Mustafa Güçlü’nün şiiri geçmiş biçimin sorgulanması ve bu sorgulanma üzerinden yeniden üretimine dayanır. Güçlü çağrışımlar, zıtlıklar ve metaforlar üzerinden şekillenir. Fakat bunun dışında gündelik konuşulan dili ve şiirde imge alanının sorgulanması vardır.
“Goethe’nin Elective Affinities’ine (*) yazdığı giriş paragraflarında anlattığı üzere, bir sanat ürününün iki yanı vardır: aradığı ve iletmek istediği hakikat (truth content) ve işlediği konu (subject matter). Sanat ürününün peşinde olduğu hakikat, işlediği konu ile ne denli derinden ve ne denli incelikle bağlanabilmişse sanatın koşullarına o denli uyulmuş olur. Sanat ürününün zaman karşısındaki kalıcılığı da buna bağlıdır. Ürünün realia’sı ortadan kalkmış bile olsa, zaman içinde, yeni yeni okuyucu kuşaklarının bu realia’ye ürünün metninde tekrar tekrar bulabilmeleri de buna bağlıdır.
Ürünün peşinde olduğu hakikat öğesi ile, ürünün konusu, Benjamin’e göre zaman içinde birbirlerinden ayrılırlar. Hakikat öğesi, zaman yaşanıp geçtikçe başlangıçtaki saklılığını korur; hatta, daha da arttırır. Konu da ilgi çekiciliğini sürdürür, arttırır. Eleştirmen, işine önce konunun yorumlanması (interpretation) ile başlamalıdır. Eleştirmen, işini yaparken, bu nedenle bir paleograf gibi çalışmak zorundadır. İncelediği “parşömeni” her şeyden önce okumak ve bu okuduğunu yorumlamakla işe başlamak zorundadır. Eleştirel değerlendirmenin, ya da eleştirel yargının kendi ölçütleri ise, ancak, bu metin üzerindeki ilk yorumlamalardan sonra işe katılabilir. Bu ölçütler ise şunlardır: sanat ürününün kalıcılığını sağlayan içindeki hakikat öğesi mi, yoksa anlattığı konusu mu olmuştur? Ürünün, hâlâ parıldayan hakikat öğesi konusu yüzünden mi varlığını sürdürebilmiş bulunmaktadır? yoksa, ürünün konusunun varlık sürdürmesini sağlayan, sanat ürününün insan açısından sezip yakalayabildiği hakikat öğesi mi olmuştur? Zaman içinde bu ikisi birbirinden ayrılmış olacakları için, geçen zamanları aşabilmiş bulunan her sanat ürününde ölümsüzlüğü sağlayan bunlardan biri ya da diğeri olabilmektedir. Ölümsüzlüğü, ayrı ayrı, bunların ikisinin de belirleyebilme şansı ortaya çıkmaktadır, geçen zaman boyunca. Bu bakımdan, Walter Benjamin’e göre, bir sanat ürününün tarihi onun eleştirisinin oluşumunu sağlayan temel nitelikte bir öğedir. Eleştiricinin gücünü, ‘tarihsel mesafe’ azaltmaz, arttırır.
