Nitelikli şiir “anlamsız” değil, çağrışımlarla çizgiselliğin ötesine geçen, başka deyişle çeşitli anlam katmanlarının yoğunlaştığı bir türdür. Nitekim tepkiyi tersten okuyarak ve gündelik dilde hiç bir şey ifade etmeyen ses yığınları oluşturarak yazılan “anlamsız şiir”ler, iz bırakmadan unutulup gitmiştir.
Eğer üretenin zihninde ya da dosyasında kalmayacak ve “sunum” konusu olacak ise, doğası gereği toplumsal “ileti” niteliğindeki edebiyat eseri açısından “anlam”ın özgül bir değeri vardır ve dil de, verilen bu önem doğrultusunda, ancak “anlam” ile “eşgüdüm” ya da uyum içinde bir işlerlik edinir. İletisi olan edebiyatın süslerden arınmış “beyaz dil”i seçmiş olması ve yükü sadece dilin ve üstüne yıkmadan, dile abartık bir rol vermeden, ama ifadeyi derinleştiren dilsel beceri, başka deyişle “edebilik” ölçütünü de unutmadan, onu olağan işlevi içinde koşturması, bazılarına dilin “kullanım değeri” ile yetinmesi gibi geliyor. Özellikle şiirde “anlam” aranmaması gerektiğini savunanların böyle bir duyguya kapılıyor olmaları anlaşılır bir durum. Gelgelelim, Ahmet Haşim’den günümüze, “şiirde anlam aranmaz” kuralı koymaya çalışanların, kendi çerçeveleri içinde bile yanıldıkları, daha doğrusu bir olguyu yanlış ifade ettikleri açıktır. Çizgisel anlam üzerinde odaklaşmış popüler / popülist şiirin yalınkatlığı, “şiirde anlam aranmaz” ifadesinin bahanesi olmaktadır. Oysa nitelikli şiir “anlamsız” değil, çağrışımlarla çizgiselliğin ötesine geçen, başka deyişle çeşitli anlam katmanlarının yoğunlaştığı bir türdür. Nitekim tepkiyi tersten okuyarak ve gündelik dilde hiç bir şey ifade etmeyen ses yığınları oluşturarak yazılan “anlamsız şiir”ler, iz bırakmadan unutulup gitmiştir.
“Saf Şiir”in Paradoksu
“Sıradan” sayılana tepkiyi, “anlamsız” ses yığınlarıyla değil de, tek boyutlu şiirlerdeki “anlam”a karşılık kerameti kendilerinden menkul bir “saf şiir” deneyimleyerek ortaya koymaya çalışanlar ise, aslında ciddi bir paradoksa düşmüş oldular, çünkü nihayetinde “anlamlı” şiirler yazdılar. “Anlamlı” ama toplumsal bir ileti amacıyla yola çıkan şiirden daha farklı anlamlar içerdiğine inanılan bir şiirdi ortaya konan. Başka deyişle, “şiirde anlam aranmaz” kuralı koyucuları, böyle demekle aslında şiirde anlam aranmasına değil, belli anlamlara karşıtlıklarını ortaya koymuş oldular. Her ne kadar görecelikler içerse de, varsayım ürünü olsa da, bunu “anlamlar arası sınıf mücadelesi” olarak nitelemek yanlış olmaz.
Nâzım Hikmet, 1946 yılında cezaevinden Kemal Tahir’e şöyle yazmıştı: “Geçenlerde bir Fransız profesörünün yazısını okudum. İlya Ehrenburg’a çatıyor. Ehrenburg Fransız milli kurtuluşu için yapılan kavgayı öven yeni şairleri meth ü senâ etmiş de, onların bir çığlığı Malarme’nin bir şiirine bedeldir filân demiş de, bu suretle sanatı propaganda vasıtası yapıyormuş da, bundan dolayı profesör hiddetlenmiş. Düşündüm, ne garip. Şair meselâ Bodler, Malarme, Verlen ümitsizliklerinden, ölümün hayattan güzel olduğundan, geçmiş zamanların hasretinden, vefasız sevgililerinden, Allahın kudretine sığındıklarından, sarhoşluğun meziyetlerinden, hattâ oğlancılıktan bahsederler, bunun gibi şeyleri dillerine dolar ve bunu ustaca söylerlerse propaganda olmuyor. Hani gayet basit bir misalle anlatmak istese insan, şöyle olacak: Şarabın, rakının, sarhoşluğun meth ü senâsını yaptın mı, sanat eseri verdin, yok tersine, metinde ayıklığı meth ü senâ ettin mi Yeşilay propagandacısı oluyorsun. Ne komik iş, değil mi? Bir yandan da tutturuyorlar: “Güzel” “Güzellik” diye. Peki sarhoşluk mu güzel, ayıklık mı?”
Nâzım’ın bu anımsatmayı yapmasının çok açık bir nedeni var: Benzer iddialarla kendisi de sık sık karşı karşıya gelmiştir. Örneğin, Yahya Kemal’e göre, düpedüz “anlatımcı” dizeler kurarak Osmanlı ordusuna, sanatına, uygarlığına övgü dizmek “saf şiir”, ama Mehmet Akif gibi, Ziya Gökalp gibi ya da Nâzım Hikmet gibi inandığı dünya görüşüne uygun şiirler söylemek “müddeacı şiir” (moda deyişle “savlı şiir”) olmaktadır. Yahya Kemal, yönelimleriyle ve seçişleriyle bu üç benzemez şairi “müddeacılık” ortak paydasında göstermekle, aslında salt kendi şiir anlayışının tek doğru yol gibi gösterme benmerkezciliğine (belki de kurnazlığına) düşmektedir. Oysa, bir başka bağlamda, sözgelimi cumhuriyet modernleşmesinin Osmanlı kültürünü dışlamasına ve kültürel sürekliliğin gözetilmemesine örtük itirazlar içeren kendi şiiri de “müddeacı” boyutlar içermektedir. Dahası, elbette “müddeacı” da olan ama modern tekniklere de kararlı biçimde açılan Nâzım Hikmet şiiri, Yahya Kemal şiiri karşısında daha “modern”, başka deyişle şiir sanatı bağlamında da daha ileri bir konumdadır. Nâzım Hikmet şiirinin “müddea” yönüyle, modernliği arasındaki dolayımı unutmamak gerekir.
Bu yaklaşımın bir adım ötesinde ise biçimcilik var. Şiirde – bir iletinin belirleyiciliğinde – anlam aramak onu araçlaştırmak sayılırken, iletinin, sözün, özün, içeriğin sistemsiz savrulmasına yol açacak biçimde biçimsel denemeler yapmak, şiir mimarisiyle oynamak – sanki bu keyfiliği ve öznelliğiyle daha beter bir araçlaştırma değilmiş gibi – “gerçek şiir” sayılmaktadır. Yapısalcı / göstergeci anlayış ise biçimciliğin yanı başında alesta beklemektedir ve tüm içerikleri birbirine eşitleyerek, biçimci şiirin, modernizmin “anlam”ı karman çorman ederek itibarsızlaştırmasına lojistik destek sağlamaktadır. Eklemek gerekli mi bilmem, böylesi bir şiir anlayışı, tümeli kavrama yeteneğini yitirmiş günümüz küçük burjuva insanının ruh haline, “duygu durumu”na oturmaktadır. Gel gelelim, bazıları, bu kadarının değer biçmeye yetmeyeceği kendilerince de bilindiğinden, “öbür taraf”ın değerlerine el atmadan da duramıyorlar. Sözgelimi, şiirde “muhalif söylem”i Ece Ayhan gibilere bahşeden eblehler, tam da bu konumdadır. Bayılmışlardır “tüzüklerle çarpışarak büyümüşlük” imgesine! Belki “tüzükler” ile değil de, sesce ona benzer başka bir şeyle çarpışa çarpışa büyümüş olmasını anlatıyor da olabilir Ece’nin dizeleri, ama kapitalist bir toplumda muhalifliği barikatlarda yer almışlara değil de, “tüzüklerle çarpışan” devletlilere yakıştırmak, yukarda sözünü ettiğim anlamlar arası sınıf mücadelesinde nerede saf tutulduğunun göstergesi olmaktadır. Bazıları daha da uyanık, onların gardrobunda her devire uygun elbise ve “anı” bulunmaktadır. Hava değişmeye görsün ya da duruma, ortama göre hemen siyasal geçmişler, kökenler araçlaştırılıp ortaya sürülüverir.
Anlam, Şiirin Motorudur
Simgeci şairlerden mukaddem, onlardan Ahmet Haşim’e intikal etmiş ve Piyale kitabının önsözünde dile gelmiş, bazılarının diline pelesenk olmuş bir zırva var: “Şiirde anlam aranmaz. Şiirde anlam aramak, bir parçacık et lokması için güzel ötüşlü zavallı bülbülü öldürmeye benzer” diye formülleştirilmiştir. Modernist şiirde de, ister “yenilik fetişizmi”nin çaresizliği ve son umudu deyin, ister “züppelik” deyin, güya bu zırvayı ispatlamak için, anlamsız seslerden oluşan harf yığınlarını şiir diye yutturmaya kalkanlar ise sadece bir gülümseme yaratmaktan öteye geçemediler. Bu sonuncular ölçeğinde olmamakla birlikte, Ahmet Haşim’e taş çıkartırcasına bu zırvanın üstüne atlayan ve 1980’lerin başlarındaki “apolitik” atmosfere teşne olup, “Gerçek Şair, Gerçek Şiir Okuru Kimlerdir ve Şiirin Amacı Anlam Değildir” diye yazılar döktüren Tuğrul Tanyol, daha o yıllarda kendisini “gerçek şiir”in temsiline atamış ve “oldu da bitti maşallah” fasıllarına erken başlamıştı. Ona göre, “şairin ya da şiirin amacı bir şeyi anlatmak değil, bir şeyi hissettirmektir. Yani şiirin amacı aslında kendisinden başka bir şey değildir.” (…) “Çoğunluğun amacı, şiir değil, şiiri bir amaç olarak kullanmak” “Önemli olan tat almak olduğuna göre de şiirde toplumcu ya da bireyci gibi sınıflamaların anlamı kalmaz. Ama birisi kalkıp da, şiiri bireyci olduğu zaman ondan zevk almadığını söylerse, bu kişi şiiri ussal olarak anlamak üzere okuyor, demektir ki, bu onun şiirden hiç anlamadığını gösterir. O gitsin ve düzyazı okusun.” Tanyol, bu cevherleri kime karşı öne sürüyor, “Ortaçağda yaşıyor olsak adam kendisi gibi düşünmeyenleri diri diri ateşe atacak” diye tanımladığı ve şiirde anlamı güdümlü sanat adına savunduğuna inandığı bir “toplumcu”ya karşı söylüyor. Şu kısacık alıntılar bile, aslında Tanyol’un “Ortaçağ’da yaşıyor olsa” şiir konusunda kendisinden farklı düşünen birilerine neler yapacağı konusunda fikir vermiyor mu? Sadece sol edebiyatın kavramı uç noktaya taşıyarak çığırından çıkaran Jdanovlar’ı yok, biçimci-modernist edebiyatın da benzer bıçak bileyicileri var!
Tanyol’un o yazıda şiirde anlam konusunda söylediklerine gelince; kavramak için “güdümlü sanat” yanlısı olmanız şart değil, en çok yorumlanan, katmanları en çok didiklenerek altında “anlamlar” aranan, insanların verdiği anlamlar sayesinde dillerde yaşayan, anlam verme adına en çok tekrar dönülen, bazen “birey”in varoluş sorunsalına dokunan, bazen “siyaset” yerine ikame edilen edebiyat türüdür şiir. Şiirde anlamların katmanlar halinde yoğunlaşması, çok anlamlılık, çağrışım genişliği aslında şiirin deneyim alanının genişliği ile başka deyişle bu alanın “hayat”ın kendisi oluşuyla yakından ilgili. Dolayısıyla, şiirde biçimler bile “anlam”a tabidir, çünkü önce anlamlar eskir, yinelendikçe duruklaşır, genel geçer hale gelir ve güncelin taleplerini karşılamaz olur. O zaman yeni anlamlar aranır, anlamdaki genleşmenin doğurduğu yeni biçimler ortaya çıkar. Bu biçimleri görüp, onlara odaklanıp, asıl “motor” olan anlamı dışlamak ise, yenilik günlerinin değil, izleyen tutuculuk günlerinin huyları arasındadır ve aslında “yeni anlamlar” karşısındaki tedirginliklerin ifadesidir. “Şiirde anlam aranmaz” demek, kapıyı yeni anlamlara kapatıp, köhnemiş eski anlamlarla devam etme arzusunu dillendirmektir.