Kader kavramı dışarıdan bakınca masum gibi görünse de irdelemeye başladığınızda bu masumluğun ortadan kalktığını rahatlıkla görebilirsiniz. Antik çağlardan günümüze sınıfsal hiyerarşiyi korumak ve kollamak için arkasına sığınılan bir kavramdır.
İktidarı elinde tutan AKP bir sömürü aracı olarak kader, alınyazısı, fıtrat söylemini günümüzde bol bol kullanır oldu. Her katliamın facianın arkasında sığındığı bir söylem. Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri göz ardı eden AKP halkın dini anlayışını da siyaset malzemesi yaparak istismar ediyor. Bu yazımda kader, alınyazısı söyleminin tarih boyunca insan emeğinin sömürüsü için kullanılışlı bir söylem olduğunu göstermeye çalışacağım.
Nazlı Yıldırım’ın “Antik Dönemde Ker ve Morialar: Kader ve Ölüme Hükmeden Tanrıçalar” adlı makalesine bir bakalım. “Yunanca ölüm anlamına gelen Ker, Antik Dönem’de ölümü simgeleyen tanrıça için; Moira ise pay eden, paylaştıran anlamına gelen ve insanın doğmadan önce payına düşen ve asla değiştirilemeyen alın yazısını ya da kaderini belirleyen tanrıçalar için kullanılmaktadır. Ker’in kesin olarak bilinen bir betimi olmasa da Moiralar insanın yaratılması, doğum, ölüm, düğün ya da büyük savaşlar gibi insanlık ile doğrudan ilgili alanlarda karşımıza çıkmaktadırlar.” Eski çağlardan tanrılara bağlanmanın getirdiği bir sonuç bu. İnsanların çözemediği sorunları tanrılara yükleyerek var olan sorunlardan kurtulmuş olacağını sanar. Oysa sorunlar yine devam eder ama bu mitsel ve dinsel algıların bazıları gelenek görenek ve tapınç biçimlerine, hurafelere dönerek günümüze kadar gelir.
Yine aynı makaleye bakarsak, “Bunlardan sonra Kader Tanrıçaları doğdu, intikam tanrıçalarıdır bunlar, isimleri de Klotho, Lakhesis ve Atropos’tur. Tanrılara ve insanlara karşı işlenen suçları takip ederler. Her kim suç işlediyse onu cezalandırmadan rahat etmezler” (Hesiodos, çev. 2015, s. 217 vd)” Demek ki kader veya onun farklı bir uzantısı olan alınyazısı anlayışı o günden bu güne kadar devam etmektedir. Dinin ve mitin yarattığı bir sonuç. Günümüzde bilimsel bakış bu kadar geliştiği halde siyasi iktidarlar kader, alınyazısı, fıtrat anlayışını hala kullanırlar. Antik dünyada Klotho, Lakhesis, ve Atropos adlı tanrıcalar kader takipçileri ve kaderimizi belirleyen tanrıçalar iken tek tanrılı dünyada bu yapı değişir. Buna İslam’da kader kitabı denir yani Levh’i Mahfuz. İslam ansiklopedisinde şöyle tarif ediyor. “Sözlükte ‘yazı yazmaya uygun yassı ve düzgün yüzey’ anlamındaki levh ile ‘korunmuş’ mânasındaki mahfûz kelimelerinden oluşan levh-i mahfûz ‘üzerine yazı yazılan, silinmekten ve değişikliğe uğramaktan korunmuş düzgün satıh’ demektir.”
Levh-i mahfûz terkibi, Kur’an’ın çok şerefli ve değerli olduğu ve levh-i mahfûzda bulunduğu ifade edilen bir sûrede geçer (el-Burûc 85/21-22). Kur’ân-ı Kerîm’de levh-i mahfûz yerine “kitâb” (el-En‘âm 6/38; Kāf 50/4), “kitâb mübîn” (Yûnus 10/61; Sebe’ 34/3), “kitâb meknûn” (el-Vâkıa 56/78), “kitâb mestûr” (el-İsrâ 17/58; el-Ahzâb 33/6), “ümmü’l-kitâb” (er-Ra‘d 13/39; ez-Zuhruf 43/4) terkipleri de kullanılır. Zira müfessirlere göre Kur’an’da bunlarla kastedilen şey levh-i mahfûzdur (İbnü’l-Cevzî, V, 450; VI, 189, 481; Fahreddin er-Râzî, XXIX, 237). Bu tür âyetlerin genel muhtevasından anlaşıldığı üzere kâinatta meydana gelecek bütün varlık ve olaylar bu kitapta yazılmıştır. Gökte ve yerde küçük büyük ne varsa, insanların ecelleri, fertlerin ve milletlerin başına gelecek musibetlerin tamamı Allah’ın ilminde yer almış ve Levh-i Mahfûz denilen bir kütüğe kaydedilmiştir.”
Buradan anlaşılacağı gibi sadece varlığın bilgisi değil evrenin bilgisi de bu muhafaza edilen levhada vardır. Bu yüzden İslamı sürekli gelişmiş ve toplumu dünyayı kavrayan bir anlayış olarak göstermeye çalışılır. Dünyadaki ve toplumdaki her gelişmenin Kuran’da yazdığını dair gelişmeler karşısında tartışmalar başlatılır. Aslında hurafe ve bilimdışı batıl inançların topluma dayatılmasından başka bir şey değildir bu. Bu hesaba göre Soma, Bartın, yaşanan depremler ve benzeri her katliam toplum ve dünya dışı bir varlığın işi olarak gösterilerek toplumun gelişimine ve bilimsel anlayışına ket vurulur. Öncesiz ve sonrasız, toplumu ve evreni kapsadığı kabul edilen kader kitabının dinsel anlayışlarla topluma dayatılmasının amacı yoğun sömürüyü devam ettirecek ideolojik söylemi tamamlamaktır. Böylece işçi sınıfı hurafeler ve bilimdışı batıl inançlarla kandırılarak teknolojik yenilenme ve bilimsel gelişmenin oluşmasının önünü kesmektir bu.
Taner Timur, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı kitabında şöyle diyor. “İslamiyet, sözcük olarak, Allah’ın Kelamı’na, yani Kuran’a “teslim olma”yı ifade eder ve her mümin bu yolla Allah’ın iradesine “teslim” olarak “selamet”e kavuşur. Hristiyanlıkta kutsal-kutsal olmayan (sacred-profane) ayrımı İslam’da “helal-haram” ayrımı şeklini almıştır ve tüm Ortaçağ boyunca Batı’ da ruhban sınıfı, İslam’ da da ulema zümresi dine uygun yaşam alanını (helal), dine aykırı tutum ve davranışlar (haram) aleyhine genişletmeye çalışmıştır.” Bu helal ve haram ayrımı aynı zamanda kaderini kabullenmeyle şekillenir. Böylece nesnel dünya yerine kurandaki şeri hükümler geçer. Kader ve Levh’i Mahfuz anlayışı aynı zamanda bu hükümlerle bir bağ oluşturarak insanın gerçekçi algısını köreltir ve mistik, ruhani bir dünya içinde insanın olagelenleri kabullenerek yaşamasını sağlar.
Antik Yunandaki kader anlayışı tanrıların dünyayı düzenlediği anlayışını yerleştirmeye çalışırken yapmak istediği daha çok yönetici sınıfın iktidarının devamını sağlamaktır. “Antik Dönem inancına göre her ruh doğmadan önce kendi kaderini kendi seçmekte ve seçilen kader her ne sebeple olursa olsun asla değiştirilememektedir. Her insanın önceden belirlenen ve mutlak ölümle son bulacak olan hayatı çoğunlukla dokunmuş bir kumaş ya da bir iğe sarılan iplikle; ölümü ise o ipliğin aniden kesilmesi ile simgeleştirilmektedir.” (Nazlı Yıldırım, Age.) Aslında değiştirilmeyen soy ve toplumsal statükodur. Böylece toplumsal denetim ve sömürü koruma altına alınmış oluyordu.
Antik Yunanda hayatın içinde her şeye müdahale eden tanrılar, bazen insanların kaderini değiştirmeyi gerekli görürlerdi. Bu durum insanın kaderini değiştirmesi için tanrıya tapıncı ve duayı sürekli hale getirirdi. Böylece kutsallık ve dinsellik toplumsal yaşam içinde genelleşir, tanrı tapınçları zorunluluk haline gelir. Fakat durum bu kadarda değil. Tanrılarında kaderi vardı. Tanrılarda başlarına geleceklerin korkusunu yaşardı. Bütün bunlar toplumun kader kavramıyla nasıl çevrildiğini göstermek anlamında önemlidir. Statükoları değiştirmenin baskılandırması da diyebiliriz. Site devletleri vatandaş ve vatandaş olmayanlar arasındaki ayrım üzerinden şekillenir. Hegel’in kaynaklık ettiği burjuva felsefesine göre insan ancak Alman devleti içinde insanlaşır. Hegel insanlaşmayı, bir kurumsallık içinde görür. Eğer ki, bir kurum içindeysen, uygarlıktan pay alıyorsun, yoksa insanlaşamazsın. Ancak ve ancak Alman devletinin ideolojik boyutu içinde insanlaşırsın. Hegel’in bu söylemi, Aristoteles’ten gelen bir söylem. Aristoteles, insanı toplumsal bir varlık olarak görür. Bu toplumsal varlık olarak görmesinin nedeni, insanın bir siyaset yapan bir varlık olarak görmesidir. İnsan bir kültürel birikim içinde varlık olabilir. Site devleti içinde insan varlıklaşır ve varlık olur. Kısacası site devleti içindeysen, insansın, site devleti dışındaysan insan değilsin. Barbar sözcüğünün kökeni de Aristoteles’e dayandırılır. Bunu temellendirme nedeni, bizim vır vır söylemini karşılar. Aristoteles’te yabancılar ve köleler için bu bar bar ne konuşuyor, der. Ona göre o konuşma dil değil, bağırtı, çağırtı. Dil bile site devleti içinde eğitilir barbarlığını yitirir, uygarlaşır. İnsan insanileşir. İnsan bir medeniyet içinde, site devleti veya Alman devleti içinde insanileşir. İnsanın toplumsal bir varlık olması site ve devlet içinde olmasıyla ilgili. Yoksa insan sosyalleşemez toplumsal bir varlık olamaz. Günümüz de ise, teknikle insanileşmeyi iç içe koyuyorlar. Uçağın varsa, insansın, bilgisayarın, hızlı trenin, akıllı telefonun, kumandalı aletlerin, asansörün ve benzeri. Aslında bu olgu emperyalist sömürü ağına girmekle insan olmak arasındaki ilişkiye dönüşmüştür. Bilimin ve teknolojinin bir sömürü aracı olarak kullanılmadığı dünyada bu durum olağan. Yoğun sömürüye dayalı köleci toplumda kader kavramı kadınlar, köleler ve vatandaş olmayanlar aristokratlar arasında sömürü ilişkisini kapatan bir kavramdır. Antik Yunanın site devletlerinde bilakis Atina’da sadece köleler hayvan veya makine olarak görülmüyordu kadınlarda insan olamamış hayvan veya makine olarak görünürdü.
Bir kısa şiirimde şöyle diyorum. “Kader düş kur, dedi/ gözyaşından süzüp” İnsanın yaşadığı sosyal ve coğrafi durum ve içinde bulunduğu koşullar bir anlamda onun kaderidir. Yüzyıllardır toplumsal sömürünün oluşturduğu dünya içinde insan bir coğrafya toplumsal yapı içinde yaşar. Bunun dışında Heraklitos’un dediği gibi “Karakterin kaderindir” sözü insana dair önemli bir belirlenimdir. İnsanın kaderini değiştirmesi veya değiştirmemesi insanın elindedir. Aynı duruma topluma da kader ve karakter ilişkisinden bakabiliriz. İnsanın kendini bilmesi ile aynı neyi ne kadar neyi yapamayacağıyla ilgilidir. Bu gerçekçi ve bilimsel bakış aynı zamanda bir karakterin ortaya çıkarabileceği durumdur. Toplumun gerçekçi ve bilimsel davranması ve bunu bir karakter haline getirmesi o toplumun kaderini değiştirmeye başlamasıdır aynı zamanda.
İnsanlığın dünyayı, kendini anlama merakı ister istemez kaygı, endişe, korku ve belirsizlik üzerinden sürekli var olan durumu aklileştireceği kader anlayışıyla iç içe şekillenmiştir. Kaygının, korkunun ve belirsizliğin sürekliliği önündeki olguları aklileştirmeye zorunlu hale getirir, yani anlamlaştırmayı veya belirli anlam katmanlarıyla olay ve olgulara bakmayı. Mitlerin ortaya çıktığı durum bu olduğu gibi kader anlayışının ortaya çıktığı durumda bu tarz olgulardır. Aklileştiremediği olguları ise insan bir kader anlayışıyla yorumlar. Bu durum onun şansı ve şansızlığıdır. Olgunun böyle olması kader anlayışının hayatın her alanını kapsamasını sağlamıştır. Bu gün teknolojik gelişimin seviyesine ulaşamamak veya eski teknoloji içinde kalmayı kabullendirmek için ve olgulara bilimsel bakmamanın sonucu olarak ortaya çıkan kaza, katliam gibi felaketleri siyasi iktidar sanki bu durumları bir kadermiş gibi göstermeye çalışıyor.
Diğer yandan insanlar doğal ve toplumsal olaylar ve olgular nasıl var olduğunu bilemediği veya sezemediği alanlara ilişkin bu alanları sezemediği güçlerin denetlediğine dair inanç oluşur. Bu inanç daha çok bilginin, gerçekçi olmanın ve teknolojinin yerine konan inançtır. Dinin, dinsel düşüncelerin ve mitin çıktığı kaynakta budur. Gelenekler, görenekler ve ata kültü bu dokunun üzerinden şekillenir. Toplumların bu bakış açışını değiştirmek ve onları bilimsel bakışla ulaştırmak gerçekten zordur. Aydınlanma tarihsel işlevlerinden birisi bu sis perdesini ortadan kaldırmaktı. Fakat iktidarları alan burjuvazi bu görevini bırakarak bu sis perdesini daha kalınlaştırmıştır. Bu anlamda toplumsal devrimci siyasetin bir görevi de bu sis perdesini kaldırmak olmalıdır. Bu proleter aydınlanmayı diyalektik materyalist anlayışıyla ortaya koymalıdır.
Kaygının kader anlayışıyla ilişkisi makalesinde şöyle diyor akademisyen Saffet Kartopu. “Spilka ve arkadaşları hem dinsel hem de dinsel olmayan yüklemeleri belirleyen faktörleri, “yükleme yapanın kişilik özellikleri”, “yüklemenin yapıldığı ortam”, “açıklanacak olayın özellikleri” ve “açıklanacak olayın meydana geldiği ortam” biçiminde sınıflandırmaktadırlar. “Açıklanacak olayın niteliği” etkeninin, dinsel açıklamaların veya yüklemelerin yapılmasına yol açabilecek önemli bir etken olduğu düşünülebilir. Nitekim kişilerin yaşadıkları trajik olaylar karşısında ve kriz anlarında Tanrı, kader gibi dinsel yada tabiatüstü yüklemeleri daha sıklıkla yaptıkları görülmektedir. Çünkü dinsel inançlar; söz konusu trajik olayların yaşandığı durumlarda anlam sisteminin devamlılığının korunması için gerekli olan, gelecekteki olayların katlanılır ve kontrol edilebilir olacaklarına ilişkin duyulan güven, yaşanan olayın olumsuz sonuçları yanında olumlu yönlerinin de aranıp bulunması, yaşanan olayın “bir planın parçası” olup tesadüfe bağlı olmadığına ilişkin inanç gibi unsurları sağlayarak kişilerin olayları açıklamalarını kolaylaştırmaktadır” Bu yüzden toplumsal olay ve olgular bir kader silsilesinin oluşturduğu sis perdesiyle kapanmıştır.
Arabesk müzik çaresizlik ve karamsarlık aşılarken kitlesine ve kaderciliğe yönlendirir kitlesini . İsyankar bir ruh oluşuyor gibi görünse de sürekli sorunları dünya dışı uhrevi varlıklara atarak edilgenleştirir dinleyicilerini. Aynı zamanda eleştirel yetenekleri uyuşturmakla kalmaz tüm suçu kadere yükleyerek politik bilinci ve sorumluluğu köreltir. Böylece kaderine müdahale etmeyen toplumsal sömürüyü ortadan kaldırmak için mücadele etmeyen insanları şekillendirir.
Günümüzde teknolojik gelişmeler ile kader kavramı iç içe geçirtiliyor. Eskiden böyle bir şey pek yoktu. Doğal afetlerde kullanılabilirdi ama günümüzde önlenebilir durumlarda bile kader kavramı işlenerek toplumsal felaketler ve kazalara karşı politikacılar bir önlem almaya çalışmıyor. Böylece teknolojik gelişime ayak uydurmanın ve bilimsel davranmamanın getirmiş olduğu sonuçların kendileri dışında bir olgu gibi gösterilmeye çalışıyor iktidarlar.
Yine de bütün bu açıklamalar kaderin sınıflar savaşımı üzerinden değerlendirmesinin kısmi de olsa üstüne örtüyor. Bunu unutmamak lazım. Kader kavramı dışarıdan bakınca masum gibi görünse de irdelemeye başladığınızda bu masumluğun ortadan kalktığını rahatlıkla görebilirsiniz. Antik çağlardan günümüze sınıfsal hiyerarşiyi korumak ve kollamak için arkasına sığınılan bir kavramdır. Köleci toplumda isyanları sürekli hale getirmemek, sömürünün devamı için ve soya sopa şecereye dayalı toplumsal iş bölümünün statükosunu korumak için kadere dayalı ideolojik bir söylem ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda köle emeğine ve sınıfsal sömürüye dayanan İslam ideolojisi içinde kader anlayışının sürekli kullanıldığını görürüz. Buradaki temel amaç toplumsal iş bölümünü sağlamak isyanların olagelmesini engellemektir. Bu anlamda antik çağda ve İslam dünyasında sanat eserlerinin ve dinsel söylemlerin temel işlevi yoğun sömürünün devamın sağlayacak ideolojik söylemleri yaratmaktır. Mite, masala, duaya, ninniye buradan bakmak lazım. Büyüyüp ölene kadar yoğun bir kader anlayışının şekillendiği sanat eserlerinin içinde şekillenir toplum. Böylece yoğun sömürüye rıza gösteren statükolara (soy, sop, şecere veya kutsal kişiler) karşı çıkmayan, bu duruma rıza gösteren bir toplumsal yapı korunup kollanarak oluşturulur. Bu anlamda kader kavramı veya ideolojik söylemi hiç masum değildir. Toplumsal sömürünün devamı için kullanışlı bir söylemidir. Fakat bu kaderi değiştirmek ve toplumsal sömürü için kullanılan kader anlayışını kaldırmak bizim elimizdedir.