Sanat ürünü, ölülerin yakıldığı bir ateş olarak düşünülecek olursa, zamanın bize getirdiği herhangi bir sanat ürünü üzerine yorumculuk (commentator) yapan bir eleştirmen, eleştiri işini basite indirgemiş olacak ve bir kimyacı olarak kalacaktır yalnızca, Eleştirmenlik ise simyacılık gibidir. Kimyacıya, bu kutsal ateşten yalnızca yanmış odun parçacıklarıyla küller, kalacaktır. Simyacıya gelince, o, bunların peşinde değil; yanan, yanmış bulunan ve hâlâ yandığını gördüğü alevin peşindedir. Alevi yorumlayabilmenin tutkusundadır simyacı eleştirmen. Alev, yanan odunlardan sonra da; küller oraya buraya savrulduktan sonra da varlığını sürdürecek olan hakikattir. Yaşamış-olan sanatçının, bir insan olarak yaşamış oluşunun bıraktığı bu hakikat ise çözümlenmesi hiç kolay olmayan bir enigma’dır, bir bulmaca-izleğidir. Bu nedenle, gerçekten eleştirmen olmak isteyen biri, bir simyacı gibi realiten eleştirmen olmak isteyen biri, bir simyacı gibi real-olan’ın geçici ve yok olabilen öğelerini işte bu sönmeyen alevin dile getirdiği hakikat’in kalıcı altınına dönüştürmek, buna çalışmak durumundadır. Alışılmış edebiyat eleştirmenliği, bu nedenle, yapılması gereken böylesi bir eleştirmenlik zenaatından henüz çok uzaktır. Benjamin, eleştirmenlik zenaatında: bu kendi yolunu izlemekten hiç vazgeçmemiştir.” (1)
Bu geniş alıntı ile başlamamın nedeni Mustafa Güçlü’nün şiirini anlamak ve anlamdırmak için. Güçlü’nün şiiri ilk başta var olan tarihselliği içinde şiirin ve şiir sanatının sorgulanmasına dayanır. Bu anlamda şiir üretimi ve özgünlük birincil öğedir. Özgünlüğü kendisi diğer yandan şiir sanatı ve sınıf mücadelesi gerçekliğine dayanır. Doğal olarak bir mükemmeliyetçilikten bahsetmiyoruz. An içinde şiirin nasıl üretilmesine dair bir sorgulamadan bahsediyoruz.
Mustafa Güçlü’nün şiiri geçmiş biçimin sorgulanması ve bu sorgulanma üzerinden yeniden üretimine dayanır. Güçlü çağrışımlar, zıtlıklar ve metaforlar üzerinden şekillenir. Fakat bunun dışında gündelik konuşulan dili ve şiirde imge alanının sorgulanması vardır. Amaç daha çok dilin olanaklarını zorlamak ve şiirin daha zengin sözcüklerle kullanılmasını sağlamaktır. Böylece kendini kısıtlayan ve tekrara düşen şiirden sıyrılmak ve az sözcüklerle kurulu şiirlerin kalıplaşmasına karşı bir mücadele etmek üzerine kuruludur.
Fakat bu kadar demek yeterli olmayabilir. Diğer yandan modern toplumla birlikte unutulmaya meyillenen şiir ve şarkı diyalektiğinin üretimi de vardır. Şiir zaten ne için üretilir. Bir yanı kulaklarımızda ezgiyle çalkalanan söz diğer yanı ise şarkılaşmadır. Bu iki yan olmadan şiir kuru ve yaşam sevincini yitirmiş gelir bize. Sözün şarkıya dönmüş hâli yoksa, şiire ne gerek?
Şiir müzikten ayrı doğmamıştır. Şiir ile müzik arasında bir paralellik vardır. Şiirde ezginin olmaması tarih boyunca düşünülmeyen bir durumdur. Fakat modern edebiyat ile birlikte şiirle müzik arasındaki bağ kopmuştur. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır. Önemli nedenlerinden birisi şiirin şova, şaşırtmaya ve reklam, manşet anlayışına doğru yol almasıdır. Böylece şiir müziğe bağlı gelenekten kopmuştur. Bu anlamda Mustafa Güçlü, müzik formuna yakın oluşturduğu özgün biçimle yeniden şiirle müzik arasındaki bağı kurmaya çalışıyor.
Fakat bu metaforlar, çağrışımlar, zıtlıklar sınıf savaşımının şekillendiği tarihsel konuma yöneliktir. Sınıf bilincinin oluşması bu çağrışımlar ve metaforlar üzerinden şekillenir aynı zamanda. O zaman Güçlü’nün şiirine daha dikkatli bakmanın zorunluluğu çıkar ortaya.
SIRÇADAN TANRIÇA
Yabanıl sokaklar, bıçaklar büyüyor
sincaplar, ormanlar büyümüyor hiç
yüzünden indirdim kinden alkışını
kurşun sızıyor, Celali takviminden
geride çağ yakımı yoldaşların düşü
gövdesi devasa, sırçadan tanrıçalar.
