Kaygılı tepkiler yaratır hatırlan[a]mayanlar bu hayatta! İnsanın yıllarca biriktirdiği anılarını bir çırpıda unutması, korkunçtur! Bu yüzdendir ki en büyük servet, hatırladıkça bereketlenendir. Unuttukça yoksulluğa koşar hızla insan… küçülür küçülür…
“Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz”
Theodor Adorno
TEK BAŞINA HÜR[Ü]ŞEN
Hayatın mavnasına atlayıp uzaklaşmak ne mümkün. Bahar insanın her daim içinde olmalı bir kere, hep unuttuğumuz şey oysa. Hem durduk yere hüzünlenmek ne diye; hayat neşenin pınarı değil elbette ama hüznün çarkına çomak sokmak gerek kimi zaman. Yoksa her zaman insanın bakiyesinde kalan kocaman bir endişe. Ama sen yürürsün tüm yalnızlığında, ıssız insan ormanlarının derinliklerinde Hürüşen. Ah kısa ömrün yedek akçesi umut, bunca kuruntu, evham niye? Boşver, bırak gitsin hepsi bir çırpıda. Kibir, hayatın, sevincin ve her şeyin can düşmanı unutma bunu. Kediler ne güzel öğretir oysa duymayı, bilmeyi, uyanık kalmayı, insanın korkunç hantallığına ne güzel ders verirler. Balıkların akışındaki huzuru öğretir deniz; yosun kokulu orman, çiçeklenmekten gözü dönmüş ayva, hep öğretir sabırlı kediler gibi bize insanlığımızı.
Kış ile yoğurulsun ki hamurun bahara gelsin umudun. Kararsa da içinin gökyüzü, kalabalık ya da yalnız, mutlaka güneşle dolar sen sabret yeter ki. Ah Hürüşen, unuttuğumuz yalnızlığımızsın sen. Dünyaya öyle veya böyle fırlatılışımızın çıplağı. Sen yıllarını kirmen ettin hüznüne ama bakışların hep şen! Bize öğrettin bunu; hayat hem basit hem dayanılmaz ama hep hayat işte. Çocuklukta sevinçten çıldırdığımız deniz kenarları, tepelerin ardında portakal bahçeleri. Her insan ömrü doyulmamış bir çocukluk değil mi Hürüşen? Hep donup kalışımız bundandır belki geçip gidenlere…
Geçmişi çağırır yosunlu köklerin, derelerin ucunda bahar, bir hayatı yeniden yaratacakmış gibi. İçindekiler öyle birikir ki bir bilseler, kavuşmak için umuda hazırlık bütün bunlar. Kavrasaydın bu rezil tarihi kimbilir ne hakikatler taşıp gelirdi uzaklardan, kokuşmuş rezillikleri bir halkın. Şimdi çığlıklarına bak hayatın, sardunyaların sabrı, kedilerin inadı, nereye akıyorsa hayat, nereden çıkıp nereden geliyorsa artık… İşte biz tam orada yaşıyoruz Hürüşen. “Böyle de yaşanmaz ki dünyada!” deme boşuna. Öyle de böyle de yaşanıyor işte…
Yırtıp at geçmişin ağır sargılarını, her yerinden kanayan bir pansuman gibi. Ne getirdiysen geçmişten bugüne işte o kadar yaralısındır zaten. Fotoğraflara bakarak, her gün geçmeyen yalnızlığına ve kahrolası hayata küfretme. Bırak aksın içinde zaman, usul usul bulsun yolunu insanlığın…
YARATILAN GEÇMİŞ: YÜZYILLIK YALNIZLIK
Bir yöntem yoktur ki tüm olup bitenleri anlamak için… bir yöntem ki hem tutkulu bir atılış olsun hem de tutarlı. Ah zamanın bize yaptıkları, peki ya bizim zaman içinde yaptıklarımız. İçimizdekileri sıkıp da bir ömre sığdırmadığımız o zamanlar… İnsan yazdıklarıyla sevinebilmeli [aslında]. Düşündüklerini yazdığı, çizdiği ve belki ezgi gibi mırıldandığı için neşelenebilmeli. Nasıl olup da hiç yoktan yarattığına biraz da şaşırmalı ki yeniden [hem de şaşırtıcı bir biçimde] yaratabilsin. İnsan meselelere ciddiyetle, biraz gülerek, eğlenerek yaklaşabilmeli. İnsan ancak yaratabildiği sürece yaşadığını kabul etmeli, ötesinden hiçbir şey beklemeden, yazmalı, yazmalı, yazmalı…
