Bu eser zaman ve mekandan kopartılmış bir eser. Eserin temel amacı zaman ve mekanı dışlayarak sınıf savaşımının şekillendiği toplumsal bilinci dumura uğratmaktır. (…) Günümüz postmodern yazarların işçi sınıfı karşısında yer alıyordur. Bu yazarların hiçbir şekilde toplumsal bir mücadele sorunu yoktur.
“Galiz: kaba ve çirkin, ağza alınmayacak iğrenç söz”
Bazılarının İhsan Oktay Anar’ın romanı Galiz Kahraman için yazılar yazması veya tartışma yapması bana garip ve gereksiz bir iş gibi geliyor. Bu söylediklerime rağmen bu garip ve gereksiz işi yapmayı ben de deniyorum şimdi. Bunu bir uyarı olarak görebilirsiniz. İhsan Oktay Anar’ın diğer romanlarına bakmadım ama bu uzun, garip ve gereksiz işi kısa bir sürede yapacağım sanırım. Çünkü bu görmemek için çabaladığımız postmodern eserler bize her gün kendini dayatıyor. Bunu yazmamın nedeni ise bu eserlerin temel amacının süregelen sınıf savaşımının üstünü örtmek için üretildiğini göstermektir. Bu eserleri yazanların amaçları sadece dilsel oyunlarla kurmaca eserler yazmak değil. Bu amaçla yazıldığını söyleyen olsa da ve yazarları da bu anlayışta olduğunu bilgisini söyleseler de gerçeklik böyle değildir. Bu tarz söylemler bu eserlerin piyasaya eğlence için üretildiğini de bize söylemek istiyordur. Böylece eğlence için üretilen eserlerin sınıflar savaşının dışında hareket ettiği anlayışını da bize vermeye çalışıyor. Ne kadar görmemek istesem de toplumunun bol bol reklam, tanıtımla güdülenmesi sonucu bu eserler toplumun geniş yığınını etkiliyor. Bütün bunlardan dolayı bu garip ve gereksiz işin kendisi bende zorunlu ve sorumluluk gereken bir eyleme dönüşüyor. Gerçekten de bazı şeylere karar vermek gerek, postmodern sanata karşı köklü bir mücadele başlatmakla bu eserler hiç yokmuş gibi onları görmeden etkinliklerimize devam mı etsek. Ben birinci olandan yanayım. Çünkü toplumsal bilincin büyük bir alanını bu postmodern eserlerin yarattığı kirlilik oluşturuluyor. Bu eserlere karşı köklü mücadele olmadıkça, doğru bir yol haritasının ortaya çıkacağına inanmıyorum.
Entelektüel kesimin bazıları, televizyonu aptal kutusu gösterirken, bu yayınların yarattığı kirli alanın içinde olmamak için ve dışında kalarak başka şekilde bu toplumsal deformasyondan etkilenmemek için çabalıyor. Aynı tavrı bazı entelektüellerin postmodern sanata dair aldıklarını da görüyorum. Bunların yarattığı kirli halenin içine girmeyerek daha nitelikli eserler üretebileceklerini öne sürüyorlar veya bu eserlerle uğraşmanın boş ve zaman kaybı olduğunu düşünüyorlar. Bazen bu eserlere şöyle bir göz ucuyla bakıp geçiyorlar. Bütün bunlara rağmen toplumun çoğunluğunu etkileyen aptal kutusu dedikleri televizyon gibi bu postmodern eserler. Entelektüellerin toplumsal bağlarını genişletmek ve sağlamlaştırmanın yolu da bu postmodern eserlere karşı savaşımla geçtiğini görmeleri gerek.
Entelektüelin toplumla bağ kurmasının yolu toplumun yaşadığı sorunları sahiplenmesiyle olur. Aynı zamanda toplumsal bilincin yozlaşması ve yabancılaşması da entelektüelin alanıdır. Bu sorunların dışına kaçarak sadece teorinin alanına hapsolarak yaşamak aynı zamanda teorinin sınanmasından kaçmaktır. Bugün çoğu entelektüel teorinin sınandığı pratik alandan kaçıyor. Bilakis akademik alanda insanların yarattığı helezon, sosyal ve toplumsal olaylara dair toplumsal müdahaleyi engeller konuma gelmiştir. Bu yüzden teori ile pratik kopmuştur. Böyle bir dünya teorinin pratikle sınanmadığı bir dünyadır. Fakat aynı akademik alan hızla bütün enerjisini sermayenin güçlenmesine yönlendiriyordur. İnsan kopan sosyal bilim sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir sosyal bilime dönmüştür. Bilginin toplumdan, insandan koparılması olduğu gibi bu sermayenin hizmetine de girmektir.
Bütün bunlar gösteriyor ki sermayeye hizmet etmek akademisyenlerin birincil görevi olmuştur. Aynı zamanda bu akademisyenler postmodern eserlere karşı pek söylem geliştirmedikleri gibi hem yaşamları itibariyle hem söylemleriyle postmodern sanatı yücelmekten haz alıyorlar. İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını olumlayıcı akademik yazılara bakınca bu nesnel gerçeklikle rahatlıkla karşılaşabiliriz. Koca koca profesörler, doçentler, araştırma görevlileri İhsan Oktay Anar’ı övgü yarışına girmişlerdir. Sanatla toplumsal bağı görmekten itinayla kaçan bu insanlar, hızlı bir şekilde akademiyi yayın tekellerinin hizmetine sunmuşlardır. Böylece sanatın toplumsal etkisi ortadan kalkarken, sanatın yaratacağı devrimci toplumsal değişim dönüşümde engellenmiş oluyor. Böyle bir dünyada sanat ancak ve ancak insanlarda burjuvaziye hizmet güdüsünü körükler. İnsani olan bütün damarlarına kapanmasına hizmet eder.
Tabii ki bugün akademik alandaki devrimci, demokrat akademisyenlerden bahsedebiliriz. Fakat bu arkadaşların azlığı ve yaşam zorunlulukları bu alandaki var olan statükoları değiştirmeye yeterli olmadığı gibi bu alana gerekirlilikleri dışında pek bir şey yapamıyorlar şu an. Akademilerde yıllardır süren cadı avı 15 Temmuz’dan sonra daha da artmıştır. Yeterli örgütlülüğü ve gücü olmayan akademisyenlerin şu an için bu statükolar karşısında sadece bir yaşam savaşı verdiğini görüyoruz. Sınıf savaşının yükselmesiyle sermayenin hizmetine girmiş akademilerin yerine işçi sınıfına hizmet edecek akademisyenlerin geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Galiz Kahraman mizah kitabının temel özelliği var olan ve önüne gelen her şeyi galizliği içinde vermesidir. İşte romandaki tek bütünlük budur, diyebiliriz. Postmodernler bütünlüğe karşı olsa da bu romanda böyle bir bütünlük anlayışı var. Bu mizah kitabına bakınca toplumda pek değer verdiğimiz çoğu şey galizdir. İyi ve kötünün olduğu bir masal havası da bulamayız bu eserde. Aslında son aşamada postmodern sanatla yeniden masal anlatmanın başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sanatın toplumdan kopartılması ve insanın sanat eserinde kendini görmesinin engellendiği bir sanat bu. Mizah kitabının ekseninde sınıflar çatışması da bulunmaz galizlik geneldir. Bu anlamda yapılan bütün soyutlamalar, zaman ve mekan seçimleri sınıflar savaşımının üstüne bir perde çekme, göstermeme inadıdır. Postmodern romanların çoğunda gördüğümüz sınıfa ve topluma tiksinti bu romanda galizlik adıyla ortaya çıkıyor. Romanda böyle diyor, “Herkes gibi pek de haklı olarak başkalarının talihsiz ve gülünç durumlarını görmekten haz alan İdris Amil Hazretleri, ihtiyar duraksar olduğunda onun yüzüne karşı aynı mübarek nidayı tekrarladı” Aslında bütün roman bir küçümseme aşağılama tasvirleriyle gider. Gülünç olanı bulmak ve talihsiz durumlardan faydalanmak işte romanın önemli yanı sanki. Her övgü bir hakarete ve dil cambazlığı içindeki küçümsemelere, alaylamalara dönerek önümüzden akar. İhsan Oktay Anar’ın Galiz Kahraman’ın bütün yapısı sanki budur. Doğru dürüst bir canlandırma, ikili diyalog hiç yok gibidir. Hiçbir şekilde gerçekçi bir karakter analizine veya bilimsel bir veri göstermez. Koca kitap ve sanki bütün edebiyata dilsel bir oyunda başka bir şey değildir onda. Romanda dediği gibi talihsiz ve gülünç durumları anlatmaktan haz alıyordur İhsan Oktay Anar. İşte bu sanat eserinden haz alma olgusunun insandan kopartılmasıdır aynı zamanda.
Galiz kahraman mizah kitabında toplumsal olguları gözlemeye dair onlarca gönderme var. Bu olguları topladığında gözlem yeteneği ve ayrıntılar yakalama anlayışının yazarda yoğun olduğunu görürüz. Bu gözlemlerden yürüyerek gerçekçi bir eser yaratabilir yazar. Bilakis bu durumdan kaçarak gerçekçi olmaya tavır alarak, sınıf savaşımının her gün süregelen dünyanın üstünü örterek yazıyor yazar. Bu onun sınıfsal tercihi olduğu gibi işçi sınıfının karşısında yer aldığını yazarın rahatlıkla söyleyebiliriz. “Bu nedenle şapkasının iç kenarını kağıtla beslemek zorunda kaldı,(…) Ayakkabısının topuğunu söküp uzun topuk yaptı, boyu kısa olduğu için(…) Heykele pek zımpara vurmak gerekirdi(…)Kesme şeker kutusundan kestiği(…) Yarenleri, nasılsa bedava diye çaylarına beşer şeker atmış bir de, efendim’izin tuttuğu ciğaraları yakıp tüttürmeye başlamışlardı (…) çınçın seda salan o mekanik hesap makinelerinin(…) Gel gör ki sanki tellak değil ölü yıkayıcısı tarafından yıkanmış gibiydiler.” Bu tarz onlarca ayrıntıları ortaya çıkaran gözlemler var. Bu ayrıntılardan dolayı yazarın depresif yanları olduğu algısına da kapılabilir insan. Bu mizah yazarı arkadaşın gözlem yeteneği olmasına rağmen, bunu nitelikli eser üretmek yerine bir mizah kitabı üretmesi garip. İşte postmodern dünyanın garabetliği de budur.
Postmodern sanat ile gerçekçi sanat arasındaki farkın önemi bu eserde rahatlıkla görünür. Postmodern sanatçının olay ve olgulara bütünlüklü bakma diye bir sorunu yok. Bunun yanında tarih boyunca sanatın temel işlevi insanı insana göstermekken postmodern sanatta bunu göremeyiz. Bu eserin temel özelliği çoğu postmodern eserler gibi gerçekliği ıskalayarak oyun güdüsüyle yazılmış kurmaca bir eserdir. Kurmaca ve oyun güdüsüyle yazılmış bu eserin nesnel dünyaya dair bir gönderi bulabilmemizin imkanı yoktur.
Mizah kitabı 1923 yılına dair gönderiyle başlasa da, 1940’lar ve 1950’ler arası anlatıyor algısı yaratsa da bu anlamda kendi içinde zamansız ve mekânsızdır aslında. Temel amaç kurmaca ve oyun güdüsü ve gerçeklik algısını parçalamak olunca rastgele doldurma bir mizah kitabıdır. Örneğin 40’lar, 50’ler sanıyorken birden doksanların, iki binlerin pavyonlarıyla karşılaşabiliyoruz. İşin garip tarafı bu 40’lar, 50’ler gibi gösterilen pavyonların kapısında bekleyenler ise Diyarbakırlılar. Acaba kırkların ellilerin İstanbul’unda kaç tane Diyarbakırlı vardı İstanbul’da. Yazarın burada yaptığı galizlik adı altında 90’lardan sonra devletin başlattığı köy boşaltma eylemleriyle İstanbul’a ve başka illere mecburi göçen insanların dramıyla dalga geçmektir aslında. Zorunlu göçle birlikte ortaya çıkan gayrimeşru ve olumsuz işleri yapmak zorunda kalan halkı aşağılamaktır. 40’ların, 50’lerin gayrimeşru alanını ve olumsuz durumunu anlatmak gerçekten zordur. Bu yüzden oyun ve kurmaca güdüsüyle gerçekçi davranmadan Diyarbakırlıların gayrimeşru insanlar gibi gösteriyor.
İlginç bir laf atma yöntemi var, sola uygulanan devlet terörüne dair. “Ona göre iyi edebiyatçı kabiliyetli değil cesur olmalıydı. Herhalde bundan, iyi fizikçiler zeki değil, cesur olmalıydı anlayışı çıkmalıydı.” Gerçekten birileri keyfi bir şekilde içeri girmeye mi çalışıyor? Gerçekten bu ülkede devlet terörü yok mu? Bunun yanında cesaret ve kabiliyet iki ayrık durum mu? Bir yazar aynı zamanda bu kadar baskı ve sansürün uygulandığı ülkemizde hem kabiliyetli hem cesur olmak zorunda değil midir? Aslında yazarı aydın kimliğinin dışına çıkarmanın farklı bir söylemidir bu. Evet yazar hem cesur olmalıdır, hem zeki, hem kabiliyetli.
Fakat bunlarla kalmıyor cin fikirli mizah yazarımız. “Hoca Karl man bir alman hayranıydı. Fakat Karl’ın ‘sermaye’ başlıklı eserinin bu memlekete geliş macerasını şöyle anlatmak belki doğru olurdu. ‘Sermaye’ adeta, Almanca’dan telgrafla Pekin’e çekildikten sonra orada Çince’ye , Çince’den de Ibıhça’ya tercüme edilmiş ve ardından da, bu haliyle memleketin lisanına kazandırılmıştı. Böylesi daha iyiydi, çünkü okuyan hemen anlıyordu” Burada Kral Marx’ı kapital kitabının başından geçenleri galiz bir durumda vermeye çalışıyor. Cin fikirli mizah yazarımız. Kapitalin buna benzeyen bir yolculuğu tabiî olmamıştır. Galizlik ve abartı birleşince böyle bir durum ortaya çıkmış oluyor. Bu tarz eleştiriler aslında sanat eseriyle toplum arasındaki bağı koparmaya yönelik olduğu kurmaca bir dünya içinde nesnelliği deforme ederek göstermektir. Kapitalin basımı ve başından geçenleri anlatmak bile başlı başına bir romandır. Kapitali bastı diye onlarca dava açılmıştır. Ozan Öncü’yü (Zeki Öztürk) bu anlamda dinleseydi anlardı belki o süreci. Kapitali basmakla nasıl işkence gördüğünü dinleseydi. Bu cin fikirli yazarımız bu alaylı anlatımından vazgeçerdi belki.
Abanoz Sokak ve Kasımpaşa ilişkisine girmiş yazar. Yazar ne doğru dürüst 40’lar ve 50’lerin genelevi dünyasına bakmış ne 1940’ların 50’lerin Kasımpaşa’sında yaşananlar üzerine bir araştırma yapmış. Biraz Ece Ayhan’a dair araştırma yapsaydı belki İstiklal ve çevresini veyahut Abanoz Sokak’ı daha iyi anlardı. Birazcık eski gazete, dergi veya yayın takip etse olguları daha net bütünlüklü bir şekilde verebilecek yazar. Ama postmodern romanların temel özelliği nesnellik algısını yok etmek ve sınıf savaşımın göstermemek en büyük uğraşlarıdır. Dedim ya kurmaca ve oyun güdüsüyle ortaya çıkan rastgelelik ile yazılmış bir mizah kitabı bu. 80’lerin 90’ların Kasımpaşa’sından biraz alıyor. 2000’lerin İstanbul’undan bir şey alıyor. 40’lardan 50’lerden bir şeyler ekliyor. 1900’lerden bir şeyler alıyor alsana mizah kitabı.
“Çünkü adam tâ dokuz yaşında ezberlemiş bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’i, o mübârek hâfızasında hâlâ koruyan ve ara sıra Piyale Paşa Camii’nde birkaç lira dünyalık yahut yarım tepsi baklava mukabilinde Mevlid-i Şerif okuyan bir hâfız ve mevlithandı.”
Bunu söylerken hiçbir veri veya nedensellik ortaya koymuyor, ben dedim sen anla yapıyor. Dine yönelmenin çocukluktan gelen bir durum mu ya da toplumsal bir neden mi, ailenin etkisi mi hiç bilinmiyor. Ben dedim oldu, sizde inanın. Peki dinin ticarete dönüşmesinin nedenleri nedir, buna dair tek bir açıklama görmeyiz. Öyle bir veri veriyor ki yazarımız ne mizah diyebiliyoruz çünkü öyle bir abartı ki bu eserin yer yer bir masal olduğunu da anlıyoruz. Bizim mizah kitabının kahramanı İdris Amil Efendi doğuştan sünnetliymiş.
“Gel gör ki, hırsızlık müessesesine girmek kolay iş değildi! Her şeyden önce, iki kefil ile adlî sicil kaydı isteniyor, temiz kâğıdı getirenler camiaya kabul olunmuyordu. Ama bazen gerekçeli hüküm yerine, hatırlı namzetler için karakol fezlekesinin de iş gördüğü oluyor, yani ara sıra prosedürün tavsadığı da görülüyordu. Kısacası hatır, kayırma, torpil ve piston, o devirde bu teşekküle bile bulaşmıştı. Fakat adaletli, hak gözeten ve gayet namuslu biri olan Muhtar, hırsızlar camiasındaki bu yozlaşmayla mücadele etmeye kararlı olduğundan, genellikle şehrin zenginleri ve büyüklerinin kartvizitleriyle kendisine başvuranları hemen geri çeviriyor…”
Örneğin yukarıdaki eleştiriyi görüp eseri değerlendirenler var. Fakat bu eleştiriyi karşılayan toplumsal katman veya sosyolojik grup bir meslekle karşılaşmayız. Ayakları havada afaki söylemlerdir bu. Hiçbir aidiyeti grubu ifade etmez. Sadece kurmaca ve oyun güdüsüyle yazılmıştır. Bu anlamda şu kesindir postmodern yazarlar hiçbir şekilde toplumsal bir güdüyle hareket etmezler.
“İçeri girdiğinde çizgili pijamalı birinin elinde kocaman bir sıçanı çöpe atığını gördü.” Aslında bu çöplü bol sıçanlı film şirketleri pek kalmadı diyebiliriz. 80’lerle 90’lar arasında dibe vurmuş sinema sektörünün bir durumuydu bu. 50’lerden önce böyle bir sinema sektörü yok zaten. Yıllarca içinden olduğum için biliyorum, bugünkü sinema ve dizi sektörü İstanbul’un en lüks semtlerinde ve temiz binalarında. En az her firmada iki üç tane temizlik elemanı çalışmaktadır. Bu alanda dizilerle birlikte korkunç bir rant vardır. Yazarımız her şeyi galizliği içinde verdiği için söylediği hiçbir şeyin karşılığını veya gerçekliğini gösterme gayretinde bulunmaz.
“Günümüzde yaratıcı yazarlık okulları yahut atölyeleri oldukça popüler bir özellik göstermektedir. Yeteneğin, kitaplarla geçen bir ömrün, yazma alışkanlığının kazanılmadığı bir dönemde tamamen para temelli gerçekleştirilen bu tür etkinlikler eserin dünyasında da kendisine yer bulacaktır. İdris Amil, şair olma hevesi içerisinde bu yazarlık okulunun içinde yer alacaktır. “ AVÂMA AÇIK SAN’ATKÂR MÜELLİF KURSU Yer : Ümmü Gülsüm Kıraathânesi Saatler: Hafta içi: 20.00-21.00 Ders ücreti (saatlik) 5 kuruş” (s. 26)” Bu eleştiriyi görünce insan şaşırmadan edemiyor. Çünkü bizim cin fikirli mizah yazarımızda, bütün yazdıklarıyla bu hayattan kopuk yazarların yetiştirildiği yaratıcı yazarlık kurslarında yetişmiş gibidir. Rahatlıkla diyebiliriz ki, bu kurslarda oyun ve kurmaca eserler merkez alınırken gerçekçi edebiyatın yok edilmesi amaçlanıyor.
Ferda Zambak İhsan Oktay Anar’ın ‘Galiz Kahraman’ında Erkeklikler adlı makalesinde. “Romanda erkek karakterlerin toplumsal yaşamda güç kazanarak iktidar hâline gelmek istemeleri, arzu ettikleri kadınları etkilemek endişesi ekseninde ortaya çıkar. Anlatıcı bu arzunun esiri olan erkeklikleri ironik bir şekilde eleştirir ve bunu, onları hileli rekabet oyunları içerisinde sadece erkeklerle değil kadınlarla da karşı karşıya getirerek yapar. Böylece ataerkil erkekliğin devamlılığını sağlayan haz ve hâkimiyet merkezli vaatlere dönük eleştirilerin de bu karşılaşma alanları üzerinden kurgulandığı görülür. Bu durum erkeklik eleştirisinin erkekler arasında seyreden yapısını bozduğu gibi anlatıcının kadınları bu eleştirinin öznesi haline getirmek isteyen tavrını açığa çıkarır. Nitekim anlatıda kadın karakterlerin azlığına rağmen onların, eril arzuyu ve tahakkümü yerinden eden görünüm ve davranışları ataerkil ideolojiye getirilen bir eleştiri niteliği taşır” Aslında bu durum sadece galizlik içinde verilmek istenen bir erkek anlayışıdır. Bütün erkekler kadınları etkilemek için vardır ve arzularının esirleri olmuşlardır. Yaşamı doğru algılatmamak için çabalar postmodern yazarlar. Yaşam çelişkiler ve çatışkılar üzerinden şekillenir. Nesnel dünya da bütün erkekler arzularının esiri değildir. Oysa bu mizah kitabında bütün erkekler arzularının esiridir.
Bu eser zaman ve mekandan kopartılmış bir eser. Eserin temel amacı zaman ve mekanı dışlayarak sınıf savaşımının şekillendiği toplumsal bilinci dumura uğratmaktır. Bu mizah kitabını okuyunca şuna ikna oldum: Günümüz postmodern yazarların işçi sınıfı karşısında yer alıyordur. Bu yazarların hiçbir şekilde toplumsal bir mücadele sorunu yoktur. Diyebiliriz ki hepsi yayın tekellerinin üretken bir işçisi olmuştur. Tek amaçları sermayeye para kazandırmak ve sınıf savaşımı üzerinden eserler üreten gerçekçi edebiyatın önünü kesmektir.
Yazar son bölümü bir tarih vererek bitiriyor. Romanlarda bitiş tarihinin konulduğunu ve bunun hiçbir zaman gelenek olmadığını biliyorum. Bu tarz bazı tarihi romanlarda var ama o romanın bir parçası. Oysa burada sanki yazarımıza bir ilham gelmiş de yazılmış anlayışı yaratılmak istenmiş. Romandan çok şiiri çağrıştıran bu duygusal yoğunlukla yazılmış bir eser gibi verilmeye çalışılmış. Oysa kurmaca ve oyun güdüsüyle yazılmış bir kitap bu. Bunu yazarımızın galizliği sayalım.
Yazarın dili nasıl kullandığına baktığımızda dilin rastgele kullanıldığını görürüz. Yazımda seçilen sözcük öbekleri o süreci kapsayan sözcük öbekleri diyemeyiz. Yazarın mizah kitabını oluştururken çok çeşitli süreçlere gönderimleri vardır. Bu gönderimlerin yer, zaman ve mekanına pek önem vermezken ayni dikkatsizliği dil içinde yapar. 40’larda 50’lerde hiç kullanılmayan bir sözcüğü rahat bir şekilde kullanırken aynı şekilde 90’larda 2000’lerde kullanılmayan bir sözcüğü kullandığını da görürüz. Dil bir zaman ve mekan içinde farklı anlam ve içerik kazanır. Yazar bu anlamda dilin bu dokusunu da gözetmez. Dil işaret ettiği sözcük ona göre ansal olarak saftır, değişmeden kalandır. Dilin bu şekilde kullanımı okur ile kitap arasında bir katharsis duygusu yaratmasını engellediği gibi yeterli bir canlandırmanın olmadığını da işaret eder. Yazar dili böyle kullanırken kendine göre dilde bir karnaval havası yarattığını sanabilir veya bazı okuyucularda bu algıyı yaşayabilir. Bu dille zaman, mekan yer ortadan kalkar böylece dilin toplumsal işlevi de yok edilir. Zaten bu tarz postmodern eserlerin yapmak istediği budur. Dilin sönümlenmesi ve toplumsal işlevini yitirmesi veya ruhsal dokusunun bozulduğu bir dil ortaya çıkarmak. Bu dille insanların anlaşmasına, derdini anlatmasına imkan yoktur. Zaten yazarın bu mizah kitabında yapmak istediği bu.
Galiz Kahraman, gerçekten toplum eleştirisi ve absürt mizahı bir araya getiren sıradışı bir yapıt. Gerçekle hayalin birbirine girdiği kurgusu biraz karmaşa yaratsa da benzersiz bir eser bence de.