Mitos tükenmeyen halkların direnci
çimentoda, arsız büyüyen kâr hırsı
ölümüne sevdiğimiz kıyılarda saka
deve çanında, kanıyla sınanan geçiş
Tamil gibi bakıyor sökülmüş halklar
öldürmekle tükenmiyor dağların ardı. (2)
Şiirde günceli yakalamak ile pasaj arasında farklılıklar vardır. Sanatta çoğu kereler günceli yakalamak var olan mekân’ın veya an’ın içinde kalmakla şekillenir. Günceli yakalamak için yola çıkan sanatçı, olguların arkasındaki nesnel gerçeği ıskalar. Çünkü sorun günceli yakalamak değildir olguları tarihselliği içinde görmektir. Walter Benjamin’in dediği şekilde anlarsak pasajı, pasajın işlevinin diplerdeki inciyi çıkarmak olduğunu görürüz. Mustafa Güçlü’nün şiiri bu anlamda görüngüleri aşarak, görüngülerin arkasındaki bağıntılar ve nedensellikler üzerinden şekillenir. Bu eylem şiirin nedensellikler ve bağıntılar üzerinden kristalize olmasını sağlar. Bu zor ve yoğun bir sorgulama ve düşünsel emek isteyen bir süreçtir. Fakat sanatçı aynı zamanda bir düşünür gezerdir (flanuer). Benjamin’inin pasajlar arasında gezen flanuer’ini bir mecaz olarak algılamak lazım. O yitirilmiş olanı aramaz sadece, sanat eserlerinin üretimleri sürecinde estetik nesneyi ortaya çıkartan nedensellikleri de arar. Bu yüzden mekâna bağlanmaz, an’ın sürekli dışına çıkmaya çalışır. Ütopyaların ve fantazyaların çıktığı alanda burasıdır.
Unutmayalım; şiir her zaman içinde pasaj olgusunu taşır. Bu ise an’sal olanın ve bir mekâna gömülü olanın, o görüngülerin tarihsel sorgulanması ile yeniden üretimini zorunlu kılar. Bu ise diyalektiğin bir matematiksel bir formüle dönüşmesi eylemidir. Bu üretim ancak yetkin bir sınıf bilinciyle ortaya çıkabilir. Bunun yanında biçim her zaman bir tarihsellikle var olur. Bu tarihsellik algılanmadığı zaman sanat eserinin toplumsal karşılığı da algılanmamış olur.
Günümüzde sanat eserinin kirli halesini belirleyen, şekillenen kültür endüstrisinin oluşturduğu kitle kültürü veya piyasa kültürüdür. Sermayenin sanat simsarları bu anlamda piyasayı yönlendirir ve burjuva düşüncesinin kültürel hegemonyasını sağlar. Bu anlamda biçim piyasaya veya kitle kültürüne uygunluk üzerinden şekillenir. Bu uygunluk ise geçmiş ve kendi içinde albeni yaratmış biçimlerin yeniden üretimine dayanır. Sanat eserinin metalaşması, albeni yaratan biçimlerin tekrarına dayanır. Bu yüzden modern toplumun bir adım ilerisi postmodernizm diye önümüze sürülür.
Postmodernizm dediğimizde kapitalizmin yağmacı ve talancı biçimi neoliberalizmi ve onun sanatı postmodernizmi anlamak lazım. Postmodernizmin yağmacı ve talancı yanı, biçimin yağma ve talanına dayanır. Böylece biçim içinde gizlenmiş olan günümüzde sanat eserinin nasıl ifade edilmesi sorunu, dışarıda bırakılır. Böylece sanat alanında biçimsel bir gelişmeden daha çok bir imaj veya albeni yaratma öne çıkar. Postmodern sanatın yaydığı yağma ve talan diğer yandan toplumsal baskınında ifadesidir. Biçimin yeniden üretimi bu yağma ve talanı ve baskılandırmayı gördüğümüz noktada başlar. Bu anlamda biçimdeki ifade sınıf savaşımını tarihselliği içinde görme piyasanın dayattığı biçimin dışına sorgulayarak çıkarak özgün bir biçim yaratmakla iç içedir.
Bu eylem çoğaltmalardan kaçmak biricikliği korumak ve sanat eserinin yeniden estetik nesne olarak görmekle sağlanabilir. Bu zorlu bir düşünsel emek, diplerdeki inciyi çıkarmaktır. Postmodern sanatın böyle bir anlayışı olmaz. Bu yüzden düşünce amorflaşır, tarihselliğini ve sınıf savaşımına dayalı dokusunu yitirir. Estetik nesne üretimi biter tümekrarlara dayalı teknik bir çalışma piyasa da olumlanır ve kirli bir hale yaratılmış olur. Bu sürecin adı sanat eserinin metalaşmasıdır.
