Memleket Hikayeleri

Refik Halid Karay, eleştirel gerçekçi bir yazar. Öykülerinde; toplumsal yapıya, koşullara, bürokrasiye, insana (köylüye), inanca… nesnel, eleştirel bir yaklaşımla, gerçekçi bir biçimde eğilir.

Toplumun Aynası

Lenin, Tolstoy için, “Rus devriminin aynası.” der. Benzer bir deyişle, Refik Halid Karay’ın Memleket Hikâyeleri* için, Osmanlı’nın son döneminin –Türk toplumunun, Anadolu insanının- aynasıdır, diyebiliriz.

Memleket Hikâyeleri, kitaba sonradan eklenen 1947 tarihli Garaz öyküsü dışında, Osmanlı’nın son döneminde (1908-1919) yazılmıştır. Bu dönem çalkantılı bir dönemdir. İkinci Meşrutiyetin ilanı, 31 Mart Vakası, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı, İstanbul’un İşgali, Mütareke’nin ilk yılları… Bu dönemde yaşanır.

Refik Halid Karay, ele alıp işlediği insanı, toplumsal koşullar içinde anlatır. Dolayısıyla, Memleket Hikâyeleri, son dönem Osmanlı’nın insani, toplumsal/sosyal durumuna bir ayna tutar.

Savaşların Yarattığı Yıkım

Savaşlardaki yenilgiler, Osmanlı toplumunda bir yıkım yaratır. Bu yıkımın yansımasını veya izini “Garip Bir Hediye” ile “Bir Saldırı” öykülerinde belirgin bir biçimde görürüz.

“Bir Saldırı” öyküsünde, yoksul düşmüş eski bir asker, açlığa, umutsuzluğa dayanamayarak, Hayrullah Efendi’yi kuytuda tehdit edip “gasp” eder. Hırsızlık yapmak zorunda kalan eski asker, gerçekte, “namuslu bir aç adamdır.” Hayrullah Efendi’nin cüzdanında daha çok para olmasına karşın, o sadece gereksinim duyduğu oranda parayı alıp kaçmıştır.

Öyküde yazar, “hırsızlık”/”gasp” eyleminin ardındaki toplumsal gerçekliği gösterir okura.

“(…) mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felâkete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlâk ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.

Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada kârına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl göğsünü; o işin rahatça görülmesine, tâ uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi. (…)”

“Garip Bir Hediye”ye geldikte… Bu öykünün ana karakteri olan Feridun, yoksul düşmüş eski bir askerdir. Feridun, kendini çaresiz duyumsadığı bir zamanda, aklına, bir Yahudi tüccarın ona hediye ettiği “traş fırçası” gelir. Yaşamını kurtarmasının karşılığı olarak verdiği bu hediye için; “Değerlidir, kadrini bil, sakın atma, zamanında işe yarar!” demiştir, tüccar.

“(…) Fırçayı almış, bir tarafa atmış, hatta bavuluna koyarak, savaşta, esirlikte, üç sene sürekli kullanmış; değeri olacağını hatırına getirmemişti. Fakat bugün uzun bir savaş, bir esaret ve felâket devresinden sonra İstanbul’a dönüp de yarı sakat, işsiz, parasız kalınca ve bütün malını, eşyasını elinden çıkarıp bir dilim ekmeğe muhtaç bir hale düşünce bu olayı ve Yahudi’nin sözlerini hatırlamış, sonunda işte gelip fırçanın kıymetini sormuştu. (…)”

Ne var ki, “Fildişi saplı, nakışlı, işlemeli” “traş fırçası” değersiz çıkar… Canının sıkıldığı, Yahudi tüccarın ona yalan söylediğini düşündüğü bir anda, tutup fırçayı bir taşın üzerine atar Feridun. Parçalanan fırçasının içinden iki elmas çıkar…

Feridun, sonradan öğrenir, bazı insanların “gümrükten mal kaçırmak için” bu yola başvurduklarını.

Tutsaklık, İşgal

 “Kuvvete Karşı” öyküsü, emperyalistlerce tutsak alınmış Osmanlı’nın içler acısı durumunu gösterir. Öyküde emperyalizm, taşkın davranışlarla insanları rahatsız eden “Amerikan gemiciler” üzerinden gösterilir. “Amerikan gemiciler”, “(…) hükümetin güçsüzlüğünden acımasızca yararlanıyorlar, bu güçsüzlüğün hükmünde yaşayan insanları hiç, bir hiç sayıyorlardı.”

Bu durum, birçok insanda, onlara karşı bir düşmanlık duygusu oluşmasına neden oluyor. “(…) bu koca adamları tokatlamak ihtiyacıyla yanan, bükülen eller kuvvete karşı, ezilmek korkusu içinde, hareketsiz kalıyordu.” 

“Amerikan gemiciler”e karşı tepki duyanlardan biri de, öykünün ana karakteri olan Suphi’dir. Suphi, ülkesinin içinde bulunduğu duruma üzülür, işgalcilere karşı bir tepki duyar. “Gayrimüslim” kız İzmaro’yla gittiği tiyatroda Amerikalıların taşkınlıklarını görür ama eli kolu bağlanmış bir esir gibi duyumsar kendini. “Biz diyordu, şimdi burada ağıla çekilmiş bir koyun sürüsü gibiyiz; bu gemiciler köyün meyhanesinde şişeleri doldurup ahırımızda eğlentiye hazırlanan eşkıya çetesine benziyor; (…)”

 “Şimdi tiyatro gözünden silinmişti. Ücra dağlar başında siyah kiremitli bir karanlık ağıl görüyordu; dışarıda şimşekler, yağmurlar vardı; içeride ıslak, yorgun hasta koyunlar, başlarını birbirinden çevirmişler, uyumak istiyorlardı. Ta kenarda kocaman bir ateş yanıyor, kötü giyimli birçok adam yaygaralar kopararak tanımadığı vahşi bir dille türkü söylüyorlardı. Yukarıda, otlak bir yataklık üstünde vücudu gölgelere karışmış ihtiyar bir çoban, eşkıyaların yaktığı ateşin ışığıyla yüzü tutuşmuş, söküklerini dikiyordu.”  

Yazar, Suphi’nin öznel uzamı üzerinden tutsaklığı, işgali gösterir okura.

Yozlaşma, Yabancılaşma

“Şeftali Bahçeleri” öyküsü, tekil bir kasabayla buradaki memurlar üzerinden, Osmanlı bürokrasisinin nasıl bir tembelliğe düştüğünü, devletin kurumsal olarak nasıl yozlaştığını gösterir. Buradaki memurlar, işini gücünü boşlamış, bencil bir yaşantının, “zevk-ü sefa”nın rahatlığına kaptırmıştır kendini. Bu durumun yarattığı ortam, çalışkan veya çalışmak isteyen insanı da tembelliğe itmektedir. Öyküde bu durum, ana karakter Agâh Bey üzerinden gösterilir.

Agâh Bey, yeni “Yazıişleri Müdürü” olarak kasabaya gelir. İdealisttir… “(…) Memleketi kaplayan tembelliği, durgunluğu (…)” anlamakta zorlanır. “Bu uyuşukluk, bu kayıtsızlık ne?” diye sorar.

Agâh Bey, herkesten farklı olarak, çalışkan bir memur, “Avrupa’lı bir hükümet adamı” gibi olacağını düşünür. İlk başta, diğer memurların “Şeftali Bahçeleri”ne eğlenmeye çağrılarına karşı kor. Bu durum onu yalnızlığa iter… Kasabayı hareketlendirmek, geliştirmek için sunduğu öneriler, ödenek azlığı, diğer memurların tembelliği yüzünden sonuçsuz kalır. Gitgide umutsuzluğa düşer.

Çok geçmeden, yüreğindeki hizmet ateşi sönmeye başlar… Memurların eğlenme çağrılarına bu kez karşı koyamaz; o da diğerleri gibi kendini kaptırır bu “zevk-ü sefa”ya. İçine girdiği “ortam”, yavaş yavaş onu da tembelliğe, gevşekliğe alıştırır. İlk geldiği günlerdeki tasarımlarını, düşüncelerini anımsadıkça; “(…) nargilesini gürleterek gülümsüyor, (…) ‘- Toyluk, ne yaparsın? Diyordu.”    

Osmanlı bürokrasisindeki yozlaşmayı gösteren bir diğer öykü de “Boz Eşek” öyküsüdür. Öyküde köylüler, köye yakın bir yerde, yere öylesine yatmış yaşlı bir adam bulurlar. Eşeğini de alıp “konuk odası”na getirirler. Mekke’ye gitmekte olduğunu öğrendikleri yaşlı adam hastadır, ölmek üzeredir. Ölmeden önce köylülerden; “kemerinde dizili sekiz altınıyla boz eşeğini” Mekke’ye “vakfettiğini” söyler.

Köy muhtarı Hüsmen hoca ile köylüler, yaşlı adamın bu son isteğini nasıl yerine getireceklerini düşünür. Konuyu kadıya açarlar. Kabak Kadı, Mekke’ye gönderilmek üzere altınlarla boz eşeği alır. Köylüler, “emanetler”in Mekke’ye gönderileceğinden emin dönerler köylerine. Ne var ki bir yıl sonra, boz eşeği Kabak Kadı’nın altında pazardan geçerken gören muhtar Hüzmen hoca sarsılır.

Halkın malını, mülkünü, hukukunu gözetlemekten sorumlu olan kadı, ona “emanet” edilen malı, kendi malı olarak sahiplenmiştir.

Yazar, insanın insana yabancılaşmasını “Sus Payı” öyküsünde gösterir.

İşçibaşı Hasip Efendi, fabrika sahibine, işçi kız “Fotika”nın öldüğünü söyleyince; “Fotika mı, (…) o da kim?” diye sorar. Bu soru, patronun işçisine yabancılaşmasını gösterir.

Hasip Efendi’nin “sus payı”yla, fabrikanın sağlıksız çalışma koşullarının işçi kızların ölümüne yol açtığı gerçeğini görmezden gelmesi, bir yabancılaşmadır.

Geride kalan işçi kızların, sağlıksız çalışma koşullarına karşı bir savaşım verip yabancılaşmayı kırmak yerine, ölen işçinin rahat çalışma yerine geçmek için kendilerini işçi başına beğendirmeye çalışması bir yabancılaşmadır.

“Garaz” öyküsüne geldikte… Bu öykü, paranın, zenginliğin insanı nasıl yozlaştırdığını bir aile özerinden gösterir. Öyküde genç kız Nebile, zenginlikle birlikte gösterişli bir yaşama sürüklenir. Öyle ki, zamanla bu yaşam biçiminin bağımlısı olur. Anasını babasını beğenmeyen bir görgüsüze dönüşür.

Babanın işleri ters gidince, zenginleşmeyle aldıklarını birer birer satmaya başlarlar. En sonu gerisin geri kasabanın yolunu, eski yaşama geri dönerler. Bu dönüş, Nebile için bir yıkım olur. Bu yıkıma neden olarak gördüğü babasına karşı “bir kin, bir garaz” duyar.

Anadolu Köylüsü

Memleket Hikâyeleri, Anadolu köylüsünü hem pratik hem de düşünsel boyutunu tipik boyutlarıyla gösteren bir yapıt. Bu iki boyutu, özellikle, “Yatır” ile “Boz Eşek” öykülerinde görürüz.

“Yatır” öyküsünün ilk dört tümceöbeği, Anadolu köylüsünün durumunu tipik yönleriyle gösterir. Köylüler, bütün yazı kışa bir hazırlık olarak geçirir. Kışlık yiyeceğini, içeceğini, yakacak odununu istifler. “Yenecek ve yakacak ne gerekse (…) hazırlamak, soğuk aylara kaygusuz bir düşünce, rahat bir yürekle girmek memleketin geleneğiydi. (…) Dolu ambarları ve tavana kadar yetmiş odunluklarıyla vücutlarının, ocaklarının yiyeceğini hazırlamış olan bu halk, kahvelere dolarak vakitlerini nargile höpürdetmek, öksürükler, tıksırıklarla sık sık kesintiye uğrayan anlamsız sohbetlere dalmakla geçirirdi.”

“Dışarıda ister kış bir sonbahar gibi ılık geçsin, (…) ister kar bir adam boyu yığılıp yolları örtsün, (…) onlar iri saç sobaların nar gibi kızardığı kahvelerde toplaşarak, (…) kendi evrenlerinde kaygusuz yaşarlar, öz sınırlarından ötesini düşünmezlerdi.” 

“Yatır” ile “Boz Eşek” öyküleri, köylünün düşünsel boyutunun, metafizik/dinsel/mistik düşünüş biçimiyle örülü olduğunu gösterir. Her iki öyküde de dinsel inancın köylüler üzerindeki etkisini görürüz. “Yatır” öyküsünde ayrıca, batıl inancın köylüyü nasıl bir açmaza sürüklediğini gösterir. Odun sorununun işlendiği öyküde, köylüler, odun gereksinimlerini, kendilerine dört saat uzaktaki “Maslaktaki orman”dan değil, on sekiz saat uzaklıktaki ormandan karşılarlar. Bunun nedeni, “Maslaktaki orman”da bir yatırın, “evliya mezarı”nın olduğu inancıdır.

Batıl/Mistik İnanç

 “Yatır” ile “Boz Eşek” öyküleri, Anadolu köylüsünün batıl/mistik inançların boyunduruğunda yaşadığını gösterir.

“Yatır” öyküsünde, odun sorunu yaşayan köylülerin, odun gereksinimlerini, kendilerine yakın “Maslaktaki orman”dan değil, çok uzaktaki ormandan karşıladıklarını, neden olarak, “Maslaktaki orman”da bir yatırın, “evliya mezarı”nın olduğu inancını belirtmiştik. Gerçektende köylüler, “Mescidin minderini yakmakla bu ormanın ağacını kesmek arasında bir fark” görmez.

Öykünün ana karakteri İlistir Nuri, bu konuda, köylülerinden farklı düşünür. Bu farklı düşünüşün maddi nedeni, Nuri’nin hamam işletiyor olmasıdır. Odun sorunu, onu, diğer köylülerden daha çok etkilemektedir. Bu konuda bir çözüm bulamazsa, tarlalarını satmak zorunda kalacaktır.

Kurnazca bir düşünüşle, gördüğünü savladığı bir rüyayı gündeme getirir. Rüyasında Maslaktaki evliya;“Yatırlar karanlık, nemli yerlerden, en çok da çam kokusundan hiç hoşlanmazlar.” demiştir.

 Nuri, köylülerce yarı ermiş olarak görülen, aksakallı, yeşil sarıklı, sofu bir adam olan Abdi Hoca’ya konuyu açar. Gördüğünü savladığı rüyanın kendisine “malum” olup olmadığını sorar. Abdi hoca, hayır diyemez. “(…) bilmez görünmek dal budak salan adına ta dibinden bir balta vurmak demekti… İyisi mi, baltayı ormana (…)” vurmaktı…

Abdi Hoca’nın emriyle, köylüler, “dinsel bir boyun eğişle ve sevinçle” kesmeye başlar ormanı…

Yazar, batıl inancın etkisi altındaki köylülerin içine düştüğü çelişkiyi gösterirken, aynı zamanda “ermiş” kılıklı hocaların sahtekârlıklarını da gösterir.

“Boz Eşek” öyküsünde ise, mistik inancın gerçekler/gerçeklik karşısındaki dayanıksızlığını görürüz.

Köylüler, Mekke’ye götürülmek üzere, eşeği kadıya teslim etmiştir. “(…) merkebin ikramlar göre göre, (…) yüksüz ve sıkıntısız ta Hicaz’a kadar gideceğine, orada zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hatta Hüsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, inancı pekişmişti.”

Ne var ki, bir yıl sonra, boz eşeği Kabak Kadı’nın altında pazarı geçerken gören Hüsmen hoca sarsılır…

Ahlak Sorunu

Ahlak sorunu, “Yatık Emine” öyküsünde ele alınıp işlenir. Yazar, bu öyküde, toplumun ahlak anlayışını sorgular. Bu sorgulamada, “genel ahlak” anlayışının yozluğunu gösterir.

Öykü, “Ahlaksız olan kim?” sorusunu sorar. Bu soruya yanıt olarak, kasabalılar, “uygunsuz takımından” Yatık Emine’yi ahlaksız olarak görürler. Emine’nin “kasabanın genel ahlakını” bozduğuna inanırlar.

Kasabalıların bu bakışına karşın, öykü bize halkın ahlaksızlığa battığını, vicdandan, acıma duygusundan yoksun olduklarını gösterir.

Kasabalılar, Yatık Emine’nin kasabalarına getirilişinden rahatsız olurlar. Ona ev vermekten kaçınırlar. Cezaevinde tutulduğu sırada ona dayak atarlar. Odacının karısı, evlerinde kalan Emine’yi bir “bohça” gibi dışarı atar. Jandarmalar, tekme, kamçı zoruyla onu hastaneye götürürler. Burada, “Daha iki saat önce, içinde ölü yatan temizlenmemiş bir yatağa” sokarlar onu. Hastaneden çıkartıp, kasabanın dışında “en izbe” bir yerinde, içi bomboş bir evde, tek başına kalmaya zorlarlar onu. Arzuhalci ile Gürcü Server dışında, tüm kasabalılar ona kaba davranır. Delikanlılar evinde onu rahatsız eder. Kadınlar, evindeki birkaç eşyayı yağmalar. Aç kalan, güçsüz, bitkin düşen Emine’ye laf atıp, gülerler. Teğmen’in hesabına alacağı ekmeği, fırıncı “verdik ya” diyerek, vermemeye başlar. Fırından ekmeği kapıp yemeye başlayan Emine’ye çıraklar saldırır. Ağzındaki lokmayı bile almaya çalışırlar. Çavuş ile arkadaşları, Emine’nin evini basarlar. Fakat onu soğuktan donmuş bulurlar. Amaçladıkları ahlaksızlığı gerçekleştiremedikleri için üzülürler…

Sus Payı

 “Sus Payı” öyküsü, yazınımızın ilk işçi öyküsü olarak bilinir.

Öykü, Bursa’da Saatçioğulları İpek Fabrikası’nda geçer. İşçiler, özellikle genç kızlar, burada, olumsuz çalışma koşullarında çalışırlar. “Üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen, tazeliğinden, kızlığından, gözlerinin parıltısından her gün bir zerre kaybederek (…)” çalışan genç kızlar, çok geçmeden hastalanıp ölürler.

Ölen işçilerin cenazeleriyle ilgilenen Papaz, genç kızların ölümüne fabrikanın neden olduğunu görür. İşçibaşı Hasip Efendi’ye, Avrupa’daki çalışma koşullarının (İşçilerin verdiği savaşımla) daha uygun olduğunu, devletlerin ona uygun düzenlemeler yaptığını, buna karşın, burada bir kayıtsızlık yaşandığını, fabrika sahiplerinin var olan durumun sürmesinden yana olduklarını söyler.

Diğer kızlar gibi, ölen eşine benzettiği, sevdiği kız Fotika’nın da hastalanıp ölmesi, Hasip Efendi’nin fabrikanın çalışma koşullarına, patrona, devlete (yöneticilerine) karşı bakışını değiştirir. Ölümlerden onları sorumlu tutmaya başlar.

Fabrika sahibi Saatçioğlu Hidayet Bey’e; “- Onu burası, bu fabrika öldürdü; her yıl bir iki kurban veriyoruz, günahını çekeceğiz.” deyince; “- Biz ne yapabiliriz, hastalık, vakti gelmiş!” diye yanıt verir patron. Üstelediğini görünce; “- Çok hiddetlenmişsin, Hasip Efendi, (…) yarın akşama konuşuruz; ben sana maaşına dair iyi bir haber getirecektim…” deyip, konuyu kapatır.

Hasip Efendi, yatışınca, patrona karşı takındığı duruştan pişmanlık duymaya başlar. Kısa süre sonra da maaşı artar.

Bir zaman sonra, fabrikaya dönmekte olan Hasip Efendi, bir ölü evine yetişmek için koşuşturan Papaz’la göz göze gelir. “(…) Hasip Efendi birden Fotika’sını düşündü, onu daima sevdiğini anlayarak, geçmiş günleri hatırladı; sonra kendisini bu aşka rağmen fabrikaya bağlayan kuvveti, artan maaşının ağırlığını düşündü. Bu bir sus payı idi. İşte susuyordu; hâlbuki onun acımasız ve kuvvetli etkisi altında değil yalnız kendisi, asıl daha yüksektekiler susmuşlardı; daha yükseklerde bile etkisini gösteren bu önlem; sermaye sahiplerine altın, mezarlara ölü yetiştiriyordu.”

Son Söz

Refik Halid Karay, eleştirel gerçekçi bir yazar. Öykülerinde; toplumsal yapıya, koşullara, bürokrasiye, insana (köylüye), inanca… nesnel, eleştirel bir yaklaşımla, gerçekçi bir biçimde eğilir. Toplumsal yaşamdaki, insandaki çelişkileri gösterir. Bu anlamda, Memleket Hikâyeleri için, gerçekçi, güzel bir yapıt diyebiliriz.

N O T

Bu yazı, MayaDergi Beş’te yayınlanmıştır. Derginin ilgili sayısına buradan ulaşabilirsiniz.

* Memleket Hikâyeleri, Refik Halid Karay, İnkılâp Kitabevi

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Sanatta Mit ve Ütopya" dosya konulu onuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar