Devrimci gerçekçi eleştiri anlayışında toplumsal süreçlerde oluşmuş dogmalarla hareket edilmez. Eleştirel yaklaşımımız sanatın kaynağını iş çıkışlı tarihsel bütünselliği içinde bir üstyapı kurumu olarak kavramaya çalıştığı için bir eserin sanatsal değerini belirleyen kıstasları öz ve biçim diyalektiği içinde çözümleme çabasına girişir.
“Eleştirel Düşünme ve Eleştiri” başlıklı dosya konusunu belirlerken Tanzimat’la 1860 yılında yeni tür olarak edebiyatımıza giren eleştiri alanında geçen zaman diliminde neler yapılmış, yakın zamandaki üretimler üzerinden bir sorgulama yapmak için yola çıkmak istedik.
“Eleştiri” sözcüğünün algı dünyamızda, pek öyle olumlanan bir kavram olmadığını günlük yaşantımızdaki okumalarımızdan anlayabiliyoruz. Oysa eleştirinin üretilen metne/yapıta ilişkin olumlu ya da olumsuz estetik bir değerlendirme olduğu, pek çok insanın bu gerçekliği gözden kaçırdığı ortada.
Günümüzde yazılan örneklerden de yola çıkarak “eleştirinin” bilimsel olgulardan hareket eden yönünün, sorgulayan pratiğinin pek dikkate alınmadığını ne yazık ki görüyoruz.
Eleştirinin nesnellikten uzaklaştırılıp içinin boşaltılması, toplumsal sorgulamayı ortadan kaldırmak isteyen, bazen liberal yüzüyle gülümseyen bazen de sırları dökülen ceberut yüzünü göstererek sopayı öne çıkaran burjuvazinin arzusudur.
Ülkemize gelirsek Tanzimat döneminde gecikmeli olarak ilk kez tanıştığımız edebi türlerin Batı’daki örneklerinin formuna ulaşmadığıdır. Aynı durumun eleştiri için geçerli olduğu bu yüzden de türlerin sınırlarına ilişkin bir sınıflama yapmakta zorlanıldığı biliniyor.
Namık Kemal’in Tasvir Efkâr gazetesinde yayımlanan “Lisân-ı Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” adlı yazısı, eski edebiyatı eleştirerek Batılı anlamdaki yeni tarz edebiyatı savunduğu makalesi ilk eleştiri metni olarak kabul edilebilir.
Yine Namık Kemal, kendisiyle aynı fikirde olduğunu varsaydığı oysa dönemin düalist sancılarını yaşayan Batı-Doğu kültürel değerleri arasında gelgitler yaşayan Ziya Paşa’nın önsözünde eski edebiyatı savunduğu “Harabat” adlı eserine karşı Tahribi Harabat, ardından da hızını alamayarak “Takip” adlı eseriyle edebiyatımızda eleştiri olarak kabul edilebileceği belirtilen ilk kitapları yazmıştır.
Ülkemizdeki eleştiri türünün gelişimine şöyle bir göz atarsak Batı ölçütlerinde ilk eleştirinin Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünûn) döneminde Ahmet Şuayb ile başladığı edebiyat tarihçileri tarafından kabul edilir.
Ahmet Şuayb’ın geliştirdiği eleştiri yaklaşımında Batı’daki edebi akımları inceleyerek natüralizmi analiz eden Beşir Fuad’ın etkisi görülmekle birlikte asıl Hippolyte Taine’nin etkisi daha baskındır.
Cumhuriyetin ilk çeyreğinde Nurullah Ataç’ın ben merkezli sadece kişisel beğenisini yansıtan öznel yaklaşımlarla oluşturduğu metinlerin varlığı çok tartışılmıştır. Dönemin etkin dergileri, özellikle Varlık dergisi üzerinden edebiyatı, Kemalizm ideolojisiyle yönlendirerek kültürü yeniden biçimlendirme arzusu öne çıkmıştır.
Cumhuriyetin ikinci çeyreğinde eleştiri yazanların sayısında ve bakış açılarının çeşitliliğinde gözle görülür bir artış olduğu izlenmiştir. “Memet Fuat öznel/izlenimci eleştiri, Fethi Naci Marksist eleştiri, Asım Bezirci nesnel-bilimsel eleştiri, Hüseyin Cöntürk yeni eleştiri, Tevfik Çavdar toplumbilimsel eleştiri, Mehmet Kaplan akademik eleştiri kuramını benimsemiştir.”(1)
Ülkemizde eleştiri türünün geçmişine ilişkin kısaca bir özet geçtikten sonra dünya ölçeğinde tarihsel değişim ve dönüşümlerden yola çıkarak eleştirel düşünme ve eleştiri konusuna giriş yapmak istiyorum.
