İç ve Dış Sesler Eşliğinde Değerlerimiz ve Edebiyat

Bir konuya sınıf bakış açısıyla yaklaşmak demek, ona insanlığın sınıflardan kurtulma ve insanlaşma mücadelesinin yol ve yöntemleriyle yaklaşmak demektir. Ama yazar, sanki sosyalistler sosyalist olmayan herkesi biçmiş (…) gibi haksız ve yanlış bir algı yaratarak üç satırda koca bir sosyalist kültür tecrübesini çöp olarak gösteriyordu.

Doğrusu biraz şaşkın çokça da kızgınım. Haksızlığa ve hakarete uğramış her insanın duyabileceği bir kızgınlık bu. Nasıl olabildi hatırlamaya çalışıyorum:

Dil, ulusal aidiyet ve edebiyatçı konulu bir paylaşımın altına Facebook’ta yorumlar yapılıyordu. Bir arkadaş, asıl yönelinmesi gereken noktanın sınıfsal durum olması gerektiğini yazmış. Buna karşı, ismen tanıdığım yaşlı bir yazar da “bu dar bir bakış açısıdır, Toplumcu Gerçekçilik akımı gibi. Devrim öncesindeki büyük Rus edebiyatını mahvettiler. Dostoyevski hangi sınıftandır? İyi edebiyatı üretemeyenler sürekli sınıftan söz ederler. Dostoyevski iyi bir Hristiyan’dır. Edebiyat klasiği. Varsın sosyalist olmasın” diyerek ona kendince yüklenmişti.

İlk bakışta kabul edilebilir gibi görünen bu bakış açısının üzerine biraz düşününce, önemli tutarsızlıkları görülebiliyordu. Öncelikle, bir konuya sınıf bakış açısıyla yaklaşmak demek, ona insanlığın sınıflardan kurtulma ve insanlaşma mücadelesinin yol ve yöntemleriyle yaklaşmak demektir. Ama yazar, sanki sosyalistler sosyalist olmayan herkesi biçmiş, onu geldiği sınıf kökenine göre değerlendirmişler gibi haksız ve yanlış bir algı yaratarak üç satırda koca bir sosyalist kültür tecrübesini çöp olarak gösteriyordu. Üstelik o tecrübe, en önemli kök ve kaynaklarını Klasik Rus Edebiyatının temeli üzerinde geliştirmişti. Bu durumda, ben de kendi görüşümü paylaşmak istedim. Zira sadece “Toplumcu Gerçekçilik” dediği Sosyalist Gerçekçiliğe değil koskoca bir Sovyetik kültür devrimi deneyimine ve oradaki birçok saygın sosyaliste, sanatçıya ölçüsüzce yapılan sözlü saldırıyı hissetmiştim.

İyi ama neden böyle yoğun hissettim ki? Çünkü yazan kişiye ilişkin ta 1999 yılına ait bir anım vardı; ilk o zaman duydum adını bu yazarın. Avrupa’da ve Türkiye’de Yazın adlı bir dergide, Küba’dan birilerini referans göstererek o zaman da Sosyalist Gerçekçiliği aşağılayan, ölçüsüz, kaba, tarihsel-bilimsel dayanaklardan yoksun cümlelerle dolu bir yazı yayınlamıştı. İnşaatlarda kalmak zorunda olduğum o süreçte, aklımda kalabilmiş bilgilere, birkaç sahaftan alıp gizli gizli okuduğum iki kitabın kaynaklığını da ekleyerek bir eleştiri yazıp dönemin Damar Edebiyat Dergisi’ne göndermiştim. Ne daktiloya çekebilmiştim ne de bilgisayarda yazabilmiştim. Beyaz sayfanın altına çizgili kâğıt koyarak, çekiç yorgunu yaralı ellerimle yavaş yavaş, okunaklı yazmıştım:

