Mit, Sanat, Yaratıcılık ve İdeoloji

Sanatsal üretimin bütün insanları kapsadığı zaman yaratıcılık üst boyutlara çıkacak, insanla toplumsal üretim arasındaki ilişki yeniden dengelenecektir.

Bu konuların belki de düşüncelerimizi el altından çarpıtan en sinsilerinden biri, ‘sanat’ sözcüğünü kullanma biçimimizdir. Sanat, herkesin -tanımını yapması istenene kadar- anladığına inandığı terimlerden biridir (diğer terimler sonraki bölümlerde karşımıza çıkacak). İnsanlar, üzerinde pek düşünmeden, anladıkları biçimiyle sanatın evrensel bir olgu olduğunu varsayar ve Batılı olmayan kavramlara yalnızca sözcüğün kendisini değil, tüm çağrıştırdığı şeyleri de yakıştırır. Bunun sonucunda ‘sanatçıyı’ her toplumda bulunan, evrensel, neredeyse mistik bir esin ilkesi nedeniyle özel bir kişi olarak düşünmeye başladık. Ama ‘sanat’ ve ‘sanatçı’ kavramları tarihin belirli noktalarında ve belirli kültürlerde oluşturulmuş kurgulardır. Örneğin günümüz Londra, New York veya Paris’inde düşündüğümüz şekliyle ‘sanat’, insanların ‘zanaatçı’ ile ‘sanatçı’ arasında aynın yapmadığı Orta Çağ’da yoktu. Neredeyse kutsal konumlarıyla diğer sıradan ölümlülerden ayrılan, esinlenmiş bireyler kavramı Batı’da yakın geçmişte, yazarların ve felsefecilerin kişisel deneyimin üstünlüğünü ve bir aşkınlık duygusunu egemen kıldıkları Romantik Akım döneminde (yaklaşık 1770- 1848) kabul gördü.

Berkeley’den arkeolog Margaret Conkey gibi kimi yazarlar haklı olarak ‘sanat’ sözcüğünü düşünmeden kullanarak dışarıdan Batılı çağrışımlar almanın tehlikelerine dikkat çeker. Bu sözcüğün, bazı araştırmacıları Üst Paleolitik dönem resmini Batı sanatı çerçevesinden anlamak gibi yanlış bir yola yönlendirdiği kesindir. Bununla birlikte bu soruna karşı aşırı duyarlı olabileceğimize inanıyorum. ‘Sanat’ kullanışlı bir sözcüktür ve Batılı çağrışımlarının tehlikelerinin farkında olmamız hâlinde onu dikkatlice kullanabiliriz.(1)

Bu alıntı ile mitler alanına yönelebiliriz. Bunun yanında sanat ve mit ilişkisine. Mit üreticisi öncelikle kendini sanatçı olarak gören sahte bir ışıkla büründürmemişti. Kendi üreminin önemi üzerine de düşünmemiştir. Fakat kendi üretiminin ona bir ayrıcalık ve otorite yarattığının farkındaydı. Bu ilk çağlardan beri devam eden bir süreçtir. Bu üretimler ile tapınç arasındaki ilişki de dışarıda tutulamaz.

Sanatın doğuşu ile hayvani şiddetin reddi iç içe geçmiş gibi. Kabile içinde şiddetle var olmak yerine kendi içinde bir ayrıcalık ve özellik yaratmak ve iktidarda yer almak arasında ilişki var. Bu anlamda sanat özelleşmek, ayrıcalıkları belirlemek, icazet yapısını oluşturmak ve iktidarda söz sahibi olmak için şekillenmiştir. Sanatla din arasındaki veya sanatla felsefe arasındaki ilişkiye de buradan bakmak lazım. Aslında sanat ve sanatçı söylemi bizi her zaman tarih içinde şekillenmiş toplumsal yabancılaşmanın bir yanını göstermeli. Bu yöneten yönetilen ve kafa kol emeğinin şekillenmesini sağlarken aynı zamanda üst yapının ideolojik söyleminin belirtilmesinin ve hegemonya kuruluşundaki işleve de işaret eder. Sanat ve sanatçı tartışmalarında bu ayrıntı gözden kaçtığı zaman nesnelliğe yönelik tartışmanın imkânları da kısıtlanır. Aynı sorunu mit ve sanat arasındaki ilişkide görürüz. Mitle hegemonya kurma veya icazet belirleme ilişkisi içinde bakmazsak nesnel bir algı oluşmaz. Böylece aydınlanma süreci ile şekillenen özne merkezli gerçekçi olmayan sanat ve sanatçıya övgü genelleşir.

