkek eşitliği üzerine çalışmalar yapılmıştır ama “coğrafya kaderdir” dedikleri cümle bu kesim için de geçerlidir. Çünkü bulunduğumuz coğrafyanın kendisine sosyalistim diyen bazı erkekler üzerinde bıraktığı alışkanlıklar maalesef yok olmamıştır.
Bazı sosyalist erkekler, feodal kültürel şekillenişlerini yıkıp yerine eşitlikçi ve üretken bir düşünce tarzını inşa etmekte ya güçlük çekiyorlar ya da eski alışkanlıklarını sürdürüyorlar. Bu tür sosyalist erkek tipolojisi de paradoksal bir şekilleniş yaşıyor. Açıkça belirtmek gerekiyor ki kendisine sosyalistim diyenler (tüm sosyalistleri aynı kefeye koyarak eleştirmek doğru değil) arasında da “erkek egemenliği” varlığını sürdürmektedir. Toplumsal mücadelenin kadın erkek ilişkileri çerçevesinde çözülmesi gereken çok fazla sorunu var. Politik kadın, erkek mücadele arkadaşları ya da eşleri tarafından hiçbir şekilde baskı görmeden özgürce hareket edebilmelidir. Ezilen ve sömürülen milyonlarca hemcinsini bu köleci erk sistemden kurtarma mücadelesine girmesi her politik kadının asgari hedefi olmalıdır.
Sosyalistler açısından kadın sorununun çözülmesi büyük bir önem taşımakla birlikte, sosyalizmin gelecekte nasıl yol alınacağı konusundaki politikaları hem erkeklere hem de kadınlara fikir verecektir. Günümüzde, ülkemizdeki kadınlar arasında sosyalist çalışma dendiğinde, bundan kadın yığınlarına ezilen cins olma konumlarının anlatılıp açıklanması anlaşılıyor. Bu da sorunu dar bir çerçevede tutup kadın hareketinin sınıfsal konum kazanmasını engelliyor. Dolayısıyla kadın hareketi hem kendisini hem de önderlik ettiği kadın faaliyetini sistem içine entegre ediyor. Sanki kadın sorununun temel nedeni kapitalist mülkiyet ilişkileri, ataerkil erk ve kültürel bağlar değilmiş gibi; sorunu kaynağından kopararak sulandırılmış görüntüyü gerçek niteliğin önüne koymak; işte, kadın sorununun sorun olarak devam etmesini sağlayan düşünce ve mücadele tarzının kendisi bu formattadır.
-Kitabınızda Kürt kimliğinizle birtakım eleştirilerde bulunduğunuzu görüyoruz. Türkiye’deki kadın örgütlerinin Kürt kadınlarının sorunlarına, mücadelesine karşı şovenist yaklaştığını ve şovenizme karşı ilke meselesine değinmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?
-Bazı kadın örgütleri ve aktivistlerin Kürt, Ermeni veya başka ulus, inanç kimliğine sahip kadınların sistemli bir şekilde uğradığı şiddet karşısında almış oldukları iki yüzlü tutumun altını çizmek gerekiyor. Bu tür kadın örgütleri, kendilerinden olmayanlar söz konusu oldu mu, bağlı bulundukları erkek devlet rolünü benimseyebiliyor veya direk renklerini belli ederek şiddeti uygulayan erkek zihniyetin safında hizaya geçip saf tutabiliyorlar. Kadını kadın olduğu için değil, kadını kendi üstün ulus kimliğinin içinde olduğu müddetçe savunan bu anlayış, erkek egemen sisteme karşı mücadele etmek bir yana, onu desteklemiş olmuyor mu?
Kürt kadınının kendi özgün ulusal kıyafetleriyle alanlara çıkmasına ya da ana dil taleplerine karşı bazı kadın kurumlarının iki yüzlü tutumu, egemen ideolojinin kadınlar üzerindeki bakış açısını göstermesi açısından çarpıcıdır. Egemen erkek devlet aklı, Kürt kimliğine mensup kadınların karşısına, feminist kadın hareketinin ulusalcı kadınını çıkarabiliyor. Devlet bazı feminist kadın kurumlarıyla her ne kadar çatışma içinde olsa da egemen ulusun çıkarları söz konusu olduğunda aynı paydada buluşabiliyor. Bazı feminist kadın kurumları gerçek anlamda kadın haklarını savunduklarını sanıyorlar ama maalesef bu gerçek değil. Nihai temelde resmî ideolojinin stratejik çıkarlarına yedeklenerek verilen kadın mücadelesi güdük bir mücadeledir. Gerçek kadın mücadelesi, sistemin sömürü çarklarına çomak sokan ve topluma ait tüm etnik kimlikleri eşit bir şekilde savunan bir düzlemdir. Aksi bir mücadele temelde sakat olacaktır. Hele ki Kürt kadını söz konusu olunca onun haklarının mücadele dışına itilmesi kabul edilemez. Çünkü Kürt kadınları, Türk kadınlarına nazaran çok daha fazla geri plana itilmekte ve yaşadıkları şiddet de saklı kalmaktadır.
Doğu ve Güneydoğu’da acımasız bir feodalite mevcuttur. Zaten devlet de bu yapıyı çağdaşlaştırmadığı için o bölge insanıyla sorun yaşamaktadır. Kürt kadınlarının ‘kadın’ cinsi olarak sorunlarının katlanarak büyüdüğünü ve aynı zamanda kimliklerinden dolayı da kendilerini var etme mücadelesinde olduklarını görebiliyoruz. Dolaysıyla yalnızca Türkiye’de değil, bizim gibi ulusal sorunların çözülmediği tüm ülkelerde “farklı etnik grup kadınlarının” benzer ve çok daha zor ve yakıcı sorunlar yaşadığını hatırlatmakta fayda var. Bu tespit, farklı etnik grup kadınlarının mücadelelerinin egemen ulus kimliğine mensup kadınlardan çok daha çetrefilli olduğunu gösteriyor. Erkeğin her türlü baskısına ezen ulus devletin baskısını da eklediğimizde Kürt kadınlarının nasıl bir kuşatma ve baskı politikasına maruz bırakıldıklarını net olarak görebiliyoruz. Bu önemli fay hattını yaratan sistemi anlamayan kadın mücadelesi, kaçınılmaz olarak zayıf kalacaktır. Biz kadınlar kardeşiz, birbirimize bacıyız, yoldaşız. Bunu asla unutmamamız gerekiyor. Bizlerin etnik kimliği yok. Bizler sadece kadınız ve birbirimize sahip çıkmalı, birbirimizin tüm haklarını korumalı ve kollamalıyız. Kadın örgütlerinin erk devletin güdümüne girmesi kadına yapılmış bir ihanettir. Umarım bu tuzağa düşen kadın örgütleri en kısa zamanda bu gerçekliği fark eder ve farklı kimliklere mensup kadın kardeşleriyle haklarını savunma konusunda ortak bir çizgide kendilerini ifade ederler.
-Alevi toplumunda kadın erkek ilişkisi, Alevi felsefesinde olduğu gibi pratiğe yansıyor mu? Geleneksel Alevi felsefesinde kadın ana iken, bildiğimiz kadarıyla artık çağımızda dedelik pratiği var. Kapitalist kültür tüm inançları, mezhepleri, kendi potasında eritirken Alevilik geleneğindeki kadın-erkek ilişkisi yaşanan asimilasyondan nasibini ne kadar almıştır?
