“Kırımın zirve yaptığı 38’e odaklanarak yazmanın duygusu çok ağırdı. Kurmaca olsa da yazarken başından sonuna kadar o ağır atmosferin içinde olmak ve buna dayanmak hiç kolay değildi.” diyen Hasan Hayri Ateş ile Dersim Katliamı ve kaleme aldığı “Şer Zamanıydı” adlı eseri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…
-İnternet ortamında araştırdığımızda hakkınızda pek fazla bilgiye ulaşamıyoruz. Okuyucularımıza kendiniz hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
1964 yılında Dersim Pülümür doğumluyum. İlkokula köyümüz Gurik’ta (Karagöz) başladım. İkinci sınıftan itibaren yatılı okula gönderildim. Burada yedi yılımı geçirdim. Lise öğrenimimi yarıda bırakarak çalışma yaşamına katılmak zorunda katıldım. Uzun yıllar HDP ve öncülü partilerde aktif siyaset yaptım. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılarım yayımlandı. 2017’de eşimle birlikte Avrupa’ya çıkmak zorunda kaldım. Halen Almanya’da yaşıyorum.
-Dipnot Yayınları’ndan çıkan “Şer Zamanıydı” romanınızda mekân olarak Dersim’i seçerken temayı 1938 yılındaki acı olaylara denk gelen bir zaman diliminde kurguluyorsunuz. Böyle ağır sonuçları olan tarihsel bir olayı anlatırken hiç zorlandınız mı? Toplumsal bellekte derin çatlaklar açan Dersim Tertelesi’nin sizin kişiliğinizde ve sanatınızdaki yansımaları nelerdir?
Dersim’in kendine özgü toplumsal yaşamının ve anlam dünyasının bendeki etkisi büyüktür. Duyarlığımın bu ortamdaki çocukluk izlenimleriyle beslendiğini söyleyebilirim. Diğer yandan Dersim benim için öncelikle ninemdir. Dersim’e dair zihin dünyam onun etkisinde şekillendi.
Ninemin ağlamalarını, dahası Dersim 38’i onun gözüyle anlamaya başladığımda yıllar geçip gitmişti. (…) Son olarak ziyaretine gittiğimde hafızasının zayıfladığını görmüş, hayatımın en derin varlığını kaybetmiş gibi üzülmüştüm. Ona o kadar az soru sormuş olduğum için, onun yaşadıkları hakkında az şey bildiğim için, onu elimden kaçırdığım için kendimi bağışlayamıyordum.
Çocukluğumun unutamadığım bir diğer yanı ise, on yaşıma kadar büyüdüğüm köydür. Ücra bir dağın bayırına tutunmuş haliyle dünyaya uzak, Xızır’a, Evliyalara, Ermişlere ve Jarlara yakın gaip bir gezegendi. Bu gaip dünyada ninem, isimlerini anarak hiç durmadan Evliyalara, Ermişlere Jarlar’a konuşur, konuştukça öfkelenir, sitem eder ağlardı.
Ninemin neden durmamacasına ağladığını çocukluğumda kendime sorduğum olmuş muydu? Doğrusu hatırlamıyorum. Evet, ‘38’den, Tertele’den konuşurdu. Fakat anlamadığım mevzulardı. Anlatılanlardan gözümde canlanan tek şey askerlerin geldiği, köylülerin dağlara kaçtığı ve ölenlerin olduğuydu. Öyle çok da büyük bir felaket gibi düşünemezdim. Bir de mefiye, yani sürgüne gönderildiklerini anlardım. Dediğim gibi, bunlar bütün boyutlarıyla anlayabildiğim konular değildi.
Ninemin ağlamalarını, dahası Dersim 38’i onun gözüyle anlamaya başladığımda yıllar geçip gitmişti. Ben artık İzmir’de yaşıyordum. Son olarak ziyaretine gittiğimde hafızasının zayıfladığını görmüş, hayatımın en derin varlığını kaybetmiş gibi üzülmüştüm. Ona o kadar az soru sormuş olduğum için, onun yaşadıkları hakkında az şey bildiğim için, onu elimden kaçırdığım için kendimi bağışlayamıyordum.
Ninemin yaşadığı hafıza sorunu karşısında duyduğum pişmanlık, hâlâ bir şeyler yapabileceğini düşündürdü ve yazmalıyım dedim. Ne de olsa ninem hiç durmamacasına konuşurken her şeyi anlatmıştı. Onlar zihnim bir yerinde duruyor olmalıydı. Nefesini yüzümde hissederek, sesini kelimelere dökebilirdim. Ne var ki yazmalıyım dedikten ancak yıllar sonra başlayabildim. Elbette ki kolay olmadı.
Kırımın zirve yaptığı 38’e odaklanarak yazmanın duygusu çok ağırdı. Kurmaca olsa da yazarken başından sonuna kadar o ağır atmosferin içinde olmak ve buna dayanmak hiç kolay değildi. Yazarken yaşanan ruhsal zorlanmada, yazılanın kendi hikayemiz olmasının etkisi var.
-Kitap 1938 yılının Ağustos’unda başlıyor, Tertele’nin son zamanları ve köy ahalisi, köylerinde yaşanacak katliamı tahmin ediyor ve başlarına gelebilecek felaketin farkında. Okuyucu adım adım gelmekte olan katliama hazırlanıyor, bu süreç de romandaki gerilimin ana eksenini oluşturuyor. Ayrıca karakterler için rüyalar oldukça önemli, bu felakete değin bir leitmotif olarak sunulmuş. Karakterler katliamın birer nesnesi olacaklarını gördükleri rüyaları yorumlayarak anlıyor. Bu tür mistik öğeler içeren anlatımları tercih etmenizin sebebi nedir?
Rüya, romanın bütünlüğü içinde leitmotif olarak düşünülebilir. Fakat üzerinde düşünerek tasarladığım bir şey değil. Yazım sürecinin doğal seyri içinde kadim Dersim toplumsal hafızasının ve inancının karakterler üzerinden yansıması olarak düşünüyorum.
Rüyaların, uykudayken bedenimizi terk eden ruhumuzun gerçek yaşantısını yansıttığını savunan görüşler ve inanışlar biliniyor. Rüyaların bir anlama sahip olduğuna ve mesaj verdiğine inanmak, kadim Dersim toplumunun da dikkat çeken özelliklerindendir. Dönemin insanları rüyalara inanıyor. Rüyaların işaretlerinden yola çıkarak hayatlarına yön vermeye çalışıyorlar. Romanın ana karakteri Seydali’nin gördüğü rüya sonrasında korkuya kapılması bundan kaynaklıdır. Ardından babası Pir Seycan rüya görüyor. Rüyalarda felaket alametleri belirmiştir. Bir panik yaşanmasın diye köylülere anlatmıyorlar. Çünkü rüyalara inanıyorlar. Kadim Dersim toplumunda etkili olan bir inanıştır.
Dönemin Dersim yaşlıları trajik olaylardan ve felaketlerden konuştuklarında mutlaka bir rüya ile ilintilendirirlerdi. Yani trajediler ve felaketler yaşanmadan rüyalar yoluyla ayan olmuştur. Gündelik hayatın normal seyri içinde de bu türden anlatılara sıkça rastlanırdı. Mesela biri, bir yolculuğa çıkacaktır. Fakat yakınlarından biri tehlikeye delalet sayacağı bir rüya görmüştür. Rüya ya dikkate alınmıştır ya da dikkate alınmadığından yolculuk uğursuz hadiselerle sonuçlanmıştır. Rüyanın geniş şekilde romana sirayet etmesinde tüm bunların etkili olduğunu düşünüyorum.
-Yukarıdaki soruda rüya motifi ve Alevi inancının tasavvuftan kaynaklı inanç alt yapısının romanın bütünlüğü içinde önemli yer tuttuğunu söyledik. Ancak kitabı okudukça ana karakter Seydali’nin ve babasının inançlarının Tertele ile birlikte sarsıldığını ve kendilerine has bir inanç-inançsızlık çatışması içinde bulunduklarını görüyoruz. Buna yol açan süreçleri siz kendi deneyimlerinizle birlikte nasıl değerlendirirsiniz?
Yaşanan inançsızlığı izah etmek için 38’de ordular Dersim’e girmeden çok önce başlayan toplumsal sorunlara bakmak gerekir.