Marksizm diyalektik düşünme biçimini bilimsel yaklaşımın rehberi olarak kabul eder. Süreç içerisinde kesintisiz birbirini etkileyen ve belirleyen tarihsel olay ve olguların yasalarını saptamaya çalışır.
Tarihsel materyalizm anlayışına göre toplumlar geçmişten günümüze herkesin bildiği gibi beş aşamadan geçmiştir. Bu aşamaları şematik olarak: “İlkel toplumlar, köleci toplumlar, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm” şeklinde sıralayabiliriz.
Toplumsal değişim ve dönüşümlerin izleyeceği aşamaları kestirebilmek diyalektik kavrayışla içinde bulunduğumuz andan daha ileriye yine aynı yöntemi kullanarak öngörülerde bulunabileceğimiz varsayımına dayanır.
Marksizm’e göre üstyapıyı belirleyen altyapı yani ekonomidir. Tarihsel maddeci yaklaşıma göre “sanat/edebiyat” bir üstyapı kurumudur. Altyapı, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyine göre sınıflar arası ilişkiyi açıklayan ekonominin belirlediği bir kavrama denk gelir.
Üstyapı içinde yer alan “sanata/edebiyata” ilişkin çözümlemeler yapabilmek için asıl unsur olan altyapının belirleyiciliği ön kabulünden hareketle bir yaklaşım geliştirmek gerekir. Bu yaklaşımı geliştirirken de biraz önce bahsettiğimiz altyapı-üstyapı ilişkisini mekanik bir şekilde ele almak bizi ekonomik bir indirgemeciliğe götürür.
Başka bir deyişle altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkide altyapı belirleyici olmakla birlikte ikisi arasında karşılıklı diyalektik ilişki vardır. Buradan hareketle üstyapı kurumu olan sanatın/edebiyatın altyapıyı etkileyerek toplumsal dönüşüme katkı sağlayacağı görülecektir.
Çok boyutlu etkileşimi içeren çok daha girift ilişkiler bütünün toplumsal dönüşümde üstyapının alt yapıdaki geri dönütlerindeki diyalektik bağlantıyı göz ardı etmeden ilerlemek gerektiği bilinciyle çözümlemeler yapılmalıdır.
Sanatın çıkış noktası olarak “iş” ön kabulüyle ona istendik bir yönde işlevsellik yükleyerek işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda konumlanmış olmasını kısacası toplumsal değişimdeki rolünü öne çıkarırken sınıfsız toplumdaki yeni insanı yaratacak estetik katkıyı göz ardı etmek bizi teori ve pratik anlamında açmaza sürükler.
Sınıflı toplumlarda altyapının yani artık değerin paylaşımının çözümlenmesi göstermiştir ki artı değere el koyan egemen sınıfın beklentileri doğrultusunda sanat manipüle edilir. Kültür sanat alanı egemen erkin algı yönetimine göre arkasındaki muazzam sermaye gücüyle politikalarını sürekli yeniler.
Egemen sınıflar, kültür sanat alanını uyguladığı ideolojik taarruzla, özünden koparılmış, sıkboğaz edilmiş bir sanatı, vahşi sömürü düzenin bir meşrulaştırma aracı olarak kullanma eğilimindedir. Bilinçli şekilde izlenen kültür sanat politikalarıyla toplumsal yaşama ilişkin illüzyonun sürdürülmesi yaşanılan sömürü düzenini kalıcı kılmak açısından elzemdir.
Tarihi, sınıfsal çatışmalar üzerinden değerlendirirken eleştirinin görevi bilimsel bir yaklaşımla sanat/edebiyat eserindeki bu çatışmanın yansımalarının izlerinin sürülmesi ve çözümlemenin yapılması gerekir. Marksizm’in kurucularının özellikle sanat alanına ilişkin yazdıkları özel metinler yoktur. Bu konuyla ilgili sadece mektuplarda yola çıkılarak ipuçlarına ulaşılabilir.
“Marksizm kuşkusuz edebiyat eleştirisine yeni perspektifler kazandırdı. En azından birden fazla Marksist bakış açısı, birden fazla Marksist edebiyat kuramı. Marksizm ile Marx arasındaki mesafe açılmaya başladıkça, artık yeknesak bir Marksizm anlayışından değil, çeşitli Marksizmlerden söz etmek zorunlu hale geldi.”(2)
Marksist estetiğe ilişkin yapılan üretimlere günümüze ışık tutması açısından geçmişe baktığımızda, 1934’e kadar geçen sürede daha özgür üretimlerin olduğu 1. dönemden sonra 2. aşama olarak adlandırdığımız Sovyet Yazarlar kongresinde M. Gorki’nin ilkelerini açıkladığı toplumcu gerçekçilik kuramının etkisini sürdürdüğü, parti, sınıf edebiyatı gibi adlandırmaların da yapıldığı dönemdir.
Birinci dönemde Marks, Phelenov, Engels gibi yazarların alana ilişkin tartışmaları sürdürdüğü görülür ikinci dönemde ise Jdanov, Gorki ve Lunaçarski toplumcu gerçekçilik anlayışını kuramsal hale getirerek sanatı parti güdümünde sınıf edebiyatının yapılacağı saptamasına götürmüştür.
Marksist eleştiri üst yapıya dahil ettiği sanatın, altyapıyla olan bağlantılarının sınıf çatışması bağlamındaki toplumsal ilişkilere etkisini estetik biçimde nasıl yansıtıldığını sorgulamaya çalışır.
Burada asıl mesele sınıflı toplumlarda proletaryanın mücadelesindeki özün sanat eserine estetik bir şekilde yansıtan sanatçının yaratımları tarihselliği içinde ele alınmasıdır.
Terry Eagleton Marksist eleştiriye ilişkin yaptığı saptamada: “Edebiyatı bir metin olarak görebiliriz; ancak aynı zamanda toplumsal bir etkinlik, başka biçimlerle ilişki içinde olan ve onların yanı sıra var olan toplumsal ile ekonomik üretimin bir biçimi olarak da görebiliriz.” demektedir. (Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı-Giriş, Ayrıntı Yayınları, Sanat ve Kuram Dizisi, 2012.)
Metnin çağından ve üretim ilişkilerinden koparılarak üstelik var olan sınıfsal çatışmadan etkilenmeyeceğini varsaymak tarafsız bir sanatın olabileceğini öne sürmek burjuva eleştirmenlerinin topluma kabul ettirmeye çalıştığı hafıza köreltme yöntemlerinden biridir.
Marksist eleştiri, sosyolojik olguları gözeten dış dünyayı ve toplumsal ilişkileri çözümlemeye çalışan bir yol izler. “Marksist edebiyat eleştirisinin estetik ölçütler ile ideolojik ölçütler arasında yaşadığı çatışma kabul görmüş üç temel anlayış ile sınıflandırılır. Genel anlamıyla en yaygın anlayışlardan ilkine göre, ‘Her toplumcu eser ve ancak toplumcu eserler iyidir.’; ikinci temel anlayışa göre ise ‘Her iyi eser toplumcudur, ama her toplumcu eser iyi değildir; son olarak ise üçüncü anlayışın önermesi ‘Bazı toplumcu eserler iyidir‘ şeklindedir.”(3)
Sanat eserinin içeriğini oluşturan sosyal ve politik söylemlerin yaratıcı süreçlerden geçerek bütüne sinmiş halini ve bu oluştaki ideolojinin hangi sınıfın bakış açısıyla yansıdığını ortaya koyan bir değerlemenin yapılması gerekir.
Bu bütünleşik değerleme ve çözümleme çabalarında sanatın doğuşunun iş olduğu gerçekliği gözetilirken sanatın tarihsel süreçteki gelişim seyrinde türe ait bütünlüğünü oluşturan kendi varoluş yasaları unutulmamalıdır.
Her sanat dalının, sanat ediminin özgünlüğü ve biricikliğinden kaynaklanan yapısal ve kurgusal estetik yapı taşları vardır. Bu gerekçelerle bir değer biçme biçimi olan eleştiri; sanat yapıtında bir çözümleme yaparken içerikle birlikte bunu kuşatan alana özgü özellikleri de dikkate almalıdır.
Bu şu demektir; devrimci gerçekçi sanatçılara göre ezilen sınıfların kurtuluşunun bir propaganda aracı olarak türe ait özellikleri dışlayarak oluşturulmuş her edim sonucu gerçekleşen yaratımlar sanat eseri özelliği taşımaz.
Böyle ele alınan sanata ilişkin türün tarihselliği içinde kazandığı estetik/biçimsel birikimler gözetilmeden doğrudan bir indirgemede bulunmak sanat eserinin varoluşundaki dönüştürme gücünü sakatlar. Devrimci olmayan sanat eserleri, estetik güzellik taşıyabilir fakat bunlar içerik anlamındaki tutumu ve sınıf savaşındaki tercihi yüzünden eksik doğmuş yaratımlardır. Bir eserin tarafgirliği onu sanat eseri yapmayacağı gibi tarafsız olması da sanatsal ürün özelliği kazandırmaz.
Devrimci gerçekçi eleştiri anlayışında toplumsal süreçlerde oluşmuş dogmalarla hareket edilmez. Eleştirel yaklaşımımız sanatın kaynağını iş çıkışlı tarihsel bütünselliği içinde bir üstyapı kurumu olarak kavramaya çalıştığı için bir eserin sanatsal değerini belirleyen kıstasları öz ve biçim diyalektiği içinde çözümleme çabasına girişir.
Marksist eleştirinin biçimi dışlayarak sadece içeriğin eleştirisi olduğunu varsaymak ya da bu yönde eleştiriye ilişkin kıstaslar geliştirme çabaları tarihi süreç içinde var olmuş, farklı Marksist eleştiri yaklaşımları günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Yeni insanın sınıfsız toplumdaki kendini gerçekleştirme edimlerine estetik bir katkı sunmak istiyorsak eleştirel düşünceyi ve bu düşüncenin nesnelliğinden filizlenen dünyayı bugünden yarına sınıfsız toplumun başlangıcı olarak ele almak zorundayız.
Ana (şimdiye) sıkıştırılmış öncesiz ve sonrasız olarak kabul edilen dar zamanlardan geçiyoruz. Neoliberal politikaların bizleri sıkıştırdığı nevrotik alandaki çemberimizden çıkışta, eleştirel düşüncenin varlığı önemlidir.
Eleştirel düşüncenin toplumsal yaşamda hayat bulması, buradan sanatsal alana doğru genişleyen bir çizgi izlemesi toplumsal dönüşümü kolaylaştıracaktır.
Ülkemizde her alanın olduğu gibi akademinin de kurumsal olarak çökertildiğine son yıllarda sıkla şahit oluyoruz. Özellikle Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan bilimsel düşünceyle entelektüel üretimin kaynağını ele geçirme-içini boşaltma ve işlevsizleştirme çabaları akademinin içine düştüğü hali gözler önüne serdi.
Dinci ve ırkçı ideolojinin bilinçli ele geçirme ve çökertme çabaları entelektüel bilginin özündeki özgür düşünceyle toplumun önünde ön açıcı refleksini köreltmek için uğraşlar, zaten özerk bir yapıya sahip olmayan üniversitelerin tamamen çöküşüne yol açtı.
Akademik alanın işlevsiz kadük hale getirilmesiyle yine bu alanla zaman zaman dirsek teması içinde olan özgür düşüncenin kalbinin attığı sivil inisiyatifler, örgütsel yapılar da piyasacı yaklaşımın sonuçlarıyla aynı çöküşü başka bir cephede yaşadı.
Eleştirel düşüncenin gelişmediği toplumlarda edebi bir tür olarak eleştirinin gelişemeyeceği, eleştiri diye bahsedilen metinlerinse tanıtım yazıları niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman çoğumuzun öznel olarak hoşuna giden kitaplara ilişkin üretilen metinleri “eleştiri” kavramı içinde bir yere koyabileceğimizi sanmıyorum.
Konuyu kısaca özetlersek devrimci gerçekçi eleştiri, olayı sınıfsal bir kavrayışla bütüncül olarak ele alma eğilimindedir. Sanat eserinin izleğindeki sınıfsal tutumun yanı sıra öz-biçim diyalektiği açısından estetik yetkinliğe ulaşmış olması beklenir.
Bu özün üzerinde yükselecek olan biçimsel görüntüleri öz-biçim diyalektiği içinde ele alırken estetik anlamda sanata ilişkin bir değerleme yapılma ediminde türün ilk çağlardan biriktirdiği biçimsel formları da gözetir.
Sanatçının sınıflar savaşında doğru bir yerde tutum takınması onun üretimlerini sanat eseri yapmaz. Bu sanatsal çabadaki sınıfsallık, sanatsal yaratının tek kanadıdır, bütünsellik kazanabilmesi için de yapısında sanata özgü özellikleri de barındırması gerekir.
Tek kanatlı kuşun gökyüzünü özgürce dolaşamayacağı gerçeğini asla unutmayalım!
N O T L A R
(1) https://dspace.ankara.edu.tr
(2) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/757671
(3) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/757671