Neden diye sorabilmek

“Dergilerde kimi zaman öyle yazılar çıkar ki, insan bir balçık tarlasından geçmek zorunda kalmış gibi olur; tepki duyar ve tepkisini başka insanlarda da görmek ister. Çünkü tüm olumsuzluklara, dağınıklığa rağmen, ülkemizde, gerçeğe bağlılık-toplumsal sorumluluk ekseninde bir ortak duyarlılık vardır ve sancılı bir süreçten geçerek de olsa bu yaklaşım gelişecektir…”

Elbette, o yazı da edebiyat dergilerinde kalmış birçok yazım gibi “resmi sebeplerle” mahlas kullanılarak yayımlanmıştı. Diyeceğim o ki bu ismin yaklaşımına aşina olduğumdan, son birkaç yıldır da kimi sitelerden göç ve sosyalist geçmişe ilişkin bazı yazı ve kitaplarını da gördüğümden, ben de kendi görüşümü yorumlara ayrı olarak yazdım:

Sınıf bakış açısını ve tarafgirliği dışlayan bir sanatın dar görüşlü ve sorumluluktan kaçan, bunalımcı, küçük burjuva bir bakış olduğunu düşünüyorum. Sosyalist Gerçekçi anlayış Sovyetler ile başlamadı, 1934’te ona bir yön ve biçim verilmeye çalışılmıştır. Sonraki yıllarda Brecht ve başka edebiyatçılar tarafından tartışması sürdürülmüştür.

Bu tümüyle hatasız bir süreç değildir, ama gelişme ve yeniden üretim sosyalist bakışın özüdür zaten. Sosyalist Gerçekçilik’in sorunları sosyalizmin sorunlarından, emperyalist kültür kuşatmasından bağımsız düşünülemez. Rus edebiyatının mahvedildiği yalandır. Daha on yıl önce Türkmenistan’da çalışan bir dost, birçok evde Sovyet döneminden kalma Rus klasikleri gördüğünü aktarmıştır. Dönemin kitap baskı istatistiklerine de bakılabilir. Lenin, birçok yazısında saf proleter kültür anlayışına karşı çıkmış, geleceğin kültürünün, burjuva ve daha eski kültürlerin seçici, ilerici, iyimser bir temeli üzerinden oluşabileceğini savunmuştur.

Sosyalizm deneyiminin olduğu gibi, Sosyalist sanat deneyiminin de sağlıklı, bilimsel kaynaklara dayalı, dürüst değerlendirmelere ihtiyacı vardır. Bu büyük miras, sapı samana karıştıran, kurda, kuşa, çakala yem edilmesin…

Bunları yazmıştım, çünkü Sovyetler dağıldığından beri, emperyalistlerin Kültürel Soğuk Savaş vakıf ve şirketlerinin kaynaklarından arsızca yararlanan ve sosyalizmin on milyonlarca insanın emeği, kanı, ömrü pahasına kazanılan değerlerine üstelik sol içinde görünerek, üstelik bilimselliği, etik kurallarını hiçe sayarak saldıran saldıranaydı… Evet, gün onların günüydü ne de olsa! İlkesizlik, yalan dolan, kara-gri-beyaz propaganda, kişiliksizlik salgını ortalığı kaplamış, sap samana karışmış, yeni kuşaklar sağlıklı, doğru bilgiye çok zor ulaşır olmuşlardı.

Başka işlerle geçirdiğim üç, dört saatten sonra aynı yere tekrar göz attığımda ise bana hitaben bu yaşlı yazar tarafından yazılmış şu mesajla karşılaştım:

“Açıkça yalan söylüyorsun ya da o kadar cahilsin ki yalanın farkında değilsin. Cengiz Aytmatov’dan başka tanınmış bir edebiyatçı söyle bana, yoktur. Şolohov devrim öncesi edebiyattan gelmedir. Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Puşkin, Gonçarov; yok bunlar 1917 sonrasında. Eminim bazılarının adını da ilk defa duyuyorsundur. 1993’te Havana’da Küba Yazarlar Birliği Başkanı ile söyleşi yapmıştım. Hiçbir zaman toplumcu gerçekçiliği savunmadıklarını söylemişti. Dediği gibi, toplumcu gerçekçilik çok sayıda edebiyat paraziti yetiştirmiştir.” (Çok fazla yazım hatası olduğundan bir kısmını düzeltip bırakıyorum. )

Önce bir şaşkınlık, sonra gittikçe büyüyen bir sınıfsal öfke… Bana böyle “kudurmuş” gibi saldırmasına anlam vermekte de güçlük çektim doğrusu. Hayatta bir kez bile karşılaşmadık, hiçbir kişisel sürtüşmemiz de olmadı; yorumu onun mesajının cevap kısmına da yazmadım. Ee? Bu kadar kaba, ölçüsüz, hakaret içeren cümleleri neden kuruyor? Yalan olan ne? Rus klasiklerinin Sovyet döneminden kalma baskılarının,2010′ larda bile mesela Türkmenistan’da bulunabilindiğini yazmıştım. Orada yıllarca çalışan mühendis bir arkadaşımın gözlemiydi. Hatta sadece farklı evlerde değil geleneksel bir Türkmen çadırında yaşayan bir ailede bile Tolstoy’dan Çehov’a klasiklere rastladığını söylemişti, onca yıkıma rağmen… Bu mu yalan?

1917’den sonra Sovyetler ‘de Tolstoy, Dostoyevski, Gonçarov, Çehov vs yokmuş… Başka? Uluslararası planda tanınmış Aytmatov dışında tek yazar gösteremezsin, Şolohov ise zaten Sovyet öncesi dönemin yazarıdır diye buyurmuş. Doğrusu bu ayetsel kesinlik karşısında insan iyi bildiği şeyleri bile kontrol etme hissine kapılıyor bir an için. Ama yok, yalan söyleyen ben değilim, kaynaklar, belgeler, gerçekler kısacık araştırmayla bile ortaya dökülebiliyor: Tolstoy’un 80 ciltte toplanan eserleri çeşitli Sovyet cumhuriyetlerinin öz dillerinde milyonlarca basılmış, kanıtını not ediyorum. (1)

“Ve Durgun Akardı Don” gibi dünya çapında romanlara imza atmış olan Şolohov için “Sovyet dönemi öncesi yazarı” diye gözümüzün içine baka baka söylediği yalana ne demeli? Şolohov 1905 doğumlu ve ilk öyküsünü 19 yaşında yani 1924’te yayımlamış. Nasıl bu kadar rahat yapabiliyor bunu? Çünkü içimizdeki Oblomov’a, kimsenin araştırmayacağına, boş vereceğine güveniyor… Peki, 1840’larda Belinski ve Herzen, 1860’larda Çernişevski, 1870’lerde dünyada hızlanan işçi edebiyatıyla köklenmeye başlayan sosyalist sanattan; 1895’lerle birlikte Gorki, Serafimoviç sonrasında Demyan Bedny ve diğerlerinin Eleştirel Gerçekçiliği insanlığın sınıflardan kurtuluş mücadelesinin teorisi olan Marksist görüşle Sosyalist Gerçekçiliğe doğru geliştirmeye başlamasından hiç mi haberi yok?

Lenin’in, Tolstoy sosyalist olmadığı halde onu “Rus gerçekçiliğinin aynası” diye niteleyip üzerine inceleme yazdığını, yine başta Gorki olmak üzere birçok sosyalistin Çehov, Tolstoy ve dönemin klasik Rus Gerçekçileri ile ilgili birçok incelemeler yaptığını, onlarla dostluklar geliştirdiğini, onlara büyük saygı gösterdiğini, devrimden sonra da bu saygının, eleştirmekle birlikte devam ettiğini neden görmezden geliyor? 50’den fazla kitabı olduğu söylenen bu yazar, dönemin belli başlı siyasi kişiliklerinin Rus ve dünya edebiyatıyla nasıl iç içe olduğunu, hatta Lenin’in siyasi yazılarında bile falanca ya da filanca romandan örnekler verdiğini bilmiyor olabilir mi? Bilmiyorsa bazı sosyalist örgütlerde nasıl yöneticilik yapmış, biliyorsa onlara ve bana yönelen bu hınç dolu tavrın anlamı ne? Herhalde küçük burjuvanın yenilgi dönemi psikolojisinden kaynaklanan sınıfsal bir hınç bu! Öfkemi çeken de bu; kişisel bir hınç değil…

Şöyle buyuruyor eskimiş ve proleterlere doğru döndürülmüş tüfek:

Dostoyevski, Gogol, Puskin, Goncarov; yok bunlar 1917 sonrasında. Eminim bazılarının adını da ilk defa duyuyorsundur

Ne kadar ilginç değil mi? Sanırsınız, Gogol’ün Müfettiş oyunundaki Khlestakov bizi sınava çekiyor. Ya da kim bilir, Çehov’un Kara Keşiş öyküsündeki Kovrin gibi, bir sabah kendini diğer insanlardan üstün, dahi bir otorite filan gibi görmeye başlamış olabilir bu “büyüğümüz”. Beni tanımıyor bile, ama kibirli şekilde hakaret etmeye de doymuyor. İlk yanıtımı tek bir cümleyle gönderiyorum:

Erkiner, yavaş ol, kibrinden çatlayacaksın.

Ardından, bilgi edinmek isteyenler için birkaç kaynaktan alıntılar (2) yaptıktan sonra şunu eklemeyi gerekli buluyorum: Zaten daha baştan bu sürecin de bilimsel bir eleştiriden muaf olmadığını belirttim. Buna rağmen hayatın iç dinamikleri ve evrimini dikkate almadan, kibirli bir şekilde sosyalist kazanımlara, tecrübelere tırpan sallayıp durmak ne derece etik bir tutumdur?

İçimden, acaba buradaki etik vurgusu net anlaşılabilecek mi derken kastettiğim şu : Marx, Engels, Lenin ve sonraki bütün tutarlı sosyalistler ile sosyalist sanatçılar, etik-estetik ve politikayı bir bütünün birbirleriyle ilişkili parçaları olarak gördüler. 1920’lerin Gerçeküstücü Aragon’u, P. Eluard’ı, Latin Amerika’nın büyük Neruda’sı, resimde Picasso ve daha birçok sanatçı Sosyalist Gerçekçiliği benimsedi. Coğrafyamızın, tırnak içinde olmayan sosyalistleri de bunu bilirler ve uygulamaya çalışırlar. Örneğin, Garip fırtınasının estiği 1940’lı yıllarda, Nazi hayranı bir hükümet idaresi altında Ant gibi bir dergiyi çıkaranlardan genç şair Enver Gökçe… Dönemin ilerici Tan Matbaası’nı ve üç gazete-dergiyi yakıp yıkan Demirelli, İlhan Selçuklu, Orhan Birgitli binlerce kişilik faşist güruha karşı oraları korumaya çalışan gençlerden biri olan devrimci Enver Gökçe’den ayrı düşünülemez. Örneğin, 1960’larda “sosyal realist” resim akımını 1970‘lere taşıyan Avni Memedoğlu da Nazım, Ahmed Arif, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan Hüseyin gibi pek çok sanatçı da yapabildikleri ölçüde bu ilkelere sadık kaldılar. Sömürüden kurtulup insanlaşma mücadelesi verenlerin yüreklerine dokunabilme güçleri de buradan kaynaklanır. Yeri gelmişken Nazım Hikmet’ten bir anekdot aktarayım; sanırım Aziz Çalışlar’ın Nazım Hikmet – Sanat ve Edebiyat Üstüne adlı kitabındaki mektuplardan birinde okumuştum:

Halide Edip burada diyor ki: ‘ İçlerinde Taranta Babu ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa Benerci Kendini Niçin Öldürdü derecesindeki eserleriyle gençler arasında, hatta bu devirde dahi sıfatını alabilecekler

“Yazıyı bir daha okudum, beni gençler arasında sayması tuhafıma gitti. Hem içerledim hem sevindim. Sonra ve belki hepsinden önce ‘ideoloji’ meselesine güldüm. Hey sersem bayan, dedim, ben bir dahi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârınız yoksa ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş (içten çürümüş) olmasındandır.”