Bilindiği üzere Tanzimat’la birlikte Dersim çok yönlü ağır bir kuşatmaya alınıyor. Osmanlı devleti, aşiretleri birbirine düşürmek için yoğun bir çaba sergiliyor. Bu politika cumhuriyetle birlikte daha da boyutlandırılarak sürdürülüyor. Bu dönemde yaratılan aşiret kavgaları ile birlikte toplumun içine sürüklendiği kaos ve bu kaosun yol açtığı ağır sorunlar var. Dolayısıyla Seydali ve babası Pir Seycan’ın inançlarının sarsılmasının asıl nedeni, toplumun içine düştüğü hâldir. Aslında toplumun kimi önde gelenlerinin hali demek daha doğru olur. Onların davranışları sonucu toplumun duygu ve inanç dünyası sarsılmış, temel değerler çatırdamıştır. Düşkünlük mertebesinde görülen pratikler sonucu kadim Dersim Alevi Kızılbaş inancında toplumsal yaşamın direği sayılan İkrar bozulmuş, temel değerler yara almıştır. Oysa bu değerlerin en önemli fonksiyonu, davranışlara rehberlik ederek standart ölçüler oluşturması ve toplumsal yaşamı düzenlemesidir. İkrar bu değerlerin başında gelir. Ne var ki dönemin Dersim toplumsal yaşamında bu değerler ciddi manada sarsılmıştır.
İkrar’dan konuşulduğunda, “Ustuna zere çeyi” gibi sembol anlamlar yüklendiği olurdu. Evlerin ağaç kirişlerinin bağlandığı temel taşıyıcı direktir bu. Hatta “Ustuna Asmene Qıhal” yani, gök kubbeyi ayakta tutan direk diye nitelendirildiği olurdu. Bu direklerin yıkılması, toplum yaşamında bir zelzelenin yaşanması anlamına gelirdi. İkrar, böylesine önem atfedilerek kutsallaştırıldığı için evin taşıyıcı direğine niyaz edilirdi. Dolayısıyla İkrar, yani toplum yaşamının en dokunulmaz olan kutsiyeti çatırdamıştır. Bu durumda taşıyıcı direk, evin damını uzun süre ayakta tutamaz.
İnanışa göre, İkrar’ında durmayanların, kan çukurunda ikbal arayanların, alaylara kesik başlar taşıyanların, ben ağayım diyerek kan döküp zulmedenlerin ve bedbahtların yaptıkları karşısında toplumu himaye etmesi gereken inanç önderleri hükümsüz kalmıştır. Çime Muzir, Qemere Duzgı ve Gola Buyere gibi evliyalar küsmüş, olup bitenlere sessiz kalmayı seçmiştir. Koruma kalkanlarından mahrum kalınınca, fenalıklara kapı aralanmıştır. Yaşanan çözülme hali olmasaydı, tertele gibi bir gazapla üzerine gelen devlet aklı, gayesine ulaşmayacaktı diye inanılırdı.
Seydali ile babası Pir Seycan’ın bir ikilem yaşamaları ve inançlarının sarsılmaları buradan başlıyor. Çaresizlik, sahipsizlik, kimsesizlik hissinin neden olduğu bir ruh halidir. Toplumun da ruh halidir.
-Uzun zamandır ülkeden uzakta yaşıyorsunuz, Türkçe yazan biri olarak doğduğunuz topraklardan ayrılmak zorunda kalmak, yabancısı olduğunuz bir kültürde yaşamak, uyum sorunu ve kaynaşma gibi pek çok unsuru hesaba katarsak bu durum sanatsal çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Beş yıldır Almanya’da sürgünde yaşıyorum. Zordur sürgün yaşam. Bertolt Brecht sürgünü, “Bir eksik olma hali, yarım kalma hali…” diye nitelerken, yaşadığı deneyimden yola çıkıyordu. Gittiği ülkenin dilini bilmiyorsa insan, sürgüne atılan ilk adımla eksilir, yarımdan da aşağıya düşer. Kendimi bir yanıyla böyle düşünüyorum.
Diğer yandan henüz yeni olmamdan dolayı kopmak zorunda kaldığım ülkem ile düşünsel ve duygusal bağım halen çok canlı. Yazarken bunun avantajını yaşıyorum. Uzun erimde korunabilir mi, bilmiyorum. Fakat ne olursa olsun, kişi neden sürgünde olduğunu biliyorsa, zorluklar her halükârda göğüslenebilir. Önemli olan bir şey varsa, o da beklenmedik anda bir yerden ayrılmak zorunda kalırken nereye varacağımızı bilmesek de inatla izlediğimiz yoldur. Karanlık ve tehlikeler arasında bizi neyin beklediğini bilmesek de neden yollarda olduğumuzu, neden sürgün bir yaşama mecbur kaldığımızın anlamını biliriz. Önemli olan budur.
Tebrik ederim, güzel bir söyleşi olmuş.👏👏 “Şer Zamanıydı” kitabını en kısa sürede edineceğim.