“Yahu kimse mi dün gece çıkan kararnameyi duymadı? Her şey özelleştirildi Yakup. Artık bütün işletmeler şahısların.”
Yakup, sabah, nüfus müdürlüğündeki mesaisine yetişebilmek için kahvaltı etmeden alelacele çıktı.
Metrobüs durağına giden sokakta bir yandan hızlı adımlarla yürürken bir yandan montunu koluna geçiriyordu. Durağa varmadan yolunun üstündeki fırından iki poğaça almayı düşünüyordu. Vakit kaybetmeden durağa geçecek, poğaçaları da yürürken yiyecekti.
Adımlarını iyice açmaya başlamıştı. Birden karşısına çıkan, mavi önlüklü bir genç, Yakup’un dengesini kaybedip yalpalayarak durmasına sebep oldu.
“Günaydın!” dedi genç. “Geçiş ücretini rica edeyim.”
Yakup, sabah sabah bir deliye çattım diye sinirlendi. Hem de işe gecikmişken.
“Ne ücreti kardeşim,” dedi, “haydaa…”
Çocuğun yanından yürüyüp yoluna devam edecekken, çocuk önüne geçip Yakup’u tekrar durdurdu.
“Beyefendi,” dedi, “zorluk çıkarmayın. Bugün kaçıncı bu ‘haberim yok’ ayakları… Yoksa da beni ilgilendirmez. Geçiş ücretini alayım. On lira.”
Yakup, gencin kararlı gözlerine baktı. “Beni bulur zaten… Vallahi beni bulur…” diye söylendi. Saatine baktı. Mesainin başlamasına on beş dakika, daireye varmak için ise yarım saatlik yolu vardı. On lirayı çıkarıp verdi. Hemen yürümeye başladı. Genç çocuk arkasından,
“Koçoğlu Aş. iyi günler diler!” diye bağırdı.
O sırada Yakup, biraz ileride mavi önlüklü başka birinin, bir kadını durduğunu gördü. Şaşırarak baktı. Kendi kendine “Çete mi bunlar?” diye söylendi. Aceleyle yoluna devam etti.
Metrobüse binerken, ücretin neredeyse iki misli olduğunu fark edince iyice öfkelendi.
“Bu ne ya! Yine mi zam gelmiş?”
Küfürler savurarak bekledi ve gelen ilk metrobüse, kalabalığın içine sığabilme çabası vererek bindi.
Metrobüsün her durakta “Orhanoğulları Yolculuk iyi günler diler!” anonsu geçtiğini fark etti.
“Bu nasıl reklam?” diye düşündü. “Ekranda yayınlamak da yetmiyor artık.”
Metrobüsten indikten sonra mesaisine yirmi dakika gecikmiş halde, nüfus müdürlüğüne doğru nefes nefese yürürken burada da yeşil önlük giymiş birileri tarafından durduruldu.
“Günaydın! Geçiş ücretini rica edelim. On lira.” dedi, kendi yaşlarında fakat çok daha iri yarı ve kirli suratlı bir herif.
“Şaka mı yapıyorsunuz arkadaşım?” diye çıkıştı Yakup ve kameraları görmek için etrafa baktı. Karşısındaki eşkâli bozuk adam birden sertleşti.
“Herkese biz mi açıklayacağız yahu! Kimsenin dünyadan haberi yok mu? Özelleştirildi işte!”
“Ne özelleştirildi?”
“Sokaklar beyefendi!”
“Dalga geçmeyin kardeşim!”
Adam Yakup’un üzerine yürüdü.
“Evet, sizi sokağın dışına alalım! Lütfen!”
Yakup, geri geri itilirken cebinden bir onluk çıkarıp uzattı.
“Alın, alın! Lanet olsun!”
İtiş kakış esnasında dağılan kılık kıyafetini düzeltip kıpkırmızı halde nüfus müdürlüğünün bahçesine girdi.
Bahçede kendisini yine bir sürpriz karşıladı. Tamamı memurlardan oluşan kalabalık bir grup binanın dışındaydı ve ortama kargaşa hakimdi. Ağlama sesleri, feveranlar, şaşkınlık naraları, söylenmeler, küfürler, sükûnet ve metanet çağrıları…
Ne olduğunu öğrenmek için, bahçede gördüğü bir arkadaşının yanına gitti.
“Nedir bu Adnan? Ne oluyor?”
“Yeni mi geldin? Hayırlı olsun. Nüfus müdürlükleri özelleştirilmiş.”
“Efendim?”
“Yahu kimse mi dün gece çıkan kararnameyi duymadı? Her şey özelleştirildi Yakup. Artık bütün işletmeler şahısların.”
“Ama burası devlet dairesi…”
“Anlatamadım herhalde. Artık değil. Hiçbir şey değil.”
“Böyle saçma şey mi olur? Nüfus müdürlüğü nasıl devlete bağlı olmaz?”
“Bağlı gibi yine. Devlet denetlemekle yükümlüymüş. Ama işletmesi artık özelde…”
“Kafe mi bu Adnan? Ne işletmesi?”
“Allah Allah! Bana niye kızıyorsun kardeşim? Ben mi sattım? Hem sen nasıl bu kadar her şeyden habersiz olabiliyorsun? Bugün hiç yolda falan durdurmadılar mı seni?”
Yakup’un gözleri büyüdü. “Yani,” dedi, “sokaklar da özelleştirildi, öyle mi?”
“Sabahtan beri ne anlatıyoruz… Listeye baktın mı? Seni de işten atmışlar mı?”
“Ha bir de işten çıkarılma var…”
“Evet, bir bak bakalım. Nüfus Müdürlüğünü Aycanlar Holding aldı. Verimlilik için personel sayısında küçülmeye giderek başladılar. Çalışanların yarısını çıkarmışlar.”
Yakup panik halinde, hışımla listenin asılı olduğu duvara gitti. Bir dakika sonra, omuzları düşmüş, afallamış bir halde Adnan’ın yanına döndü. Adnan surat ifadesinden ne olduğunu anlamıştı.
“Geçmiş olsun,” dedi, sigarasından son nefesi çekti, közünü düşürüp izmariti yanındaki çöpe attı. “Ee, ne yapacaksın?” diye sordu Yakup’a.
“Bilmem… Sen ne yapacaksın?”
“Ben işe dönüyorum. Sigara molasındaydım. Gecikmeyeyim, malum, artık eskisi gibi değil. Gözyaşına bakmaz bunlar. Geçmiş olsun tekrar sana.”
Yakup, sabahki yolunu gerisin geri tepti. Olanlara anlam veremiyordu. “Şaka bu!” diye söyleniyordu. Sanki ertesi sabah uyanacak ve bugün, topluca görülen saçma bir rüya gibi geçmişte kalacaktı.
Nüfus Müdürlüğünün biraz ilerisindeki meydanda ufak bir kalabalığın toplandığını gördü. Aşağı yukarı yüz kişi vardı. Hepsi de bu özelleştirme furyasından dolayı canı yanmış insanlardı. Öfkeyle bağırıyorlar ve diğer insanları da yanlarına çağırıyorlardı. Yakup da kalabalığın arkasına katıldı.
O muhitin emniyet işlerini, Yıldırım ve Yeğenleri şirketi almıştı. Bu şirkete bağlı otuz kadar genç, sivil, bazıları sopalı bir grup, Yakupların üzerine sağdan soldan saldırmaya başladı. Yakup da sırtına iki sopa yedi. Fırsatını bulur bulmaz kaçtı.
Eve dönerken, sabah para verdiği çocuğa tekrar ödeme yaptı.
“Yalnız böyle her giriş çıkışta para mı vereceğiz?” diye sordu.
“E bu sokaklara nasıl bakılacak verilmezse abi? Yarın asfaltı bozulacak, yenilenmesi gerekecek. Park yapılacak. Efendim, çimler sulanacak, çiçekler ekilecek. Güvenliğini falan saymıyorum… Bunların hepsi para…”
Yakup eve girdikten sonra birkaç gün çıkmadı. Sürekli haberleri izledi. Yalnız o ‘rüyadan uyanma rüyası’ gerçek olmadı. Tam tersine, sistem her geçen gün daha da özelleşiyordu. Bütün devlet okulları şahıslara satılmış, ücretli hale gelmişti. Durumu olmayan çocuklar ve gençler okumayıp çalışacaktı. Böylece ortalık okumuş işsizle dolmayacaktı. Devlet hastaneleri satıldı. Artık parası olmayan kolay kolay tedavi göremeyecekti. Belki de böyle olunca insanlar daha temkinli hale gelecekti. Hastalanmamak için ekstra titiz davranacak ve kendilerine iyi bakacaklardı. Ayrıca bir seçilim de meydana gelecekti. Zırt pırt rahatsızlanan zayıf yapılı bireyler toplumdan silinecek ve güçlülerin dünyası kurulacaktı. Genetiği sağlam nesiller yetişecekti. Ordu ve emniyet de sivil şirketlere devredilmişti ama devir teslim en çok bu iki alanda zorlamıştı ülkeyi. Çok fazla güvenlik şirketi ihalelere katılmıştı. Ama güvenlik konusunda çok başlılığın zarar getireceği endişesi herkesi rahatsız ediyordu. En nihayetinde, yüzlerce şirket arasından, emniyet yedi, ordu ise üç farklı savunma şirketine pay edildi.
Bir süre sonra mecburen evden çıktı Yakup. İş bulması gerekiyordu. Ararken, iş yerlerine gidip gelmeye çok para harcadı. Neredeyse bütün birikmişi suyunu çekecekken bir muhasebecide işe girdi.
Bir ay sonunda işten çıkarıldı. Daha ucuza çalışacak birini bulmuşlardı. Aslında, yeni gelenin daha az ücret için tercih edildiğini bilse, Yakup da maaşından kesintiye razı olurdu. Fikrini sormadan gönderdiler.
İşten çıkarılmak, toplum içinde öylesine normalleşmişti ki nasıl sabah güneş doğarsa bir insan da bir anda işinden olabilirdi. Piyasa tamamen serbestti. Girişimciler, girişimlerini dolu dizgin yürütebilmek adına tekleyen bir dişli gördü mü onu hemen çarktan çıkarabiliyor, kapıda bekleyen yığınlarca dişliden birini hemencecik yerine koyabiliyordu. Üretim merkezleri böylece durmak bilmez makinelere dönüşmüştü. Hiç yavaşlamayan, aksamayan, yorulmayan organizmalar… Sürekli kendini yenileyen mekanizmalar…
Birkaç ayın sonunda özelleştirilmeyen hiçbir kaynak kalmadığı düşünülürken, birden unutulan iki kaynak hatırlandı. Denizler, plajların parsellenmesi suretiyle özeldi. Toprak zaten özeldi. Su, şirketler tarafından satılıyordu, uzun zamandır özeldi. Ormanlar, madenler özeldi… Ama güneş ve havanın verimsiz bir şekilde kullanıldığı fark edildi. Herkes canının istediği gibi ışınları derisinde murdar edebiliyor, keyfine göre oksijeni ciğerlerine doldurup atmosfere karbondioksit salabiliyordu. Piyasanın bunu da verimli hale getirmesi mümkündü. Bir şahıs, evinin dışında bir arazide, hacmi kadar metre kareyi kapladığında, o alana düşecek güneş ışınlarını ziyan etmemeliydi. Oraya bir panel konulsa ve bu enerji kâr için kullanılsa medeniyet adına daha faydalı değil miydi? Aynı şekilde, her canı isteyen ortalıkta dolaşıp babasının malıymış gibi atmosferin oksijenini ememezdi. O oksijen miktarı, bir işletmeye verilse kim bilir ne faydalar elde edilirdi? Bu yüzden, herkese hacmine göre güneş ışığı ödemesi ve dışarıda kaldığı süreye oranla oksijen ücreti kesilmeye başlandı.
Yakup, muhasebeciden atıldıktan sonra iki hafta daha iş aradı ama bütün birikimi on dördüncü günde bitti. Artık evden çıktığında, değil sokağa ayakbastı parasını ödemek, çekeceği oksijenin bile ücretini karşılayamayacak haldeydi.
Evin içinde aç açına üç gün geçirdi. Pes etmişti. Yeni dünyanın vahşi ortamına ayak uyduramamıştı. Hayatta kalmayı beceremediği açıktı. Öyle olmasa, evinde, guruldayan karnını tutarak, saçı sakalına karışmış vaziyette tavanı seyreder miydi? “Öleceğim,” diyordu. “Oyunu geçemiyorum.”
Dışarıdan gelen seslere bakmak, biraz da kafasını dağıtmak için pencereye yürüdü. Evinin sokağında pazar kurulurdu. Eskisi gibi canlı değildi tabii. Hem nüfus hızlı bir şekilde azalıyor hem de insanların ya pazara harcayacak ya da sokağa çıkacak parası olmuyordu. Artık birisi pazarı geziyorsa, bu demekti ki, o kişinin durumu iyidir.
Rahat rahat tezgâhları dolaşan müşterileri izledi. Gözlerini bulutlu gökyüzüne çevirdi. Aklına bir fikir geldi. Heyecanla yatak odasına koştu.
Bütün kıyafetlerinin ceplerini ve çekmece gözlerini karıştırdı. Sağda solda kalmış bozukluklardan on iki lira topladı. Bir karton, bir ip ve bir kalem alıp masaya oturdu.
Evden çıkmasıyla pazara adım atmış oluyordu. Gözleri, sokak biletçilerini aradı. Hemen bir tanesi de Yakup’u görmüştü zaten. Yanına geldi.
“Geçiş ücretini alayım…”
Yakup, on lirayı uzattı.
“Ne kadar dışarıda duracaksınız?”
Yakup parmağıyla bir ve iki işareti yaptı.
“O zaman, dört lira da oksijen parası… Boy kilo oranına bakılırsa da üç lira güneş parası…”
Yakup itiraz ederek kafasını salladı ve kızaran suratını işaret etti.
“Ne diyorsun abi?”
Eliyle ağzını ve burnunu kapatıp kafasını sallamaya devam etti.
“Abi ne diyorsun? Anlamıyorum.”
Mecbur kalıp ağzını açtı, “Almıyorum ki! Baksana!”
“Ne almıyorsun?”
“Nefes almıyorum. Tutuyorum, bak!” deyip tekrar nefesini tuttu.
“E konuştun ama…”
“Sen konuşturuyorsun. Ayrıca havaya bak. Bugün güneş yok. Güneş parası da alamazsın. Ben nefesimi tutuyorum ve gidiyorum. Aksi halde sizi şikâyet ederim.”
Çocuk ne diyeceğini bilemedi. İşe o gün başlamıştı. Bir ay sonunda bir iş bulmuştu ve müşteri şikâyeti yüzünden eski işsiz günlerine dönmekten korkuyordu.
Yakup pazarda ilerledi. Boş bir köşe bulunca oraya geçti. Elinde tuttuğu kartona baktı. Gittikçe kızarıyordu. Kartonu boynuna astı. Kendinden emin, vakur bir şekilde dikilmeye başladı ve önünden gelen geçenlere bakıyordu. Gelen geçenler de ona bakmaya başladı. Bir süre sonra kalabalık arttı. Hem böylesi mor bir surat hem de kartonda yazan yazı ilgilerini çekmişti:
“Özelleştirebilirsiniz! Acele edin! Nefesimi çok tutamayabilirim!”
İsa Baran YİĞİTER