Yeri gelmişken Sosyalist Gerçekçilerin nasıl eleştiri özeleştiri yapabildiğini Şolohov’un cümleleriyle örnekleyelim. Bir başka örneği, M. Gorki’nin 1934’teki konuşmasıdır; cımbızlamacılar hariç okurlara yararlı olacaktır. Ekim Devrimi Özel Sayı—Sanat ve Hayat Dergisi’nden aktarıyorum:

Şolohov, 1956’da, 20. Parti Kongresinde, devrim dönemi edebiyatının aşılamadığından acı acı şöyle yakınıyordu: “Kendimize 20-30 yıl önce yazılmış kitaplardan bir edebiyat ‘Dinyeper barajı’ kurduk ve birisi sıkıştırdığında hemen o barajın arkasına saklanıp, kendimize güvensizce o barajın arkasından konuşuyoruz: ‘Hiç kitap yok ne demek? Biz yazmıyoruz ne demek? Klim Samgin’in Hayatı ne, peki? Ya Sergeyev-Tsenski’nin romanları? Ya Serafimoviç’in Demir Seli? Ya Gladkov’un Çimento’su? Ya Fadayev’in Bozgun’u? Leonov ve Fedin’in romanları? Furmanov’un Çapayev’i? Panferov’un Bruski’si?’ Okurun sevdiği ve zaman ayırdığı daha bir düzine kitabın adını düşünmeden sayıveriyoruz. Daha ne kadar bu koruyucu barajın kutsal örtüsü altında oturacağız?”

Devrim edebiyatının klasikleri vardı ama sosyalizmin kültürünü geliştirecek ve yeni insanını estetik duyarlıkla donatacak, kapitalist kültürün saldırısına karşı koruyacak yeni bir edebiyat ne yazık ki, yeterince geliştirilememişti. Çözülüşle birlikte kapitalist restorasyon saflarına koşarak katılanların önemli bir bölümü yazarlar oldu. Arbat Sokağı gibi vasat kitaplar, özgürlükçü edebiyat diye dünyaya pazarlandı. Sosyalist Gerçekçiliğin kurucu yazarı Maksim Gorki’nin yaşamı boyunca mücadele ettiği küçük burjuvalar ve köylüler, tepeden ve dıştan müdahaleyle sosyalizmin yıkılışına şehvetle katıldılar.” (3)

Bu arada, ben üniversiteye başlayan bir genç, kendisi ortaokula başlayan bir çocukken okuma alışkanlığını Orhan Kemal, Bekir Yıldız gibi yazarların kitaplarıyla desteklediğim Adanalı müzisyen Şüko can, şöyle bir mesaj yazarak beni gülümsetiyor: “Şüphesiz onlar her şeyi bilmek, başkalarına bildiklerini(!) anlatmak ve dayatmak için yaratıldılar. Şüphesiz lider yaratılanlar eksiksiz bilgi sahibidirler ve bilgileri asla tartışılmaz. Sen liderlerle ilgili ayetleri çiğnemişsin abi.” 