İşte bu yüzden hayat biraz da herkesin hikayesi, hem hiç kimsenin. Yazar, herkesin hikâyesini yazdığına [herkesi] ikna etmeye çalışan bir usta. O bir zanaatkar gibi işler sözcükleri, onları hünerle dokur, şiiri yaratır, birden sanatçı olur. Herkesin hikâyesiymiş gibi okuduğumuz şey aslında düpedüz yazarın hikâyesi, yani onun hayatından dimağımızın sofrasına servis edilen fragmanlardır. Bu yüzden “herkesin hayatı bir romandır” ama bir roman herkesin hayatı değildir. Çünkü yazar, o hayatları kafasında yeniden kurar, onları zihnin sıkışık küflü duvarlarından kurtarır, tertemiz bize sunar tepsisinde. Zaten herkesin hayatı da bizi hiç ilgilendirmez. Herkes birbirinden ilginç, acılı, sevinçli, hüzünlü şeyler yaşamıştır elbette. Bütün bunlardan “bize ne”dir ki! Anlatmak için can atan nice insan vardır yeryüzünde kim bilir. Ama biz Gabriel Garcia Marquez’in Anlatmak için Yaşamak adlı uzun çalarını okuruz nedense. Edebiyat bizim de hikâyemizdir çünkü. Marquez ile Marquez’in “herkes”ini okuruz. Binbir insan pınarından beslenir, tazelenir her hikâye bin yıllardır… Edebiyatın özgür okyanusunda sonsuz rüzgâra yelken açarak…
Ütopyaya, umuda hep ayak diriyoruz; bugünü, “hemen şimdi”’yi istiyoruz (sözümona). Belki ütopyalarla direnmemiz gerek zorbalığa, umutla bilenerek… Geçmişi bugün için düşleyerek. Özgürlük için direniyoruz. İnsanın en büyük engeli, müşkülü hep kendisi [değil mi?], kendisi gibi diğer insanlar biraz da. Ne garip, kendi türüyle bu denli rakip varlıklar. Davranışlarımız, geçimsiz oluşumuz, düzenle değil, birbirimizle. Ah birbirimize salladığımız yumrukların ufacık bir kısmını kullansak, huysuzluğumuzun küçücük bir kısmıyla protesto etsek her şeyi; bak nasıl da değişir bu dünya. Herkes küçük de olsa bir şeyleri değiştirerek çok şey değiştirebilirdi belki o zaman. Marquez’in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık, değiştirmenin büyülü doğasını bize sunuyor bir karnaval gibi. Öyle renkli öyle fantezi yüklü ki Yüzyıllık Yalnızlık, gerçekten “efsunlu” bir roman. Kuşaktan kuşağa geçen zaman, satırların arasında öyle düşsel akıyor ki okuduğunuzda değil, okumaya ara verdiğinizde anlıyorsunuz ancak nelerin yaşandığını.
Marquez kurduğu kasabaları, şehirleri, düzenleri ile insanlığın yarattığı rezillikleri ne güzel anlatır kitabında. Kendi hayatından devşirdiklerini, insanın düş gücüyle birleştirdiği müthiş metaforlarla ustaca örer. Buendia sülalesinin birbirinden türeyen/üreyen, neredeyse yakın adlarla karmakarışıklaşan soyağacında kurar dünyayı. Koskoca dünyayı küçük bir bataklığa yerleştirir; gerçekçiliği hakikaten büyülüdür. Macondo, Marquez’in hayali coğrafyası, bir tür ütopyadır. Marquez onu yazdığında kendi bugününü düşlemiş, bir sürü karakter yaratmış, kuşaktan kuşağa Buendia’larla sağmış dimağındaki sütü. İyi ki de sağmış, bizi sofrasına çağırmış büyük usta. Bataklığın ortasında, insanlardan, şehirlerden uzak, hiç kimsenin tenezzül etmediği yerde bir cennet yaratan Buendia soyu. Bir tür kutsal metin meselleri, hikâyeleri gibidir bu kitap. Sanki Jose Arcadio Buendia bir Adem, Ursula Iguaran bir Havva’dır. Herkes ve her şey onlardan doğmuştur. Yeni doğan her Buendia hem bir mucize hem de bir lanetle sıvanmıştır; her biri hünerli her biri ayrı kusurludur. Tıpkı Marquez’in hayatı gibidir her şey. Anlatmak İçin Yaşamak adlı özyaşam öyküsünde Kolombiya insanlarının karanlığın içinden umudu nasıl hasat edebildiklerini ne güzel anlatır. Bu kitap, Marquez’in tüm kitaplarının kutsal ruhudur bir nevi.
Jose Arcadio Buendia ve Ursula Iguaran evlendikten sonra uzun süre “ilk günah”ı gerçekleştiremezler. Zaten romanın laneti de burada başlar. Kıran kırana geçen bir horoz dövüşünde Jose Arcadio’nun horozuna karşı kaybeden Prudencio Aguilar, yenilginin hırsıyla dilini tutamayıp, yeni evlenen Jose Arcadio’nun Ursula ile hâlâ birlikte olmadığını söyleyiverir, herkes o an buz keser. Bunun üzerine Jose Arcadio, Prudencio Aguilar’ı düelloya davet eder ve onu mızrakla boynundan vurarak öldürür. O günden sonra artık Buendia’lara yaşadıkları topraklar dar olur. Böylece henüz bilmedikleri bir diyara, Macondo’ya göç ederler. Herkes ve her şey onlardan doğmuş, bu bataklıkta boy/soy vermiştir. Musa’nın kavmi gibi yurdunu terk etmek zorunda kalan Buendia soyunun Filistin’idir Macondo; haşin, amansız, acımasız ama bereketli. Sulak topraklar, bataklıklar insanlık tarihinde hep ilginç olmuştur. Tarihin diyalektiği gibi hem leş yiyici bir bataklık hem de yepyeni bir hayatın döl yatağı. Dünyanın en verimli ovaları, tarım toprakları eski bataklıklardan devşirilmiş değil midir? Bilge Melquiades’in rehberliğinde zamanın düşsel koridorlarında dolandırıp durur bizi Marquez. Her şey tekrar ediyormuş gibidir ama tuhaf biçimde hiç yaşanmamıştır. İki zamanı da ustaca kullanır, Melquiades’in masalsı zamanı bir yandan akıp dururken, öte tarafta gerçek zamanda muz işçilerinin bir şirket (United Fruit) tarafından katledilişi irkiltir bizi. İkili zaman arasında akar durur bütün roman. Labirentleri, tuzakları, tutkuları, arzuları arasında kaybolur insan; anlatacağı çok şey vardır okurun. Okumaktan başka çaresi de yoktur bu anlatma ızdırabının.
Marquez hep şaşırtarak canlı tutar okuyucuyu. Tutkulu karakterlerle sürükler okurun düş dünyasını. Çelişkiler yaratarak onunla hep oynar. İnsana dair düşlerle bezeli, olaylar, karakterler hem gerçektir hem de hayal ürünüdür. Büyülü masallar anlatan ninesi vaktiyle çocukluğunda Marquez’in en büyük esin kaynağı olmuştur. Belki bu yüzden Ursula Iguaran ninesi ve biraz da annesi gibi çizilip konmuştur kitabın merkezine. Anlatmak İçin Yaşamak kitabını bu vefayı teslim etmek için yazmıştır sanki. Ninesi anlatmış ama Marquez de boş durmamış habire biriktirmiş, kendisine anlatılanları düşleriyle bezeyerek yaratmıştır. Ne bereketli bir dere yatağı onunkisi! Bir söyleşisinde şöyle diyor: “Eserin yüzde onu esinlenme yüzde doksanı ise terlemedir”. Yani bütün mesele tutkuyla yazmayı önce arzu etmek sonra da oturup yazmak, yazdıklarını bozup yeniden yazmaktır. Sartrevari söyleyecek olursak, “yazmadan duramadığında yazmalı” zaten insan, ötesi zorla yapılan bir iştir. Bir de yeniden Marquez’in Anlatmak İçin Yaşamak’taki hatırlatmasına değinelim o hâlde: “İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır”.
HATIRLAMANIN BAKİYESİ, UNUTMANIN BEDELİ
Kaygılı tepkiler yaratır hatırlan[a]mayanlar bu hayatta! İnsanın yıllarca biriktirdiği anılarını bir çırpıda unutması, korkunçtur! Bu yüzdendir ki en büyük servet, hatırladıkça bereketlenendir. Unuttukça yoksulluğa koşar hızla insan… küçülür küçülür…
19. yüzyılın yaratıcılığının tersine unutmanın bedelini 20. yüzyılda en trajik biçimde ödemiştir insan. 20. yüzyıl önceki yüzyılların acısını emmiş, tüm acılarının bir bileşkesi, hülasası olmuş: Yanlışlıklar, kötülükler, kıyımlar, lanetlerle dolu koca bir yüzyıl. Bütün kötü ruhlar bir araya gelmiş de bu yüzyıla doluşmuş sanki. 20. yüzyılın eksik insanlığı; doğayı ve neşeyi dümdüz edip tüm hafriyatı, yeni yeni tohumlanan taze hayatın üzerine boca etmiş. Bütün insanlığın üzerine savaşlar, makineler ve arzularla şiddet kusa kusa…