Bu mücadele sanat eserinin simsarların elinden alıp yeniden tarihsel konumuna koyup estetik nesne olarak üretim sorununu önümüze kor. Mustafa Güçlü’nün şiirine ve ürettiği biçimin özgünlüğüne buradan bakmak lazım. Güçlü; sanat simsarlarını merkez almaz, sınıf mücadelesini ve estetik nesnenin bu mücadele sürecinde üretimini merkez alır.
Ege Akdeniz’e yapışıktır. Uygarlık doğuş alanı olarak Akdeniz gösterilse de Ege Akdeniz’in bir iç denizidir. Ege çalkalar Akdeniz’i veya Akdeniz. Çukurova’dan başlayıp Gelibolu’ya doğru var olan yüksek dağlar silsilesinde göçerler yaşar. Toros ve Ege ormanlarında büyüyen göçerler. Mustafa Güçlü’nün şiiri bu göçerliğe ve orman kültürüne dayanır. Akdeniz’de olan hemen duyulur Ege ormanlarında ve Ege’de olan duyulur Akdeniz’den. Çukurova ile Gelibolu arasında kan bağı olduğu gibi can bağı da vardır. Bu kültür bir yandan Karacaoğlan’a dayanır, diğer yandan Kaygusuz Abdal’a ve Avşar boyundan gelen Dadaloğlu kültürü egemendir bu dağlarda. Bir Celali kültürü, isyancı kültürü.
“Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eyler ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet vermiş Fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlum yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir”
Mustafa Güçlü bir yandan bu isyancı kültürüne dayanır diğer yandan devrimci isyan kültürüne. Böylece tarih içinde var olan isyancı gelenek canlı tutulur. Rahatlıkla diyebiliriz ki bütün şiirlerinde bu isyancı geleneği açığa çıkarma ve sahiplenme vardır. Kurtuluş fikri sadece geleceğe dair bir söylemler değildir. Geçmişin sınıf mücadelesinin içinde isyancı bir damar olarak vardır. Bu damarı canlı tutmak aynı her an var olacak devrimci duruma hazır olmaktır. Bu anlamda küskün veya karamsar bir ruh hâlini Güçlü’nün şiirlerinde göremeyiz. Arabesk sızlanmalara ve bireyin kendi içine gömüldüğü romantik söylemleri pek umursamaz. Dış dünyanın sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkardığı gerçeklik yalın ve açıktır. Güçlü’nün şiiri bu nesnelliğe dayanır.
Fakat bu genellemeyi daha geniş görmemiz için bir şiirini koyalım:
NARLARIN ÜLKESİNDE
zakkumların arasından bir yol taşıyor
Granada’ya ikimizi
su sesleri ve güneyin gelini turunçlar
serin avlularda at kişnemesi, dar
geçitlerden
mersin dallarıyla ışık geçişlerinde kısrak
varıyoruz taşın sevgilisi Elhamra’ya
ey Granada şimdi sana yakından
bakıyorum
ateş topları, kılıç seslerinden uzak, nar
ayini
dağı delip gelen su sesleri, reyhan
kokusunda
sonsuzluğa büyüyorum, ihtimal
Lorca’nın kurşunlandığı saatlerde
ey özgürlük kanatlarımı geri ver,
varsın yanayım, kül olayım döne döne
namluların önünde, serçeler uçuşurken
dayanamam takvim yaprağında
dünyayı daraltan sonsuz yok oluşa. (3)
Üsteki belirlenimi açmak için paylaştım bu şiiri. Fakat bu tarz dünya işçi sınıf mücadelesine dair göndermeler çoktur Güçlü’nün şiirinde. Bu anlamda bir enternasyonalisttir.
N O T L A R
1- Ünsal Oskay’ın yazdığı önsözden, Walter Benjamin, Estetize Edilmiş Yaşam.
2- Vedadır Belki, Mustafa Güçlü, Mayko Kültür Yayınları
3- Vedadır Belki, Mustafa Güçlü, Mayko Kültür Yayınları