Başka bir arkadaşın mesajı geliyor:” Yazılanları okudum. Sen sanatınla ortaya çık. Bu tür tartışmalara girme. Selamlar.”  Bu tavsiye bana geleneksel bir söylemi hatırlatıyor hani bir çoğumuzun öyle ya da böyle duymuşluğu vardır: Sen öğrencisin öğrenciliğini yap, başka şeylere mesela siyasete girme! Sen doktorsun doktorluğunu yap bir gün işkence görmüş birine sağlam raporu almak için polisler kapını çaldığında da Hipokrat Yemini’ni çekmeceye koyarsın. Ya da kırsal yerlerde söylenir ya, “danayı güt, dilini tut!”  Ah, bizde de olan “bülbülün çektiği dili cefasıdır” ya! Sanırsam kendinden genç bir sanatçıyı edebiyat çetelerine karşı koruma refleksiyle söylendi o arkadaşımın sözleri. Ama bir sanatçının, sadece sanatla ilgilenmesi yaşamın özüne karşı gelmesi değil midir?

Aslında, evet gerçekten de bu sürecin başında kısa bir süre tereddüt yaşamıştım. Şöyle düşünmüştüm bir an için: Ülke ve dünya büyük bir yozluk ve cehalet fırtınası içinde kavruluyor. Sen uzun yıllara yayılan iç sürgünlükten dış sürgünlüğe sağlığın bozulduğu ve kalma olanakları tükendiği için çıkmışsın. Yazılarını ve mahlasla yayınladığın şiir, öykü kitaplarını, 1980’lerden bugünlere ulaşacak bir sürecin ürünlerini yayınlama çabası içindesin. Emperyal yabancılaşma, yalnızlık, ötekileştirme ortamında, özlemler ve zorluklar içinde yaşayan birisin. Ne gerek var enerjini böyle şeylere harcamaya? Asıl işlerine odaklan ve görmezden gel yazılan hakaretleri ve yalanları; cevap vermeye değmez.

Bu ilk tavır bana, çocukluk arkadaşım, dostum, sevgili yoldaşım Şahin ile yaptığımız bir sohbeti hatırlatıyor. Yine sıkıntılı bir anda yüreğimin yükünü hafifleten bir sohbetti. İnsanoğlu duyup düşünmeye başladığı günden bu yana, bilgisi ile açıklayamadığı boşlukları bir şekilde doldurmaya eğilimlidir, demiştik. Bu bir yerde evrimin iç dinamikleri ile ilişkilidir aslında. Çünkü yaşam boşlukları sevmez. Yağmurun neden yağdığını şu anki bilgisi ile açıklayamıyorsa, mistik bir açıklama ile o boşluğu doldurur ki yoluna devam edebilsin. Benim ilk tepkim de yoluma devam edebilmek için en kolay yolu gösteriyordu. Gelgelelim, bu kolay yol etik miydi? Onca yalan, çarpıtma ve üstelik kibirli hakaretler orada duruyordu hala! Konu hakkında yeterli bilgisi olmayan her kuşaktan insan bunları okuyup yanlışlara düşebilecekti cevap vermesem. Hakarete hakaretle karşılık vermeden, belge ve bilgiye dayanarak seviyeli bir üslupla yanıt vermek kimi güzel yürekliler için eğitici olabilirdi.

Sürecin sonunda gelen mesajlardan bazıları çabamın boşa gitmediğini gösterdi, umutlarımı yeşertti, yüreğimin yükünü hafifletti. Bir şair dost döneme ilişkin verdiğim kaynakları ve yanıtlarımı kopyalayıp kaydedeceğini belirtmiş örneğin. Bir başkası, genç bir can demiş ki: “ yazını ve alıntıları tümden okudum. Her şeyden önce donanım ve dil seviye farkı çok açık bir şekilde ortada. Bu arkadaşı M.Ural atışmalarından biliyorum. Cevap yazmana ve bu cevabı okuyarak bilgilenmemize istemeden olanak sağladığı için ona teşekkür etsek mi!”

Siz ne dersiniz dostlar, teşekkür etsek mi?


Kasım 2024

N O T L A R

1—https://oggito.com/icerikler/tolstoyun-eserlerine-giris/21890

2—https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/635363

     https://ilerihaber.org/yazar/baslik-83052.html

3–B.Sadık Albayrak, Sanat ve Hayat Dergisi, Ekim Devrimi özel sayısı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar