Belki de başından beri kimliksiz, omurgasız bir bukalemundu. En çok dikkat çeken yanı ise bende uyandırdığı şu çığlıktı: Bak işte ben modernim, o aşağılık Doğululardan değilim. Bendeki bu potansiyeli, bu Avrupa sadakatini görün ve beni sevin!
Üniversite kütüphanesi genelde çok dolu oluyor. Yer bulmak zor. Uzun süre bilgisayarda çalışmak istiyorsan priz bulunan bir masa bulmalısın ki cihazlarını şarj edebilesin. O yüzden prizleri olan masalar en önce doluyor. Bazen boş yer arayıp bulamadan çıktığım ya da son anda kalkan birisini görüp yeri kapıverdiğim oluyor.
Üst katlarda kitapların olduğu salonlarda mutlak sessizlik hakimdir. Kimse konuşmaz. Çok nadiren belki yanındakine fısıldayan birisini görebilirsin. Öyle ki ben yanımda getirdiğim termosumun tıkacının çıkarttığı ‘tap’ diye bir sesten dahi çekinirim ve bazen bu sesi aynen bir susturucunun namluya yaptığı gibi elimle termosun ağzını kaplayarak sesi baskı altına alırım.
Yıllar önce Christi’yle gelirdik buraya. O ailesini kırmamak için sevmediği halde hukuku bitirmiş (gönlü resimdeydi ve iyi de şiir yazardı), yaklaşan devlet sınavlarına hazırlanıyordu, bense okula kaydımı suistimal edip şiire, gazele vermiştim kendimi o sıralar. O zamanlar bende daha bir yabanilik vardı. Christi o ortamda bana müdahale etmezdi hiç ama çıktıktan sonra sevecenlikle, kırmadan insanların kafalarını kaldırıp bana baktığından söz etmişti birkaç kez. Ben onun gibi fısıltı tonajını kontrol altında tutamıyordum pek. Neyse işte, artık yanımda bir Christiana yok ve ben de şiir yerine ilim irfan işlerine dalmış durumdayım bu kış itibariyle.
Giriş katta grup çalışma salonu var. Ücretsiz kullanılabilecek tarayıcılar da bu salondalar. Buradaki masalar üst kattakilerden farklı. Yukarıdaki masaların sayısını bilmiyorum ama sanırım yüzlerce vardır. Onlar dikdörtgen şeklinde ve çoğunlukla iki kişilik masalardır. Buradakiler ise kareye yakın formda ve altı kişinin çalışabileceği boyuttalar. Tam ortalarında masada oturan herkese yetecek kadar prizler şıkça yuvalarına monte edilmiş. Yukarıdaki prizler gibi duvarlara çıkıntı yapmıyorlar. Bu büyükçe masalardan bu salonda sadece dört tane var. Masalar dışında, arkaya doğru kırmızı yay biçimli uzunca kanepeler bulunuyor. Yerlerde ise rahat birkaç minder sağa sola dağınıkça serpiştirilmiş. Nedense daha çok çocukça bir vücut ifadesiyle kızlar oturuyorlar bu minderlerin üzerinde.. Yani mutlaka erkekler de oturuyordur ama ben rastladığımı hatırlamıyorum. İşte bu biçimiyle biraz genç odalarını, biraz da salaş cafeleri andırıyor salonun bu kanapeli minderli arka tarafı.
Bu tarz yumuşak minderlere sanırım puf deniyor Türkçede. Tesadüf işte, Alman sokak dilinde bu kelime aynı okunuşla ‘kerhane’ demek. Sonuna yazarken fazladan bir f ekleniyor.
İşte bu grup çalışma salonunda konuşmak serbest doğal olarak. Bazen aşırı sessizlik yerine burayı tercih ediyorum. Ama gündüz saatlerinde bu salonda yer bulmak yukarılardan daha da zor olabiliyor çoğunlukla. O yüzden genelde burayı pas geçip merdivenlere yöneliyorum.
Bugün sıfır dereceye yakın buz gibi bir hava olmasına rağmen bisikletimle geldim kütüphaneye. Sırtımda her zamanki gibi muhtemelen 20 kiloyu geçen ağırlığıyla sırt çantam var. Kesin yine yer bulmak zor olacak. Koca çantayla koca kütüphaneyi gezip yer aramak yerine, girişteki kilitli dolaplardan birisine çantayı bıraksam, önce yeri bulup, o bulduğum yeri de sandalyesine montumu bırakmak suretiyle rezerve etsem, sonra gelip çantayı alsam daha iyi olmaz mı diye düşündüm. Aslında fena bir fikir değildi bu ve zorlu bisiklet yolundan sonra yer ararken beni terlemekten koruyabilirdi. Ama öyle yapmadım nedense. Dolapların olduğu bölümü geçip doğrudan turnikelere yöneldim, kimlikle geçiş yaptıktan sonra önce grup salonunda şansımı denemek istedim. Şansa bak. Tam o sırada iki kızın sağdaki ikinci masadan kalktıklarını gördüm. Bekledim ve az sonra masadaki yerimi aldım.
Masaya yerleşme esnasında aynı masada oturan, otuzlarında gibi gösteren, saçları ciddi düzeyde dökülmüş, Alman olmadığı saç rengi ve yüz şeklinden açıkça belli bir adam beni süzdü ama selam vermedi. O öyle davranınca ben de genelde böyle durumlarda verdiğim sessiz selamımı ondan esirgedim. Önünde açık vaziyette iki tane bilgisayar vardı.
Yerleşip çalışmaya başlamak için çantadan malzemelerimi çıkarttım. Az sonra bir kişi daha kalktı ve yanıma sevgili olduklarını sonraki davranışlarından ve yeşilci olduklarını da kıyafet, tarz ve kızın taşıdığı kumaş çantadaki yazıdan anladığım bir çift oturdu. Baktım matematik çalışıyorlar. Buna şaşırdım. Pek yakıştıramadım açıkçası matematiği bu gençlerin kıyafet ve tarzlarına. Neyse bu da “şekilci olmamak lazım”a bir örnek işte. Karşıda oturan iki kız var. Az sonra o kızlardan birisi değişti.
Oldukça standart öğrenci kılıklı bir kız oturdu ve direkt çalışmaya başladı. Çift laptoplu olan telefonda Türkçe konuşmaya başladı. Tam yanımda oturduğu için alçak sesli de konuşsa duyuyordum. İlginç bir şey yoktu konuşmasında ama belli belirsiz rahatsız edici bir tarz vardı. Belli ki karşı taraf bunun onaylamadığı bir şeyler yapıyordu ve bu da ona üstten bir tarzda nasihat ediyordu. Konuyu anlamaya da çalışmadım zaten.
Kahvemi çıkardım. Cihazı defteri vs hazırladım. Niyetim PDF şeklindeki slaytları inceleyip notlar almaktı. Sonra not tutma sistemime göre eksik olan önemli bir malzemeyi almayı unuttuğumu gördüm ve ani bir kararla, yemekhanenin hemen altındaki kırtasiyeye gitmeye karar verdim. Ne de olsa bisiklet kapıdaydı ve en fazla on, bilemedin onbeş dakikada geri döner çalışmaya doğru düzgün başlardım. Masayı olduğu gibi bırakıp çıktım. Burada hırsızlık tehlikesi pek yoktur. Güvenlik var ve öğrenci olmayan zaten giremiyor.
Hava soğuk. Pedallar ışıklar, kestirmeler vs… o da ne? Kırtasiye yok yerinde. Nasıl olur? Nasıl kapanır? Elli bin kişinin okuduğu bir üniversitenin yanı başındaki kırtasiye nasıl ve niye kapanır?
Geri döndüm. Masaya yaklaştığımda çift laptopluyla yeni gelen kız konuşuyorlardı. Kız normal Almanca konuşuyor, Türk de iyi olmakla beraber yabancı ve görece Almanya’da yeni olduğunu belli eden bir Almancayla konuşuyordu. İster istemez kulak misafiri oldum. Kız hukuk okuyormuş ve sınavları varmış. Bizimki üç yıldır Almanya’da, bir buçuk yıldır da Köln’deymiş. Türkiye’de iki yıl hukuk okumuş, bırakmış, gelmiş, gelmek zorunda kalmış… Kürtlere benzemiyordu pek, ilk aklıma gelen cemaatçi olabileceği oldu.
Ben de bu arada kararımı verdim ve slaytlardan not almak yerine, kuzeybatı Roma eyaletlerinde tiyatro, tapınak ve hamam kalıntılarıyla ilgili ders videosunu izlemek üzere kulaklığımı taktım. Kısa bir süre sonra karşımdaki kızın yüz ifadeleri dikkatimi çekti, merakım ağır bastı, kulaklığımı çıkarttım ve dinlemeye başladım.
Kız kibarca vakti olmadığını, çalışması gerektiğini açıkça söyledi. Ben de artık bu susar diye düşündüm. Ama o kendisinin de gece on ikiye kadar çalışacağını (kütüphane gece on ikide kapanıyor), bir işi bitirmesi gerektiğini söyledi. Söyledi ama susmak yerine tempoyu daha da arttırdı. Lap diye kıza çok absürt bir tarzda ve yanlış bir Almancayla “Para için mi hukuk okuyorsun?” diye soruverdi. Kız durakladı. Emin olmak istedi. Bizimki daha detaylı sordu. Kız yok, hayır dedi. Ailesinin isteği olduğunu da ekledi. (Ne çok kişi ailesi hatırına hukuk okurmuş meğer.) Bizimki daha bir coştu ve kızın ailesini sormaya başladı. Kız kısa cevaplar verdi. Bizimki ısrarla ayrıntı sordu. Kızın annesi Türk’müş ama kendisi Türkçe bilmiyormuş. Yani çok az biliyormuş. Anne baba ikisi de doktormuş.
Aslında konuşmanın çok ayrıntısı var ve hepsini yazarsam yazı gereksiz biçimde uzar. Çarpıcı yerleri özetleyeyim. Çocuk gaza geldikçe daha detaylı soruyor. Kız önüne, kitabına bakıyor ve ama bu anlamıyor. Birdenbire ”Yanına gelebilir miyim?” deyiverdi. Kız sustu önce, oğlan ‘beş altı dakikalığına’ diye üsteledi. Ben ahan dedim, nolcek şimdik? Noldu dersin? Kız aynen şöyle dedi: Ama gerçekten çalışmam gerek. Ben utandım, o birkaç saniyelik bir duraksamadan sonra kaldığı yerden devam etti. Sadece sorular sormuyor, kendi geçmişini de hararetle anlatıyordu. Sonra bir baktım güvenlik görevlisi salona girdi, bizim masaya doğru yaklaştı ve el işaretiyle sessiz olmalarını söyledi. Acaba birisi mi çağırdı? Belki. Çift laptoplu kafasıyla tamam gibi bir işaret yaptı. Görevli gitti. Az sonra bizimki kaldığı yerden başladı gene. Bu sefer kızın annesinin resmini görmek istediğini söyledi. Kız bir an tereddüt etti, sonra telefonunu aldı. Bizimki tam bu anı fırsat bilerek, teslim etmek gerekir ki mükemmel bir zamanlamayla kızın resmi bulup ona uzatmasını beklemeden karşı tarafa geçip kızın yanına ilişiverdi. “Ama sen annene hiç benzemiyorsun.” dedi. Sonra gene biraz laflarını karıştırdı. En sonunda ‘ten rengin’ dedi eliyle de kendi kolunu göstererek. Kız da “Babama benziyorum.” dedi. Sonra gene detay sorular geldi. Kız babasıyla daha yakın olduklarını, annesinin sonradan tıp okuduğunu ve evde az bulunduğunu, biraz da o yüzden Türkçe öğrenemediğini, bir de annenin eski eşinden çocuğu olduğunu, annenin onunla Türkçe konuştuğunu, baba konuşmaları anlamayınca… nihayetinde evde Almanca konuşulduğunu vs. anlattı. Tam bu noktada bizimki gene patlattı lafı. Ne dese beğenirsin? “Annene çok gıpta ettim. Onunla Köln’de ya da Freiburg’da (kız oralıymış) Türkçe konuşmak istiyorum.” dedi. Kız gülümseyerek sustu. Sonra “Annem burada üniversite hastanesinde cerrah.” dedi. O branşını sordu. Jinekologmuş ve şef doktormuş. Çocuk jinekoloji üzerine, muhtemelen kendisinin de ne demek istediğini bilmediği bir şeyler zırvaladı. Kız giderek daha çok susmaya o ise coşmaya başladı. Adeta absürt bir tiyatro sahnesi vardı karşımda. İşte antik tiyatro yapılarıyla uğraşırken karşımda sergilenen oyun buydu.
Ben artık bu iş nereye varır diye düşünürken oğlanın konuşmasının içeriği arsızlıktan zavallılığa doğru evrilmeye başladı. Özet geçiyorum. 1. Ailesi aslında muhafazakarmış, ama şimdi onun Alman bir kadınla evlenmesi fikrini onaylıyorlarmış. 2. Almancayı öyle bir öğrenecekmiş ki kimse yabancı olduğunu anlamayacakmış. (Alla Alla!!!) 3. Çocuklarına Almanca isimler verecekmiş ki onlar daha iyi entegre olsunlar. (Ne müthiş fikir ama. Hem de Almanya ‘da) 4. Kendi Arapça olan ismini de Almanca yapacakmış.
Oğlan onay ve aferin bekleyen bir tavırla kıza bakıyor ve kız susuyordu. Nihayetinde kız şunu dedi: İsmini değiştirmek istemeni acayip buldum, hayret ettim doğrusu. (tam kelime krass!) Oğlan sanki boynuna kement takıldığı için enerjisini boşaltamadığı halde koşamayan, ama olduğu yerde depreşen buzağılar gibi davranıyordu. Duramıyor susamıyordu. Bir şeyler geveledi. İş ve ev ararken isminden dolayı zorluklar vs… vs…
Ben normalde bu tür diyaloglara bir yerinden usturupluca ama teklifsizce girerim. Genelde iyi de karşılanırım. Burada kendimi zor tuttum. İyi de yaptım. Belki bu insana bir yol yordam da gösterebilirim. Ama adamın durumu o kadar absürt ki. Bu durumda bir girişimimde bana düşman olacağı çok açık.
Çocuk kalktı, yerine yani benim yanıma gelip oturdu. Yaydığı enerjiden düğmesi kapatıldığı halde sesini içine yayarak konuştuğunu hissedebiliyordum. Kız çoktan kitabına gömülmüştü. Oldukça olgun bir tahammülle idare etmişti durumu. Daha yirmibir yaşında bu kız. (E tabii yaşını da sormuştu)
Bu gibi durumlarda Almanca “Eindringlichkeit” tabiri kullanılır. Daha doğrusu bu terim bu durumun ellide biri durumlarında bile kullanılır. Eindringen sızmak, nüfuz etmek gibi anlamlara geliyor. Mesela suyun bir yere sızarak girmesi için kullanılır. Sadece adını sorduğun için bile bu ithamla karşılaşabilirsin bazen. Bu çocuğun durumunu anlatacak bir terim bilmiyorum. Kızın tolerans düzeyi ve oğlanın sınırsızlığı eşsizdi benim için.
Nedense bu adamın aslında Türkçü olduğu ya da öyle bir çevreden geldiği izlenimi uyandı bende. Aşırı uçlara kayan insanlara özgü bir çarpıklık algılıyordum. Bir zamanlar canhıraş savunduğu kimlik aidiyetini basit çıkarları adına basiretsizce (bence işe yaramaz bunlar) satardı muhtemelen. Hırsları onu bu garip durumlara sokuyordu. Belki de ama yanılıyorum. Belki de başından beri kimliksiz, omurgasız bir bukalemundu. En çok dikkat çeken yanı ise bende uyandırdığı şu çığlıktı: Bak işte ben modernim, o aşağılık doğululardan değilim. Bendeki bu potansiyeli, bu Avrupa sadakatini görün ve beni sevin! Ama belki de haksızlık yapıyorum ve o sadece hasta birisi. Yaşamsal korkular içerisinde bir uçurumdan yuvarlandığını hissediyor ve gözüne kestirdiği dallara tutunmaya çalışıyor…
Her neyse ne. Yaptığı iki açıdan da yanlış. Çünkü burası örneğin bir Paris değil. Orada kızlarına Fransızca isimler veren iki göçmen aile görmüştüm. Bu şekilde Fransa’da çocuklarının topluma uyumlarının ve dolayısıyla istikballerinin daha iyi olacağını düşünmüşlerdi. Bilemiyorum. Belki orada mümkündür bunlar. Öncelikle esmer Fransız çok. Ulus algısı farklı. Ben Almanya’da eskiden yerleşen Polonyalı Katolikler hariç böyle en azından dışarıdan pek sırıtmayan bir uyum hiç görmedim. Bunun iyi Almanca konuşmakla kesinlikle ilgisi yok. Ukraynalıların da bence bu konuda fazla şansları olmayacak. Görünümleri de yetmeyecek gerçek bir entegrasyona. Aman aman kaçmak istedikleri o “Rusluklarının” öylesine soyunabilecekleri bir manto olmadığını çok iyi anlayacaklar. Bazıları çoktan anladı bile.
Almanlardan daha iyi Almanca konuşan Alman Tarım Bakanı Cem Özdemir ortalama bir Alman gözünde bir Türk’tür. Hadi diyelim mükemmel Almancanın yanına sarışın ve mavi gözlülüğü de eklersek belki bir yere kadar. Ama evet bu durumda bile sadece bir yere kadar yutturabilirsin Almanlığını.
Ama görece çok daha sağlıklı olduğunu düşündüğüm alternatif var. Olduğun gibi olursan sorun yok bence. Almanların aydın ve hümanist kesiminde, aşağılık kompleksi göstermeden doğal bir özgüvenle hareket edersen kabul ve saygı görürsün çoğunlukla.
Gelelim işin flört ve cinsel cazibe kısmına. Ne de olsa bir kadın ve bir erkekten söz ediyoruz. Burada da düşüncem odur ki bu şahsın gösterdiği tavırlar sadece ve belki acıma duygusu yaratacaktır kadında. Böyle zemin üzerine de hiçbir olumlu ilişki kurulamaz. Genel kadın psikolojisi buna uygun değildir. Acıdığı erkeğe aşık olmuyor kadın…
Ben kulaklığımı takmadan önce çocuk son bir gayretle birşeyler söyledi kıza. Bir konuda yardım istedi galiba. Ne olduğunu anlamadım. “Buraya sık geliyor musun?” diye sordu. Kız “Evet, geliyorum.” diye yanıtladı donuk ve bıkkın bir sesle. Göz ucuyla adamın bilgisayar ekranlarına bir baktım. Hukukla ilgili bir şey göremedim. Daha çok teknik bir şeyler vardı sanki. Az sonra bir ekranda alışveriş kataloğunda ayakkabı bakıyordu…
Ben de videoyu bitirip iki kilometre kadar uzaktaki yoga salonundaki derse yetişmeliydim.
Evet, bu gördüklerimden sonra yoganın sadeliğine, erdemine ihtiyacım vardı.
Çıkmak üzere kalktığımda gene ondan gelen huzursuz iç sesin bendeki algısından başka çıt çıkmıyordu masada.
Açıkçası bu insanın tarzına yakın, bu kadar aşırı olmasa da bir iki kişi tanıdım yıllar yıllar önce. Çevremi özenle bu tarz insanlardan uzak tuttuğumdan olacak, onların varlıklarını da unutmuşum. Ama ben unuttum diye onlar yok olmamışlar. Bütün arsızlıkları, densizlikleri, aşağılık kompleksleri ve zavallılıklarıyla kapitalist modernitenin çöpleri olarak kariyer peşinde pata küte bir azgınlıkla varlar.