-Alevi inancında insan tüm yaşamın merkezindedir. Alevi inancının ve felsefesinin temelinde insan olduğu için bu inanç biçiminde güçlü bir şekilde hümanizm vardır. Tüm büyük dinlerde Tanrı ilkin erkeği yaratmıştır. Tanrı’nın yol gösterici olarak yarattığı peygamberler erkektir. Dini ayinler, üç büyük dinde de erkekler tarafından yönetilir. Alevilikte ise Tanrı yaratılış inancı yoktur. İnsan (Bir), kendi suretinden insanı ve tüm evreni doğurmuştur. Alevilikte insan yaratılmamış, var olmuştur. Aleviler özgür yaşayan, merkezi sistemin ekonomik ve inançsal dayatmasına karşı çıkan topluluklardı. Aleviler aynı zamanda Sünni inancının hâkim olduğu devletler tarafından kuşatılan ve sürekli baskı ve zulüm gören topluluklardı.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Nevşehir’e yerleşmesiyle birlikte onun yanında Alevilik tarihinde önemli bir isim olan Kadıncık Ana figürü ön plana çıktı. Kadıncık Ana; kadına karşı gösterilen sevgi ve saygının kaynağıydı. Hacı Bektaş’ın evliya diye bahsettiği bir kadındı. Hacı Bektaş-ı Veli Kadıncık Ana’yı her zaman kızı gibi görmüştü. Kadıncık Ana her zaman erkekle eşit tutulmuş, hatta Velayetname’deki bazı bölümlerde, erkeğin önünde yer almıştır. Kaynaklar Kadıncık Ana ile eşi İdris arasındaki bir diyaloğu şöyle anlatırlar; Kadıncık Ana ve eşi İdris bir gün Hacı Bektaş’ın yanına giderler. Kadıncık eşine, “Sen erkeksin önce sen gir.” der. İdris bunu kabul etmez ve “Önce sen gir.” diyerek eşini önden girmesi için buyur eder. Böylelikle Alevi-Bektaşi düşüncesinde kadının yeri ve önemini, taşıdığı anlamı açıkça göstermiş olur. Kadınların Alevilikteki yerini anlamak için Osmanlının kadın erkek ilişkisi üzerindeki baskısını hatırlatmakta yarar var. Bilindiği gibi Alevilikte kadın ve erkek birlikte cem yapar ve semah döner. Osmanlı’da kadının bu derece ön plana çıkması ve erkekle eşitlenmesi, ataerkil sistemin varlığını âdeta sarsıyordu. Bu yüzden Osmanlı Alevi kadınların varlığını tehdit unsuru olarak görmüştür.
Maalesef içinde yaşadığımız kapitalist sömürü sistemin oluşturduğu asimilasyon vs. sonucu, Alevilik öğretisi de özünden koparılmaya çalışılmaktadır. Şu anki toplum yapısına baktığımızda görürüz ki bir Alevi kadın ile Sünni kadının kadın-erkek ilişkileri bakımından durumu neredeyse birbirine yaklaşmıştır.
Alevi kadınların örgütsel çalışmalar içerisinde erkekle eşit olmadığını sorgularsak buradan erkek egemen zihniyetin ağırlığını görmüş oluruz. Sadece mevki meselesi değil, hayatın her alanında onların da ezildiğini ve onların da artık meseleleri ”beylerinin bildiğini” görürüz. Kadın/ana Pirler, her cemde posta başta tekrar yerini almalıdır. Alevi kurumlarına eş-başkanlık ve tüm toplumsal yönetimlere yüzde elli kadın kotası getirilmelidir. Kadın alanında Alevi öğretisi yol erkânında da köklü bir reforma ihtiyaç vardır.
-Toplumda tabu sayılan, sır olarak adından pek bahsedilmeyen konularda düşüncelerinizi özgürce ortaya koyuyorsunuz. Regl Tabu mudur? başlıklı yazınızda; ”Düvenci, kendisine gelen eleştirilere yanıtta, sünnet ile regl olmayı aynı kefeye koyarak kutlanması gereken bir ritüel olarak değerlendirmesi de yanlıştır.” diyerek bir itirazınızı ortaya koymuşsunuz. Abartı toplumunda yaşıyoruz, bu tür konularda zincirleri kırıyoruz diyerek erkek-kadın doğasındaki şeylerin bir ritüele dönüştürülmesinin sebepleri nelerdir?
-Ceyda Düvenci’nin kızı Melisa’nın ilk regl olmasını sosyal medya üzerinde paylaşması sonucu, “kızılca kıyamet” kopmuştu. Normal koşullarda ve kültürel seviyesi ileri olan ülkelerde halkın gündeminde bu tür söylemler ve ritüeller yoktur. Kadın ve erkek iki cins olarak okullarda kendi bedenleri üzerinde eğitim görür ve bilinçlenirler.
Türkiye gibi erkek egemenliğinin tüm nüfusa sirayet ettiği toplumlarda ‘regl’ kavramı kendi başına bile büyük bir tabu ve konuşulması ayıplanan bir “sır”dır.
Çünkü aileler regl olma durumunu yalnızca kız çocuğu ile anne arasında saklı tutulmasını salık verirler. Düvenci, bu ‘sırrı’ aile dışına çıkararak toplumda tartışılmasını sağlamıştır.
Bu anlamda, sosyal medya üzerinde paylaşması yararlı olmuştur. Fakat regli ritüel haline getirmek, son derece yanlıştır.
Düvenci, kendisine gelen eleştirilere yanıtta, sünnet ile regl olmayı aynı kefeye koyarak kutlanması gereken bir ritüel olarak değerlendirmesi de yanlıştır.
Sünnet dini inanışlar gereği yapılan, erkeğin erk olmasını, toplumsal egemenliğini simgeleyen ve kutsayan bir ritüeldir. Sünnet, aynı zaman da “erkekliğe geçişin” bir simgesi olarak da görülüyor. “Erkeklik” için sünnetin yapılması zorunlu değildir. Yani, sünnet olsanız da olmasanız da cinsiyet olarak zaten bir erkeksiniz ve sizin biyolojik yapınız değişmiyor.
Regl için aynı şeyi söylememiz mümkün değil. Regl, ergenlik ile yetişkinlik dönemi arasında, psikolojik ve sosyal değişimlerin yaşandığı biyolojik bir döngüdür.
Kadının doğasında olan, zorunlu bir döngünün ataerkil kültürün baskın olduğu toplumlarda nasıl aşağılandığını, konuşulmasının ayıplandığını, bu biyolojik gerçekleşmenin nasıl bir “sır” olarak saklanması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Toplumsal algı ve bilinç maalesef böylesine geri bir noktadadır.
Kültürel olarak ileri toplumlarda regl olma durumu ile hiç kimse ilgilenmez. Kültürel olarak bunu aşmış toplumlarda böyle bir durum toplumsal olarak garip bile karşılanır.
Bizim için sorunun aslında can damarı tam da burası olması gerekiyor.
Biz, kültürel olarak böyle bir toplum değiliz. Tam tersine, her geçen gün dinin araçsallaştırılmasıyla kadın üzerindeki erkek egemen baskının son derece zirve yaptığı, tecavüzcülerin elini kolunu sallayarak gezdiği bir ülkede yaşadığımızı unutmadan, evet regl konusu, kutlanması gereken bir ritüel olarak değil, genç kızların kendi biyolojisini erkeklerin de kadının biyolojik yapısını öğrenmesi ve kadın biyolojisini tanıması açısından son derece yararlı bir gündem haline getirilebilir. Dolayısıyla, toplumda tabu olarak görülen kadının kendi biyolojik yapısını gerçekleştirmesinin (regl olma gibi) ne anlama geldiğinin öğrenilmesi, kadın ve erkek cinsinin, cinsel eşitliğinin içselleştirilmesini sağlayacak bir tartışmaya çevirmek gerekiyor. Ne kadar çok tartışılır ve gündemleşirse bu tür tabu olarak görülen mevzular kadınların özel sırrı olmaktan çıkarak, tabunun toplumsal etkisi ve kadın üzerindeki baskısı da zayıflamış olacak. Kendi vücudunun biyolojik yapısını tanıyan kadın ve erkekler, karşı cinsin de biyolojik yapısını tanıdıkça, bilgi gelişecek. Bilginin gelişmesi yani toplumsal bilinçlenme her türlü ritüele ve de erkek egemen kültüre vurulacak bir darbedir. Erkek egemen kültür ve ona ait yaşam tarzı zayıfladıkça kadınlar ve erkekler kendi doğasını bilinçli bir şekilde yaşayacak, karşı cinse saygı ve sevgi ilişkisi çok olacaktır. Bunun için tartışmaktan ve konuşmaktan korkmayalım.
-Maya Kültür Sanat Kolektifi olarak sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın özlemiyle toplumcu bir çizgide üreten arkadaşlara popüler kültür ortamının çöp dağları arasında bir yol açmaya çalışıyoruz. Kolektifimize ait internet sitemiz ve bir e-dergimiz var. Şimdiye kadar bizi takip edebildiniz mi? Öneri ve eleştirileriniz nelerdir?
-MayaKültür’ü, son zamanlarda internet üzerinde yayımlanan en içerikli, geliştirici ve bilgilendirici bir çaba olarak görüyorum. Berivan Kaya ve sizin yazılarınızı mutlaka okuyorum ve bana kattığı çok şey olduğunu fark ettim. Bu nedenle tanışmamış arkadaşlara şiddetle öneriyor ve okumalarını diliyorum. Dolu dolu içeriğiyle çok yararlı. Emeği geçen arkadaşları kutluyorum.
-Son söz olarak neler söylemek istersiniz?
Size ve Muazzez Uslu Avcı’ya çok teşekkür ediyorum. Kitabımla ilgili ilk röportajımın sizlerle gerçekleşmesi çok onur verici. MayaKültür okuyucularına sevgiler.
Muazzez USLU AVCI – Mustafa GÜÇLÜ