Bütün bu sanat alanına yönelik tartışmalar, sanat eseri ve üreticisi üzerinden şekillenir. Bu ise sanatın meşru bir hak olduğu gerçeğini örten bir dokuda ilerler. Biz sanat eserinin yarattığı estetik hazzı tartışırken ve o sanat eserini üreteni överken gözden kaçırdığımız olgu yaratıcılığın bütün insanlarda içkin olduğu olgusudur.

Esas tartışılması gereken ve toplumsallık kazandırılması sağlanması gereken o estetik haleden daha ötede yaratıcılığın bütün insanlarda içkin olduğu gerçekliğidir. Bu anlamda herkesin sanat yapma hakkını savunacak bir toplumsal mücadele şarttır. Sanatsal üretimin bütün insanları kapsadığı zaman yaratıcılık üst boyutlara çıkacak, insanla toplumsal üretim arasındaki ilişki yeniden dengelenecektir. Kapitalist toplum sanatsal yaratıcılığı bütün insanlığa yayacak bir dokuda şekillendirmez. Siyasal iktidarların böyle bir sorunu yoktur. Sosyal devlet deseler bile kendilerine insan gerçeğini göz ardı eden bir noktada dururlar. Sanat onlar için bir imaj kendi hegemonyalarını devam ettirecek bir kullanım nesnesidir. Tek tek sanat eserlerini kategorize ederken bile bir iktidar ve hegemonya oluşturmaya çalışırlar.

Bu anlamda sanat ve sanatçı tartışmaların özneyi öne çıkartırken toplumsal yaratıcılığı budayan bir yerden hareket eder. Bu anlamda tartışmamız gereken ve sürekli dışta tutulan yaratıcılık sorunudur. Yaratıcılık sorunu sanat felsefesinin genel alanıdır. Sanat felsefesini öne çıkartan bir yerden dünyaya bakmak lazım. Sanatla artı ürünün gaspı arasındaki ilişkiyi göremediğimiz sürece, sanata ve sanatçıya övgüyü devam ettiririz. Oysa sanatçı ve sanat sönümlenme sürecine geçmelidir. Çünkü yaratıcılık bütün insanlarda içkindir. Herkesin sanat yaptığı dünyada ayrıcalık ve artı ürünün gaspı ortadan kalkar.

Bunun yanında sanat eserinin her zaman bir terapi ve sağaltım yanı vardır ve toplumsal yaşama uyum ve geçişi sağlama. Kişiler siyasal yapıların öznelerine dönüşürken bunu sağlayan en önemli özellik sanatın yarattığı haledir. Sanat toplumsal dönüşümü sağlayan önemli bir araçtır.

Fakat bütün bunlara rağmen eski çağlarda sanatsal üretimde bulunan kişi kendini sanatçı olarak görmüyordu. O yaptığı işin bir kutsallık kisvesi içinde sunsa bile. Sanatçı daha çok o çağlarda tanrı ile ilişki de bulunan tanrısal özellikleri olan insanlık dışı kutsal bir varlık gibi sunardı kendini. Artı üründen pay almanın getirdiği bir sonuçtur bu.

Antik Yunan dünyasına baktığımızda, mitlerin büyük etkisini görebiliriz. Atina mitlerin işlendiği kaplar, sürahiler, siniler ve seramik sanatıyla Asya ve Avrupa da egemenlik sağlamıştır. Atina’ya seramik sanatının getirisi çok yüksek olmuştur. Diğer yandan kendi mitsel dünyalarının diğer bölgelerde düşünsel hegemonyasını sağlamıştır. Doğal olarak tanrılara en çok ilişkisi olan toplum ve kutsanmış bir toplum imgesi yaratırdı.

Atina’yı Atina yapan üç şey; felsefe okulları, seramik ve olimpiyatlardır.

Felsefe okullarına Anadolu ve Trakya’dan İtalya’dan yüzlerce insan gelirdi. Bu okullardaki çoğu insan önce Mezopotamya, Mısır ve Hindistan’a gider, oraları gözleyen bir geziye çıkardılar. Bu düşün insanlarına Atinalı demek ne kadar doğru. Fakat Atina’nın üstünlüğünü anlamak anlamında önemli. Anadolu’da ve Minos uygarlığı sürecinde okullar var. Düşünce biliminin (matematik) merkeze alındığı okullar. Felsefenin daha etkin olduğu okulların merkeze geçmesini saplayan Pisagor’çulardı. Platon ve Aristoteles bu geleneği devam ettiren Pisagor’a yakın iki filozof.

Sadece zeytin ve üzümün yetiştiği çorak Atina topraklarında en önemli gelir kaynağı seramikti. Atina yakınındaki seramiğe uygun toprak kullanılırdı. Bunun yanında korsanlığın devlet ideolojisi olması onların sürekli köle bulmasını sağlıyordu. Seramiklerde Anadolu ve Minos uygarlığı gözetilerek ama merkezde Atina’nın tanrılarının olduğu eşyalar yapılırdı. Böylece dinsel simgelerini yayar ve diğer toplumları etkileyip kendilerinin sömürgesi hâline dönüştürürlerdi.

Olimpiyatlar dışardan basit bir yarışma gibi görünse de aslında diğer toplumları denetlemek ve kültürel üstünlüklerini kabul ettirmek için yaptıkları yarışmalardı. Diğer yandan Aristokrat kültürün oluşturmasını sağlardı.

Bu anlamda sanat paradigması önemli bir araçtır toplumu ve toplumları yönlendirmede.

Mit tartışmalarında bu sorun ortaya konmadan tartışmak bizi her zaman Avrupa merkezli ideolojik boyutun hegemonyasının devamlılığına götürecektir.

Atina eksenli mitin diğer yanı ise kahramanlık destanlarına dönüşmesidir. Bu destanlar bir yandan kader olgusunu işlerken diğer yandan Atina toplumunun güçlü, yenilmez ve haklı olduğuna dair ideolojik bir zeminde şekillenir. Bu boyut görünmediği sürece mitlerin işlevi ortaya çıkamayacağı gibi sanatında toplumsal işlevi ortaya çıkmaz.

Atina ile Sparta arasındaki savaşımda kazanımla çıkan Atina olmuştur. Bunun en önemli nedeni Atina’nın sürekli işlediği mitlerin getirdiği bir sonuçtur. Bu hem hegemonya yaratır hem Sparta’nın yalnızlaşmasını sağlamıştır. Genel site devletlerinin içinde Atina’nın öne çıkmasına da buradan bakmak lazım.

Bugün kapitalizmle ortaya çıkan kültür endüstrisinin dünyada nasıl bir hegemonya kurduğunu iyi görmek lazım. Önümüzde devasa bir sanayi ve toplumsal hegemonyanın aracı vardır.

YEDİLER

Miğferin içinde kuralarını çektiler; nerdeyse kaderin

belirttiği yerlerini aldılar. Gün kavuştuğunda,

yedisinden biri bile yoktu orada. Sadece gelip

bir su testisiyle bir yağ çanağının arasındaki

taşların üzerine oturan peçeli bir kadın vardı. (2)

Mitlerin sanatsal değerini tartışırken onun toplumsal işlevini ve mitlerle siyasal oluşum arasındaki ilişkiyi doğru görmek lazım. Bilakis Atina ile şekillenen mitler site devletlerinin oluşumunun şekillenmesi ile belirginleşir. Bugün çevirilerde Homeros denilse de doğrusu Homeros oğullarıdır. Üç yüz dört yüz yıl süreçte yazılmış destanlardır bunlar. Değişerek değiştirilerek ve Homeros oğullarının yazdığı bu destanlar işlev olarak Atina ideolojisinin hegemonyasına hizmet etmiştir. Platon ve Aristoteles’in yer yer ve gerekli gereksiz mitlere gönderme yapmaları bu ideolojik hegemonyanın getirdiği zorunluluktur bir yandan.

Mitlerin bir yanı kader olgusunu işlemesidir. Destanlarla kader tanrısı (Moria’lar) olgusuna buradan bakmak lazım. Bu anlayış her şeyin önceden yazıldığı ve biz kaderimizin dışına çıkamayız anlayışıyla şekillenir. Kader, pay alma ile birlikte şekillenir. Pay ise tanrıların insanlara belirlediği statükoları şekillendirir. Aslında iktidarların topluma dayattığı artı üründen pay alma hikâyesidir.

Çoğu şair ve yazar doğuştan kutsanmış (!) sayar kendini, Hristiyanların kutsallığı ve seçilmiş olma özelliği veya Müslümanlığın Antik Yunan aristokrasinin ilk çağlardan beri devam eden artı üründen pay alma hikâyesinin insanlar içinde kök salmasıdır. Bugün hâlâ bu düşüncenin devam etmesinin nedeni dinselliğin ve idealizmin hayatın her alanına dair hâlâ söylemleriyle yaşamasıdır. Eski çağlarda hukukun veya toplumsal kuralların oturtulması için yöneticiler kudretli olduklarını ispatı tanrıdan pay almaktır. Bunun için pay alanın kendini ispatlayabilmesinin yolu keramet sahibi olmaktan geçerdi. Bu geleceği görmekten daha çok, yöneticinin şair, müzisyen, dansçı, büyü yapan olması lazımdı. Keramet sahibi olmayan tanrıdan pay alamaz ve yönetici olamazdı. Keramet sahibi olmak için eğitimden geçirilirdi. Tekkeler, zaviyeler, tarikatların işlevi buydu. Hukukun ve sömürünün devamı için bu şarttı.

Şiiri, müziği, resmi hâlâ kutsal ve tanrısal bir alan olarak görür çoğu kişi. Orfeus bir çeşit tanrının oğludur. İsa veya Alevilikteki Ali inancında, Ali tanrının oğlu gibi sunulur. Toplumda belirli dinsel kesimin olayı böyle görmesini anlayabiliriz. Bir aydında sanatçıda ve mistisizme karşı olan birisini böyle görmek tuhaf değil mi. Bilgili olmak ile tanrıdan pay aldığına inanma anlayışı yaygın bir anlayıştır. Tanrının saf düşünce olması anlayışı Antik Yunan felsefesinde şekillense de Anadolu ve Mezopotamya’da yaygın bir düşüncedir. Bütün bunların ötesinde her zaman Mezopotamya ve Anadolu’da veli kime denir, kim Mesihtir, peygamber nasıl olur. Bir kişinin ermişliğinin ölçüsü nedir İslam felsefesi, Hristiyanlık felsefesine tartışılagelmiştir. Çünkü bu bölge hiç bitmeyen veliler, Mesihler, peygamberler bölgesidir. Bu tartışmaların hepsi birçoğu şair ve yazarın kendisini doğuştan kutsanmış saymasını aşmak için yeterli neden değil midir? Aynı zamanda bu durumun artı değerden pay almanın kavgası değil midir?

Mit sorununda biraz da Doğu’ya ve Mesih kültürüne bakalım.

İnsan doğasının en ilginç özelliklerinden biri.“, der Lotze,

… bireyin bunca bencil oluşuna karşın, her şimdiki zamanın kendi gelecek zamanı karşısında kıskançlıktan bunca yoksulluğudur.” Bu düşüncenin götürdüğü sonuç, içimizde oluşturduğumuz mutluluk tasarımının tümüyle belli bir zaman parçasının, yani kendi varlığımızın akışının bizim için yalnızca bir kez öngörmüş olduğu zaman parçasının rengini taşıdığıdır. İçimizde kıskançlık uyandırabilecek mutluluk, yalnızca soluduğumuz havada vardır, konuşmuş olabileceğimiz insanlarla, bize kendilerini vermiş olabilecek kadınlarla söz konusudur. Başka deyişle, mutluluk tasarımı içerisinde, kaçınılmaz olarak, bir tür ilahi kurtuluşun titreşimleri de vardır. Tarihin konu edindiği, geçmişe ilişkin tasarım için de bu, böyledir. Geçmiş, kendisini kurtuluşa yönelten gizli bir dizini de beraberinde taşır. Zaten bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur? Kur yaptığımız kadınların hiçbir zaman tanıyamadıkları kız kardeşleri olmamış mıdır? Böyleyse eğer, o zaman geçmiş kuşaklarla bizimkisi arasında gizli bir anlaşma var demektir. O zaman demektir ki, bizler bu dünyada beklenmişiz. O zaman, bizden önceki her kuşağa olduğu gibi, bize de zayıf bir Mesih gücü verilmiştir ve bu güç üzerinde geçmişin de hakkı vardır. Bu, bedeli ucuz ödenebilecek bir hak değildir. Tarihsel maddeci, bunu bilir.” (3)

Sanatın özelliklerinden biri olsa da varlığından erinç duyma hâli mitlerde de bu durum vardır. Bir kutsanmayı dayatırken diğer yandan varlığından erinç duymayı da görürüz. Bu haz aynı zamanda güzelin yarattığı hazdır.

Kalsın benim davam mahşere kalsın. Böyle der Pir Sultan. Bir mahşer gününe inanış, kendi tersinmesini de içinde taşır. Bir Mesih bekleme veya bir Mesih’e gönderme yapma hikâyesini. Mesih sözcük olarak Türkçeye çevrildiğinde istenilen anlamda bir nesnelliği karşılamıyor. Daha doğrusu, Benjamin’in ifade etme istediğini tam karşılaşmıyor. Böylece önümüze açılan bir mistik öğeye dönüşüyor. Bizde Mesih dediğimizde, Hz. İsa ile karşılaşırız. Mehdi dediğimizde ise Alevi inancında Hz. Ali ile karşılaşırız. Fakat toplumların içine yerleşmiş böyle bir bakışı sadece dinsellikle açıklamak ne kadar doğrudur? Ruhların ölümsüz olduğu anlayışı veya ruh göçü anlayışı Güneş tapıncına dayalı toplumların çoğunu etkilemiştir. Bunun dinsel dokusu kadar sosyal alanda işlevi de önemlidir. Zaten Benjamin’in bahsettiği de biraz da budur.

Sözcüğü kurtarıcı olarak çevirseydik biraz dinsel ayağından kopacaktı. Doğu toplumunda bir kurtarıcı bekleme hikâyesi çoktur. Çoğu kereler ise bunu bir edilginliğe, dinsel inanca saplanış gibi görürüz. Denizler kendilerini “fedai” olarak ifade ederdi. Ölümler ve ölümlerden sonra bu inancın yaratmış olduğu hakikat karşısında, halkın sel gibi devrimci saflara katılacağı inancı vardı. Direk baktığında bunun mistik bir bakış açısı olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Fakat bu olgunun diğer yanı ise toplumu ve toplumsal tarihi sahiplenmedir. Benjamin’e dair yapılan açıklamayı tek yanlı algılamamak lazım. Aslında Benjamin’in işaret ettiği olgu, yüzyıllardır devam eden Mesih, fedai kültürüdür. Kendisi bu durumu bir kefaret anlayışıyla açıklamak istemesi de bu durumda kendi içinde dinsel göndermeleri taşır. Fakat toplumsal olaylara ve sosyal yapıya baktığımızda farklı bir durumla karşılaşırız. Bu göndermenin bütün mistik ve dinsel öğelerinin dışında. Kefaret sadece dinsel değildir. Bir toplumsal durum ve ata kültürüdür. Bu insani bir durumdur, toplumlardaki birlik ve bütünlük güdüsüyle bağlanma güdüsüdür. Sorun bu bağlanma güdüsünün siyasal yapılarda oluşturulması ile ilgilidir. Tarihsel olarak var olan bu durum toplum içinde nasıl canlı tutulabilir sorunudur.

Bütün bunların ötesinde, mit ve sanat bin yıllardır devam eden bu Altınçağ özlemiyle (ilkel komünal toplum) var olan isyancı toplumlara dair göndermelerle doludur… Bunu sadece mistik bir öğe dinsel kalkışma olarak görmek yeterli olmayabilir. Bu anlamda mit ve mistik olguların toplumsal karşılığı da önümüzde farklı bir şekilde şekillenir. Mitin ve mistik öğelerin toplumsal karşılıkları üzerine düşünmek gelecek toplumun mitsel, mistik dokusunu ve ütopyalarını da düşünmekle iç içedir. Geçmiş bize mitsel ve mistik öğeleri ile geldiği gibi gelecekte mitsel ve mistik olgularla devam edecektir. Toplumsal yapıların içinde mitsel ve mistik öğeleri ayrıştıramayız. Bunları görürüz ama bunların yerine, yine bunlarla bağıntı içinde ve sömürü sistemini yok edecek yeni mitsel ve mistik öğeler katarız. Katmalıyız da. Zaten sanatın ve kültürel mücadelenin önemi de bu anlamda ortaya çıkar.

Kurtarıcılık fikri, bütün bu dinsel söylemlerin ve mistik öğelerin dışında insanın insana duyduğu aidiyet ile ilgilidir. Bu fikri insanın içinde nasıl çıkarıp atabiliriz. Bir dine, millete, ırka bağlanmadığı sürece, (geçmişte bu yapılıyordu) insanı sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada birliği ve bütünlüğü sağlar. Zaten bu fikrin kendisi insana duyulan aidiyetin dayatmasıyla, birlik, tamlık ve bütünlük anlayışının evrensel olmasını sağlar. İnsana ve insanlığa güven bu öğenin yaşatılması ve toplumsallaşmasıyla iç içedir.

Unutmayalım, tamamıyla aydınlanmış bir insanlık olmayacaktır. Aydınlanmanın dayandığı bu algıda kendi içinde mitsel ve mistiktir.

Biz sanat eserine yönelirken söz ile gerçeklik arasındaki ilişkiye bakarız. Bunun yanında sözün estetik nesneye dönüşmüş hâli de bakışımızı etkiler. Bu durum sadece günümüz sanat alanını kapsamaz. Bütün sanat alanını kapsar. Mitolojiye de buradan bakarız, Orta Çağ sanatına da. Yine de mitlerin yarattığı hale önemlidir. Sanatın işlevi ve doğuşunu anlamak için daha çok tartışacağız. Sözü Ömer Naci Soykan’dan bir alıntı ile kapatalım.

Felsefe için ideler ne ise, mitoloji ve sanat için Tanrılar odur. Mitoloji Tanrıları real olarak algılarken, sanat onları ideal biçimler olarak ortaya koyar, felsefe de salt ideler olarak kavrar. Mitolojinin Tanrılarla gösterdiği ilk-örnek, felsefe için hakikatin ilk örneği olarak mutlak olan iken bu, sanat için güzelliğin ilk-örneğidir.’) Mitoloji, felsefe ve sanat için yalnızca kendisinden malzeme alınan bir kaynak değil, aynı zamanda varlıksal bir temeldir. Mitolojinin böyle bir temel olarak görülmesi, onun evrensel ve sonsuz bir ka­raktere sahip olması demektir. Bunun anlamını Schelling açıkça şöyle dile getirir: ‘O [mitoloji], yalnızca şimdiki olanı veya geç­mişte olanı da ortaya koymak zorunda olmakla kalmaz, aynı za­manda geleceği de kavramalıdır.’ Mitolojinin böyle ebedi bir karaktere sahip olması, onun dolaysız ifadelerinin ilk örneksel dünyaya dayanmasındandır. Bu dünyada geçmiş ile gelecek birdir.” (4)

Ancak felsefeye ve sanata sunulan bir olanağın altını çizmek istiyoruz. Mitolojinin oluşturduğu bu zemin, felsefe için ideleri, sanat için hem ideleri hem de figürleri verir. Felsefe ideleri kavramlarla ifade ederken, sanat onları somut biçimler olarak ortaya koyar.(5)

N O T L A R

Bu yazı, MayaDergi On’da yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

(1) James David, Lewis Williams, Mağaradaki Zihin, YKY Yayınları.

(2) Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin, Yannis Ritsos, Can Yayınları, Çeviri- Cevat Çapan

(3) Walter Benjamin, Pasajlar, YKY

(4) Ömer Naci Soykan. Türkiye’den Felsefe Manzaraları, 3. Mitos Nedir, İnsancıl Yayınları

(5) Ömer Naci Soykan. Türkiye’den Felsefe Manzaraları, 3. Mitos Nedir, İnsancıl Yayınları

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar