Bir Meri Kekliğin Hikayesi: Enver Gökçe

“Döğülmüşüm/sövülmüşüm/Koğulmuş/Siktir çekilmişim yani/Kendi öz yurdumda./bir meri keklik gibi/çeker giderim”

Nazım Hikmet’e sansürün tartışıldığı günümüzde artık sanat ticari bir faaliyet olarak büyük sermaye gruplarının maniple ettiği bir süreçte seyrine devam ediyor. Yapı Kredi, iyi bir ticari öngörüyle Nâzım Hikmet’in telif haklarını satın almış. Tek telif sahibi olmanın verdiği avantajla komünist şairin sırtından kazandığı paraları gün be gün arttırdığı ortada. Hem internette Nâzım’a ait eserlerinin yayımlanmasını hem de başka yayınevlerinin Nâzım’ın kitaplarını basmasını engellemekte.

Şimdi, asıl 1940’lı yılların ağır koşullarında (bugünkü tekellerin yayınevleri üzerinden yaptığı baskının kat be kat ağır sansür koşullarında) hayata tutunmaya çalışan Kavganın Şairi Enver Gökçe’den bahsedeceğim. Üniversite yıllarının ateşli rüzgârında onun şiirleriyle amfilerin kürsülerinden seslenmiştik gençliğin onurlu duruşuyla kalabalıklara. Açlık grevlerinde etrafımız kuşatılmış üzerimizde helikopterler dönerken gürültülü kanat seslerine onun şiirleriyle direnmiştik Beyazıt meydanında. İşte böyle bir şairden ölümünün 36. yılında söz etmek isterken anıların sisli geçitlerini aralamamak olmazdı elbette.

Enver Gökçe, kendi ağzından anlatıyor çileli hayat hikâyesini: ”1920 yılında doğmuşum. Ankara’ya gelişimiz çok soğuk, hemen hemen kışın yeni başladığı bir zamana rastlar. O zaman dokuz yaşındayım. Yağmurlu bir günde köyden ayrıldık. Arapkir’e oradan da Hekimhan, kangal yoluyla Sivas’a kadar kara yoluyla ve kış vaktinde yolculuğumuzu sürdürdük.

İşte böyle başlamış Enver Gökçe’nin Erzincan’ın Çit köyünden başlayan gurbet yolculuğu. Onun bu ayrılık serüvenini ”Gurbet yurdumuzdur bundan böyle” sözüyle bütün iliklerine kadar nasıl hissettiğini duyumsayabiliyoruz.

Şair, üniversite yıllarında devrimci fikirlerinin etkisiyle derneklerle ve bazı dergilerle bağlantı kurar. Ankara’da çıkan bir dergide şiirlerini yayımlamaya başlayan Enver Gökçe, Ahmet Kutsi Tecer tarafından beğenilmeyen bir şiirinden dolayı; şiiri bırakıp düzyazı yazması önerisi üzerine esprili bir şekilde: ”ben daha kötüsünü yazarım” dediğini aktarmakta. (İyi ki böyle bir öneriyi dikkate almamış yoksa onun şiirlerinden mahrum kalacaktık.)

Aydın ve öğrenci çevrelerindeki girişimlerinden sonra dergi ve gazetelerde çalışan asıl şiirlerine dinamizmi veren yoksul matbaa işçileriyle tanışıklığı başlar. Siyasi düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir mihenk taşı olan bu buluşma, onun sınıfsal perspektifinde önemli yer tutmuştur. Bu işçilerden Hasan’la 1951 tevkifatında cezaevinde karşılaşır. Mahkûm olan Hasan veremdir ve beş yıl sonra hastalığı ağırlaşınca ölecektir. Direngen bu genç komünist için Mürettip Hasan şiirini yazar:

”Mürettip Hasan deyip de geçme/Ben adamın anasını bellerim/Punto hesabı/Katrat hesabı”

İşçi sınıfının mücadelesine kendini o kadar adamıştır ki dönemin sanatçılarının takıldığı Ankara meyhanelerine gitmeyi bile bir küçük burjuva alışkanlığı olarak görmüştür. Bu konuyla ilgili, ”Ben gençliğimde de kesin içki taraftarı biri değildim. Bu yüzden o zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiç birine gitmedim, gitmezdim” der.

Garip akımının etkisini sürdüğü dönemde Ant dergisi etrafındaki bir avuç gençle devrimci sorumluluğu üstlenen bir anlayışla toplumcu çizgide çalışmalarını sürdürür. Nurullah Ataç’ın desteklediği Garipçilerin yarattığı iklimde sınıfsal bir tavırla duruş sergilemeleri, çizgilerinin doğru bir yola evirilmesini sağlar. Bu yeni durum şiirlerine yeni olanaklar da sunar, kitlelerle buluşmasına yardımcı olur. Daha sonra Enver Gökçe, bu dönemi de içine alan yazın yaşamında rehber edindiği sanat anlayışını kısaca şöyle dile getiriyor: ”Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum.”

Elbette halkın sanatını yapmanın komünist bir şair olmanın bir bedeli vardır. Faşizm, halkıyla buluşan salonlar yerine şiirinin dinamiğini fabrikalara, yoksul gecekondulara yaslayan gerçek halk sanatçılarına her dönemde olduğu gibi bunun bedelini fazlasıyla ödetmiştir. Ödetmeye de devam etmektedir.

Bu yıkımlar ve kuşatmalar arasında genç sanatçılara Aydınlık Türkiye’nin şairi olarak şu öğütlerde bulunuyor: ”İyi sanatçı olmak için önce sanatçının kendi halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi, içtenlikle bunu yapması şarttır.” Yani sanatçı olmanın en olmazsa olmazı halkını sevmektir, uğruna ölümlere gidip gelmektir.

Demokrat Parti iktidarının toplumda yarattığı yanılsama ortamında okulu bitirip İstanbul Yurtlar Müdürlüğünde işe başlar. Başarılı geçen memurluk günlerinin ikinci yılında meşhur tutuklamalar başlar. “1951 Tevkifatı”nda pek çok aydın, yazarla birlikte Enver Gökçe de gözaltına alınır. Geçici hapishane konumundaki İstanbul 1. Şubede yine o bildik fasıllardan geçerler. ”Gene tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemler yapıldı. Ve sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılandı. Gerektiği şekilde hepsi de cezalandırıldı” der şair bir anısında.

Hapishane günlerinde Ahmet Arif, Hilmi Akın, Ruhi Su, Ulvi Uraz, Şükran Kurdakul gibi isimlerle birlikte kalır. Cezaevi günleri büyük bir halk okulunun sınıflarında geçer adeta. Şiir çalışmalarının yanı sıra Fransızca öğrenmek için büyük çaba sarf eder. Esaret koşullarında boyun eğmez düşmana. Yüzünü güldürmez fırsat kollayan cücelerin. Memleketinin şarkılarını söylemeye devam eder, zaman geçer taş avluda.

“Zaman akar, zaman geçer/

Zaman zindan içinde/

Biz mapusta gürül gürül yatardık/

Yılan çiyan içinde”

Ankara Cebeci Cezaevinde 95 gün Enver Gökçe ile yatan Mehmet Kemal “Acılı Kuşak ”adlı kitabında şu tanıklığı bize aktarıyor: ”Enver tutukevlerinde de sessiz sakindi. Alınyazısına katlanmayı göğüsleyen bir huyu vardı. Hapishanede bizden önce tutuklanmış eski solcular da bulunuyordu. Enver onlarla konuşur, ahbaplık ederdi. Kendini işçi sınıfı ideolojisinin çetin savaşmasına adamıştı. Yolunu arıyor, eylemini sürdürmeye çalışıyordu.”

Akıp giden mahpusluk günlerinin ardından işsizlik ve sürgün günleri yeniden başlar. Bir gün gözaltına alınır, tutuklanır. Ankara Sıkıyönetim mahkemesinin sürgün listesinde adı olduğu için İstanbul, Ankara, İzmir dışında bir yer tercih etmeleri istenir. O biraz nefes alabilme, baskılardan kurtulabilme hevesiyle memleketi Erzincan’da günlerini geçirmek ister. Zor ve zahmetli bir yolculuktan sonra köyüne ulaşır. 27 Mayıs’ta Menderes hükümetinin devrilmesinin ardından yeniden Ankara’ya gelip Fethi Giray’ın gazetesinde düzeltmen olarak çalışmaya başlar. Küçük tirajlı gazetede az bir ücretle 1963 yılına kadar çalışır. Yeniden İstanbul yılları başlar. Yaşar Kemal’in aracı olmasıyla Meydan Larus’ta çalışmaya başlasa da bu kısa sürer. Sonrası;

”Kıtlık/Pahalılık/Ve/Faşizm/Dayan/Ha/Yıkılma”

diye seslense de ekonomik sıkıntılar, açlık baş gösterince yeniden köyüne dönüş yolu gözükür şaire.

7 yıl hapis ve zorunlu ve gönüllü sürgünlerin ardından Enver Gökçe sağlığı bozulunca 1977’de tedavi için Bulgaristan’a gider. Tedavi dönüşü Ankara’ya yerleşip çeviriler yapar. Son günlerini Ankara’da Seyran Bağları Huzurevinde geçirir. Bir süre Ruhi Su Dostlar korosunda çalışan sanatçı Hüseyin Türkoğlu, Enver Gökçe’ye yardım amacıyla konser düzenlendiğini, toplanan parayı kendisinin götürdüğünü ama şairin kabul etmediğini belirtir.

O hayatı bütün yönleriyle iyiliği, kötülüğü, pislikleriyle sevdi. Memleketin suyunu toprağını doğasıyla şiirlerine nakış gibi işledi. Muzaffer İlhan Erdost, 1989 Enver Gökçe şiir törenindeki konuşmasında: ”Enver Gökçe‘nin şiiri, güz ekini gibidir. Kırsal alandan gelenler bilirler, son yazda yani güzün ekilen buğday, ilkyazla birlikte, eriyen karın altından filizlenir. Soğuğa, kırağıya dayanıklıdır. Kurağa dayanıklıdır. Nice boralar, fırtınalar, ya da Anadolu’nun kavurucu sıcağı ortasında, eğilip dökülmez boy verir, başak verir. Böyle dayanıklıdır, Enver Gökçe’nin şiiri“ diyor.

O, yurdunda kendini yapayalnız bir güz ekini olarak hissettiği bir zamanda ve mekânda:

“Döğülmüşüm/sövülmüşüm/Koğulmuş/Siktir çekilmişim yani/Kendi öz yurdumda./bir meri keklik gibi/çeker giderim” diyerek yalnızlığına sığınmanın direnmenin önemine vurgu yapmıştır.

Evet, 19 Kasım 1981’de bir meri keklik gibi aramızdan çekti gitti Enver Gökçe. Bir Erzincan türküsünde söylendiği gibi anmak istiyorum yine ülkenin şafaklarının karardığı bir “sus” ikliminde onurlu şairimizi:

Keklik gibi kanadımı süzmedim
Murad alıp doya doya gezmedim
Bu kara yazıyı kendim yazmadım

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar