Dönemler, ekonomik koşullar, insan ilişkileri değiştiği halde biz hala barbarların değil, o bilgelerin, kahinlerin diliyle konuşuyoruz.
İnsanın “dünya haritası, dünya kimliği” olarak da adlandırılan “referans çerçevesi” yani iletişim kurma birikimi, bir kişinin seçim yapmasına, harekete geçmesine, düşünmesine, kendi fikirlerini ve başkalarının fikirlerini sorgulamasına izin veren unsurlar kümesidir. Her insanın zaman, eğitim, deneyimler, olaylar üzerine inşa edilmiş kendi referans çerçevesi vardır. Dünya üzerindeki insanların hiçbirinin referans çerçevelerinin birbiriyle aynı olması mümkün değildir.
Referans çerçevesi çoklu ilgidir. Her şeyden önce kendimiz hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Gerçekten de sahip olduğumuz şu veya bu ilke veya inancın neye dayandığını kendimize sormamız demektir. Bazen bu, o ana kadar taşıdığımız inancımızın doğruluğu, bazen de kendimizi sorgulamamız anlamına gelir.
Herhangi bir durumu algılarken o ana kadar biriktirdiğimiz düşünce, tecrübe, alışkanlıklarımız da dahil ne varsa hepsini önümüze koyar ve yeniden bir yol çizer. Böylece yanıbaşımızdakilere farklı bir bakış açısıyla bakmaya başlamış oluruz. Bu muhtemelen bazı açılardan bir önceki bakış açımızla aynı olmayacaktır.
Bize veya başkalarına zarar vermediği sürece diğerlerinin referans çerçevesini kendimizinki kadar değerli olarak görebilmemiz bu sürecin en önemli adımıdır. Herhangi bir iletişim halinde sebebi ne olursa olsun istemediğimiz bir durum yaşıyor oluşumuz ve bunun bir başkasına yapılmasını doğru bulmayışımız, bu farkı anlamış olduğumuzdandır.
Dinler tarihi bu anlamda önemli bir veri sunmaktadır. Birbirine taban tabana zıt düşüncelerin çok olmasının nedeni farklı referans çerçevelerinden kaynaklanır. Durum böyle olunca her bir düşünce, bir diğerini baskılamak için şiddete yönelir.Oysa temel doğru kutsal kitapların aktardığı olmalıdır. Peki buna göre anormal olan ve şiddetin çıkış noktası nedir? Farklı kesimlerin kendi kutsal kitaplarındaki kaideleri esas almalarıyla oluşan referanslardır buna neden olan.
Sanat alanında da durum farklı bir seyir izlememektedir. Birçok sanat akımı sistem karşıtı olarak doğmuştur. Sonrasında ise birbirleriyle sert tartışmalar yaşamış ve bir akımın öncülleri, diğerlerini saf dışı bırakmak için ellerinden geleni ardına koymamışlardır. Asıl gürültü de buradan başlamaktadır. Günümüz edebiyatında egemen gürültünün sebebi, referans çerçevelerinin farklı yerlerden beslenmesindendir.
Referans çerçevelerini belirleyen ana unsurlardan biri de dönemdir. Dönemin ekonomik ve siyasi koşulları, düşünce biçimleri, davranış tercihleri üstünde belirleyici roldedir. Hal böyle olunca sanatsal kimlik ve kavgalar sert olmakta, kimse kimseyi dinlememekte ve giderek herkes ideolojik ve sınıfsal bir kimlikle buluşup, sanatın çerçevesini ona göre çizmektedir. Sanattaki kopmalar, ayrışmalar ve kavgaların nedeni tamamen böyle oluşmakta ve akademik dünya da işin içine girince bazı disiplinler hızla kaybolmaktadır.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Onun toplumsal yükümlülüklerinin olması gayet doğaldır. Aynı zamanda bu varlığın estetik kaygıları vardır ve toplumsal yükümlülüğüne estetiği dahil edince sanat eseri zaten kendini konuşturacaktır.
Referans çerçeveleriyle ilgili çok bilinen bir şey vardır: sözlü ve sözsüz iletişim. Her ikisi de iletişimin kolaylaştırıcılarıdır. Buradaki sözsüz iletişim elbette beden dilidir.
Sözlü iletişim, fiili kullanan bir iletişim şeklidir. Sesin kullanılmasını mutlak anlamda gerektirmez. Dil ve ses ayrımında eklemli dil sözlü bir iletişim biçimidir; sözlü iletişim de kuşkusuz bir dil biçimidir ancak dile indirgenemez veya dil ile asimile edilemez.
Beden dili dediğimiz sözsüz iletişim, konuşma içermeyen bir konuşmadaki herhangi bir alışverişi ifade eder. Sözlere değil jestlere, eylem ve tepkilere, tutumlara, yüz ifadelerine (mikro ifadeler dahil) ve ayrıca kokular gibi bilinçli veya bilinçsiz diğer sinyallere dayanır. Sözsüz iletişim aynı zamanda çevreyle yani etkileşimlerin gerçekleştiği yerle de ilgilidir.
Sözlü mesajlar, kullandığımız kelimeler aracılığıyla iletilir. Elbette, sözlü mesaj iletişimin önemli bir yönüdür ancak sözsüz olarak nasıl iletişim kurduğumuz, daha fazla değilse de aynı derecede önemlidir.
Sözsüz iletişim; ses tonu, sesin hızı ve hacmi, kelimelerin telaffuzu, ritim, tonlama ve kelimelere vurgu, yüz ifadesi, göz temasının dokunduğu yoğunluk, hareket ve dokunma gibi bir çok şeyi içerir.
İyi bir iletişim dili insandaki bilgeliktir aslında. Çünkü bilge kişi donanımlarını insanlar için kullanır. Oysa bu donanımlar iktidar sahiplerine geçince iletişim dili farklılaşır. Canetti, İnsanın Taşrası’nda şunu söyler. “Bilmek, yalnızca iktidar sahibi için bir silahtır; bilge kişinin ise silahlar kadar nefret ettiği başka bir şey yoktur. Bilge, tanıdıklarından daha çok insanı sevme isteğinden ötürü utanç duymaz; ve bilge, haklarında bir şey bilmediği insanlara asla tepeden bakıp kendini onlardan ayrı tutmayacaktır.”
Araştırmalar, duygu ve tutumları ilettiğimizde genel mesajın yalnızca küçük bir yüzdesinin kullandığımız kelimelerle iletildiğini ortaya koymaktadır. Mesajımızın %55’i beden dilimiz aracılığıyla sesimizin tonuyla da %38 oranında iletilir. Mesajımızın sadece %7’si kullandığımız kelimelerle iletilir. Bu verilerden sonra şunu söyleyebiliriz. Çoğunlukla ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemlidir. Nasıl ifade edildiği önemlidir. Sözsüz bir müzik eseri bile insana büyülü bir dünyanın kapılarını açar. Özellikle de duygu ve tutumları ifade eden bir kompozisyonsa.
Ses tonu ise dönüşümlü olarak öfke, hayal kırıklığı, alay etme, güven, sevgi veya ilgisizliği ifade edebilir. Çoğu zaman sözlü ve sözlü olmayan mesajlarımız yerine ulaşırken çelişkiyi de taşır. Kişinin sözleri, ses tonuyla ve sözel olmayan davranışlarıyla uyuşmadığında, söylediklerinden şüphe duymaya ve bunun yerine sözel olmayan ipuçlarına güvenmeye eğilimliyizdir genelde. Bize kızgın olmadığını söyleyen ama göz temasından kaçınan, kızgın bir ifadeye sahip olan ve yumruğunu masaya vurarak kendini konuşmaya zorlayan kişi, bizi sakinliğine ikna edemez.
Oysa dilinde, sesinde, kavgasında, yazısında mizah olanın, şiire değenin, duygusu zengin olanın dili ile düşünmek tarihsel bir kavrayışın, tarihsel mirasın sürekli akışıdır ki bu da iletişimin insan ruhuna akışından başka bir şey değildir. Öyle ya, dönemler, ekonomik koşullar, insan ilişkileri değiştiği halde biz hala barbarların değil, o bilgelerin, kahinlerin diliyle konuşuyoruz. Böyle olunca da Walter Benjamin’e kulak vermeye devam ederiz. “Bunlar, iktidar sahiplerinin her zaferini sürekli olarak yeniden sorgulayacaklardır. Tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmeleri gibi, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasındadır.” Ve ekler. “Tarihsel maddeci, değişimlerin bu en göze çarpmayanını anlamak zorundadır.” Aradığımız ve oluşturmak istediğimiz referans çerçevesi tam da budur.
İletişim referansında en önemli hususlardan biri de karşıdakini dinlemektir. Aslında bu bir duygu yakınlaşmasıdır, duygu aktarımıdır. Devrimler incelendiğinde, halkı dinleyen ve halka ulaşan toplumsal örgütlenme içinde yer alan bazı insanlar daha ön plandadır. Bu onların iletişim becerisi kadar halkın tarihsel kaderine dokunmalarıyla ilgilidir ve bu insanlar her zaman tarihsel akış içinde unutulmayan olmuşlardır.
Kelimeler çok değişken niyetleri, gerçekleri, önerileri de kapsar. Bu yanıyla yanıltıcı da olabilir. Çoğu zaman duyulan ile söylenen farklıdır. Bir muhatabın karşısında olduğumuzda hepimizin yaptığı hata; gerçekte ona, bize ne söylediğine odaklanmak yerine kendimize odaklanmamızdır. Bu hatalara; dinlemeden duyma, hazır fikir sahibi olma, konuşma arzusu, haklı olma arzusu, seçici algıyı da eklersek yanılma payımız oldukça yüksektir. İşte burada da baskılama dediğimiz durumu görürüz.
Muhatabımız üzerinde olumlu bir etki bırakmak istiyorsak önce dinlemeyi öğrenmeliyiz. Reddetmek yerine, ihtiyaçlarını karşılamak için alternatif bir çözüm bulmak, karşımızdakinin isteğini anlamak ve gerekirse anladığımızı araştırmak iyidir. Ayrıca ihtiyacı karşılamanın, talebi yerine getirmekten çok daha faydalı olabileceği daha önemlidir.
Son olarak antropolog, filozof ve akademik disiplinler arasındaki sınırları reddeden, hayatın karmaşıklığını hem tek tek, hem de bir bütün olarak görmeye çalışan düşünür Edgar Morin’in bir cümlesi ile bitirmek istiyorum. Çünkü o düşünce tarzını “birlikte yapılandırmacı” olarak tanımlıyor.
Morin’in sözü şöyle:
“Dil biziz, biz de dilin içinde. Bizi biz yapan dili biz yaparız. Dilin içinde ve onun aracılığıyla, kelimelere açığız, kelimelerle çevriliyiz, başkalarına açığız (iletişim), başkalarına kapalıyız (yalanlar, hatalar), fikirlere açığız; fikirlere kapalıyız, dünyaya açığız; dünyaya kapalıyız.”
Referans aldığım kaynaklar:
1- Elias Canetti, İnsanın Taşrası, Çeviren: Ahmet Cemal, Sel Yayıncılık, 2014
2- Walter Benjamin, Pasajlar, Çeviren: Ahmet Cemal, YKY, 2017
degisik bir konu, beklemedigimiz yerden vurmus Basak Canda