Kırmızı Saçlı Kadın, estetik yönden kusurlu bir roman. Dilin, anlatımın göstermeye değil de, söyleme dayalı olması… Karakter çizimindeki yüzeysellik… Örtük reklamın varlığı… Bazı nesnelerin işlevsizliği… Nedensel ilişkilerdeki aksaklıklar… Gereksiz ayrıntıların, doğru olmayan genellemelerin varlığı…
Romanın dili anlatımı
Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın(*) adlı romanı üç bölümden oluşuyor. İlk iki bölümün anlatıcısı Cem karakteridir. Üçüncü bölümün anlatıcısı ise Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’dır. Buna karşılık, “romanın yazarı” Gülcihan’ın Cem’den olma oğlu Enver’dir.
Üçüncü bölümde, Enver, babası olduğunu sonradan öğrendiği Cem’i “istemeyerek de olsa” öldürdüğünü öğreniriz. Enver tutuklanmıştır. Anne Gülcihan, oğlundan mahkemedeki savunmasını “babasını kazayla öldürmesinin hikâyesini” roman biçiminde yazarak yapmasını istemiştir… Roman Gülcihan’ın deyimiyle “Silivri’deki ağır ceza hâkimine yazılmış bir savunma”dır.
Orhan Pamuk, romanını, özellikle üçüncü bölümünü söylemeye dayalı olarak kurgulamış.
Romanda Oidipus’un annesiyle yatmasını anlatırken; “Bunu gözümün önünde canlandıramıyor, (…) yani konuyu hayalimde resimleyerek düşünemiyordum.” (s.116) der, Cem. Doğrusu, Orhan Pamuk’un diğer romanları gibi bu romanının da temel eksikliği budur. Anlatımı okurun gözünde canlanmıyor. Resimleyemiyor olayı okurun gözünde. Bu eksikliğin temel nedeni, anlatımını göstermeye değil de, söylemeye dayandırmasıdır.
Benzer bir eksiklik kullanılan siyasi kavramlarda da karşımıza çıkar. Orhan Pamuk, diğer romanlarında olduğu gibi bu romanında da siyasi kavramları, sosyolojik değerlendirmelerde olduğu gibi dile getirir. “Solcu”, “Mao’cu”, “Dindar”, “İslamcı”, “Milliyetçi”, “Laik” vb.
Söylemeye dayalı bir anlatımda yazar, Orhan Pamuk gibi kolaycılığa yönelerek “dindar” der geçer. Buna karşılık göstermeye dayalı bir anlatımda yazar, gerçekçi yazarlar gibi “dindar” demeden, “dindar”ın temel niteliklerini, tipik özelliklerini karakterin eylemlerinde, davranışlarında gösterir, okur o kişinin “dindar” olduğunu anlar böylece.
Böylesi bir kullanımdan farklı olarak, bu tür kavramların karakterlerin ağzından söylenmesi herhangi bir sorun oluşturmaz. Çünkü anlatmak istediğini, göstererek anlatma yükümlülüğü olan yazardan farklı olarak, karakterin böylesi bir yükümlülüğü yoktur.
Orhan Pamuk, Nobel ödüllü bir yazar. Böylesi bir yazardan dili yetkin bir biçimde kullanmasını bekler okur. Yazık ki böylesi bir yetkinlik görülmez Orhan Pamuk’un dilinde… Şu tümcelere ne demeli…
“(…) Ne o, bizi takip mi ediyorsun?’ dedi Kırmızı Saçlı Kadın’ın erkek kardeşi.
‘Turgay, kim bu?’ diye sordu anneleri erkek kardeşe.
‘Ne iş yapıyorsun sen?’ diye sordu Kırmızı Saçlı Kadın’ın erkek kardeşi Turgay. (…)” (s. 53)
Anne, “Turgay, kim bu?” diye soruyor. Adını söyleyerek soruyu kime sorduğunu belirtmiş zaten. Yine de “erkek kardeşe” demenin anlamı nedir… İlk tümcede belirtilmesine karşın, son tümcede “Kırmızı Saçlı Kadın’ın erkek kardeşi” demenin anlamı nedir…
Cengiz Gündoğdu’ya göre, “Yazarlarımızın çoğu matematiksel anlatımı bilmez. Şöyle yazar 6+6+6+6+6+6=36.” (1) Gereksiz, işlevsiz bir anlatımla oluşturur yapıtını… Gereksiz yere uzatır. Buna karşın, matematiksel anlatımda yazarın anlatımı 6×6=36 biçimindedir… Hiçbir şey gereksiz yere uzatılmaz…
Şu kesin. Orhan Pamuk’un anlatımı matematiksel değil. Beş sözcükle söyleyeceğini on sözcükle söylüyor. Gereksiz yere uzatıyor anlatımını.
Örneğin; bilgili, kişilikli demek yerine, “bilgi sahibi” (s.129), “kişilik sahibi” (s.167) diyor.
Romanda Gülcihan’ı söyle konuşturur yazar:“Biz içeri girerken rezil ve edepsiz bir köpek boğulur gibi havlıyordu.” (s.188)
Köpek için “rezil ve edepsiz” demek doğru bir ifade mi?
Romanın ana karakteri olan Cem, evlendikten sonra mühendis olarak bir şirkette işe başlar. Bu şirket Kazakistan ile Azerbaycan’da iş görmektedir. “Böylece on beş yıl uçaklarla İstanbul’dan yakın ülkelere gide gele biraz olsun para kazanabildim.” (s.101) diye konuşturur onu yazar.
Burada hem nedensellikte hem de dilde sorun görünüyor. Bir insan, yakın ülkelere uçakla gide gele para kazanmaz. Tersine para harcar… Belli ki yazar, karakterin (çalıştığı şirketin) bu ülkelerde yaptığı işler karşılığı iyi para kazandığını söylemeye çalışmış ama doğru bir biçimde söyleyememiş.
Karakterler
Cem: Romanın ana karakteri. Üç bölümden oluşan romanın ilk iki bölümü onun gözünden anlatılır. Kabataş Lisesinde okuduğunu öğreniriz. Babası evi terk edince, para kazanmak için genç yaşta çalışmak zorunda kalır. İlk olarak İstanbul’da bir kitapçıda, sonrası kuyu kazıcı Mahmut ustayla Öngören’de kuyu kazar. Burada tiyatrocu Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’a âşık olup, onunla kısa bir ilişki yaşar. Kuyuda yaşanan kaza sonrası, ustasını kuyunun içinde bırakıp kaçar. İş yaşamına atılır. “Sührab” adını verdiği bir şirket kurar. Şirketin “şaşırtıcı” bir biçimde büyüdüğünü öğreniriz.
Yıllar sonra Gülcihan’dan bir oğlu olduğunu öğrenir. Baba oğul ilk kez Öngören’de buluşur. Oğul Enver, “istemeden de olsa” babasını öldürür.
Gülcihan: Kırmızı Saçlı Kadın. Tiyatrocu. Sonrası seslendirmenlik yaptığını öğreniriz. Gençliğinde sol örgütlerin içinde bulunmuş. “öfkeli ama mutlu bir solcu”ymuş, yazara göre. Kendisinden yaşça büyük Akın Çelik’le gizli bir ilişki yaşamıştır. Sonrası Turhan ile evlenir. Turhan jandarmalarca öldürülünce, bu kez Turhan’ın kardeşi Turgay’la evlenir. Öngören’de kendisini izlemeye gelen genç Cem’le ilişkisi olur. Bu ilişkide Enver’e gebe kalır.
Akın Çelik: Cem’in babası. Eczacı. Marksist. Siyasi nedenlerden ötürü birkaç kez gözaltına alındığını, işkence gördüğünü öğreniriz. Kırmızı Saçlı Kadınla gizli ilişkisi olur. Eşiyle arası kötüdür. Bu durum evi terk etmesine neden olur. Yıllar sonra ortaya çıktığında, “çirkin” bir kadınla ikinci evliliğini yaptığını öğreniriz. Ama eski “ışıltısını” kaybetmiştir.
Mahmut Usta: Kuyucu. Sivas’ın Suşehri’nde doğmuş. On yaşındayken ailesiyle İstanbul’a göç etmiş. 43 yaşında. Bekar. Güçlü, çalışkan, dindar, iyi niyetli, dürüst bir adam.
Öngören’de Cem’le kuyu kazarlar.
Asuman Çelik: Cem’in annesi.
Ayşe: Cem’in eniştesinin Gördesli bir akrabasının kızı. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesini kazanıyor. Cem’den onunla ilgilenmesini istiyorlar. İlgileniyor. Sonra birden evlendiklerini öğreniriz. Çocukları olmaz.
Romanda etkisi belirsiz bir karakter. Cem’in ölümünden sonra yeniden görürüz onu.
Enver: Gülcihan’ın Cem’den olma çocuğu. Ama o, uzun yıllar Turgay’ı baba bilmiştir.
“Milliyetçi”. Kürtlere, solculara, babaya, yaşama karşı bir “nefret” duyar.
Annesinin ağzından, gerçek babası Cem’i istemeyerek de olsa öldürdüğünü öğreniriz.
Enver yazar olmak istemektedir. Mahkemede savunmasını, babasının yaşamını anlattığı Kırmızı Saçlı Kadın romanıyla yapar.
Turhan: Gülcihan’ın ilk kocası. “Sol” bir örgütlenmenin üst düzey yöneticisi. Jandarmalarca öldürüldüğünü öğreniriz.
Turgay: Turhan’ın küçük kardeşi. Gülcihan’ın ikinci kocası. “Solcu”. Tiyatrocu.
Sırrı Siyahoğlu: Matbaacı. “Eski solcu.” Babanın cenazesinde Cem’le tanışıp söyleşirler.
Fikriye Hanım: Topkapı Sarayı kütüphanesi müdiresi. Cem’e kütüphanedeki Şahname’leri gösterir. Onlar üzerine konuşurlar.
Romanda zaman
Nesnel zaman: Roman 1985 ile 2015 yılları arasında geçer.
Öznel zaman: Cem, Öngören’de Mahmut Usta’nın yardımcısı olarak kuyu kazar. Kuyunun içindeyken bir ara dışarı çıkmak ister. Mahmut Usta’ya var gücüyle seslenir. Usta, sese kulak vermez… Bu süre içinde geçen zaman, “Dayanılmayacak kadar uzun” gelir Cem’e. (s.80)
Romanda uzam
Nesnel uzam: Romanın geçtiği ana uzamlar olarak İstanbul –Beşiktaş, İhlamur Kasrı’na yakın apartman dairesi, Hayat Eczanesi, Sirkeci İstasyonu, Deniz Kitapevi, Maçka’daki Üniversite, Babanın evi, Feriköy Mezarlığı, Nişantaşı, Saray Muhallebecisi, Bakırköy- ile İstanbul’a 30 km uzaklıktaki Öngören kasabası –Kuyunun kazıldığı tarla, çadır, İstasyon Meydanı, Kurtuluş Lokantası, Rumeli Kahvehanesi, Lokantalar Sokağı, Sarı Tiyatro Çadırı- gösterilebilir. Bu uzamlardan farklı olarak, Gebze, Silivri Cezaevi ile ana karakterin ara sıra gittiği İran, Avrupa’daki müzeler sayılabilir.
Öznel uzam: Cem ile Mahmut Usta, at arabasıyla Öngören kasabasının dışına çıkarlar. Cem, kasabada gördüğü Kırmızı Saçlı Kadın’dan etkilenir. Bu etkiyle uzamı olduğundan farklı olarak daha güzel duyumsar.
“Yokuşu çıkıp bizim arazinin geniş düzlüğüne gelince bambaşka bir âleme varmışız gibi hissettim kendimi.
Bulutlar dağılmış, güneş çıkmış, bizim otsuz, yarı kıraç topraklar bile renklenmişti. (…) Kuyu kazdığımız bizim yukarı düzlük, bütün âlem, uzaktaki soluk renkli evler, titrek kavaklar, kıvrılan tren yolu, her şey güzeldi ve hoş bir duyguya evinin kapısında az önce gördüğüm kırmızı saçlı güzel kadın sayesinde kapıldığımı ruhumun bir yanıyla hissediyordum.” (s. 23)
Nesnelerin birliği
Romanın akışına göre karşımıza çıkan nesneleri, bu nesnelerin işlevini şu biçimde sıralayabiliriz.
Kuyu: Cem, para kazanmak amacıyla Mahmut Usta’nın yardımcısı olarak kuyu kazar. Kuyu, emeği, yaşamın zor kazanıldığını gösterir.
“İbretlik hikâyeler”: Mahmut Usta’nın anlattığı daha çok dinsel “ibretlik hikâyeler”, Cem üzerinde etki yaratır. Bu hem ustanın karakter olarak etkisi, hem de “hikâyeler”deki anlamın yaşamsal etkisidir.
Kral Oidipus: Her gün “ibretlik hikâyeler” anlatan Mahmut Usta, bu kez Cem’den bir “hikâye” anlatmasını ister. Cem, daha önceleri özetini okuduğu “Kral Oidipus” öyküsünü anlatır. (s.37,38) Kral Oidipus, romanın sonraki bölümlerinde, baba-oğul çatışmasına örnek olarak s.94, 95, 96’da yeniden özetlenir.
Yıldızlar: Cem, yıldızlarla kafasındaki düşünceler, duyumsadığı duygular arasında bir benzerlik kurar. “(…) Demek ki duygular, şu karşımdaki ışıl ışıl parıltılı gök gibi aslında birer resimdiler.” (s. 56)
İbretlik Efsaneler Tiyatrosu: Bu tiyatro, “1970’lerin ortasıyla 1980 askeri darbesi arasında, Anadolu’da devrimci halk tiyatrosu yapan gezici tiyatro kumpanyalarının geleneğini” sürdürür. (s. 63)
Kelebek: Cem, kuyunun başında çalışırken, “Beyaz ve sarı noktalı meraklı bir kelebek” görür. “Bu neyin işareti” diye sorar kendi kendine. Bir şey olacak… Olur da. “Dolu kova kancadan kurtulup kuyunun içine” Mahmut Usta’nın üstüne düşer. (s.81,82)
Kaplumbağa: Cem, kuyu kazası sonrası ilk olarak ustasına yardım bulmaya çalışır. Kuyu ile kasaba arasındaki koşuşturması sırasında bir kaplumbağa görür. Kaplumbağa ile kendisi arasında bir benzerlik görür. “(…) otlar arasında telaşla yolumun üzerinden uzaklaşmaya çalışan bir kaplumbağanın önce hışırtısını duydum sonra da kendisini gördüm. Mahmut Usta ile benim yürüye yürüye açtığımız küçük yoldan ayrılıp sağa sola gitse, otlar arasında gizlenecekti. Ama bunu akıl edemiyor, benim gideceğim yolu bir kader gibi seçmiş, telaşla kaçmaya çalışıyordu. Ben de aynı şeyi yapıyor, kaderimden kaçayım derken, yanlış bir yolda boşu boşuna yürüyor olabilir miydim?” (s.83)
Kara yağmur bulutları: Cem, kuyu kazası sonrası Mahmut Usta için yardım getirmek için kasabaya koşarken İstanbul yönünde “kara yağmur bulutları” görür. “(…) Mezarlık boyunca yokuştan aşağı doğru inerken, tuhaf bir içgüdüyle arkama baktım ve İstanbul yönünde uzakta kara yağmur bulutları gördüm. (…)” (s.83)
İki sayfa sonrası yeniden gündeme gelir “kara yağmur bulutları”. “(…) koşaradım Öngören’e indim. Arkama baksaydım gözlerimden gene yaşlar akacağını biliyordum. Üstelik karanlık yağmur bulutları kasabaya sokulmuş, her şey korkutucu mor bir renge bürünmüştü.” (s.85)
Bu yönüyle herhangi bir işleve bürünmüyor, “kara yağmur bulutları.”
Firdevsi’nin Şahname’si: Yazar, romanın ikinci bölümünde sık sık gündeme getirir Şahname’yi. Özellikle Cem’in İran’a gidip orada iş görmesi bu nesneyi görmemizi sağlar.
Şahname’de baba-oğul savaşır. Ama ikisi de zırhlı olduğu için birbirini tanımazlar. Sührab, babası Rüstem’i yere düşürür. Tam onu öldüreceği sırada baba şöyle der: “İlk seferde öldürme, ikinci kere yere ser beni. (…) Bizde gelenek budur.” (s. 112) Bunun üzerine Sührab onu affeder, ama tanımaz yine de. Ertesi gün dövüşmeyi sürdürürler.
Yazar, Cem’in babasıyla Mahmut Usta’ya karşı duyumsadığı suçluluk duygusu paralelinde bu nesneyi gündeme getirdiğini görürüz.
Yazarın, Şahname’yi karakteri açımlamak için kullanacağı yerde daha çok onu irdelediğini görürüz. Araç değil, amaca dönüştürüyor Şahname’yi yazar.
Tabanca: Cem, ne olur ne olmaz, Öngören’e giderken yanında tabanca alır. Onu kuyuya götüren Serhat’ın, gerçekte oğlu Enver’in onu öldüreceği korkusunu cebindeki tabancaya güvenerek yener. Enver üzerine yürüyünce, cebindeki tabancayı çeker.
Anne Gülcihan’ın sonraki anlatımından, oğul Enver’le baba Cem arasında bir boğuşma olduğu, “tabancanın kazara” ateş alması sonucu Cem’in vurulup öldüğünü öğreniriz. (s.189)
Orhan Pamuk, günümüz televizyon dizilerinde sık sık karşımıza çıkan, “ürün yerleştirmesi” denilen örtük reklamların benzerini diğer romanlarındaki gibi bu romanında da sürdürür. “Aygaz Ocağı” (s.169), “Coca Cola” (s.25), “Sana yağı” (s.26), “Maltepe sigarası” (s.36), “Renault Megane” (s.126), “Hürriyet’in emlak sayfası” (s.126), “Kanal 7’de eski bir İbrahim Tatlıses filmini izledik.” (s.118)
Tüm bu markalarda olduğu gibi, burada da kanalın adını belirtmesinin bir amacı, bir işlevi yoktur. Kanal adı okura herhangi bir durumu göstermiyor çünkü. “Televizyonda eski bir İbrahim Tatlıses filmini izledik.” demesi yeterliydi.
Şu sorulabilir. Bir sanat yapıtında, bir ürünün markası ya da adı hangi durumda gündeme gelmeli? Bu soruya şu yanıt verilebilir. Bazı markalar ya da ürünler bazı toplumlarda bir durumu gösterir ya da simgeler. Örneğin, Mercedes’e binmek, Marlboro içmek varsıllığı, buna karşılık Tofaş Murat 131’e binmek, Birinci sigarası içmek yoksulluğu gösterebilir. Böylesi bir kullanım, ürün belli bir işleve bürünmesi, karakterin bir durumunu göstermesi, olayı açımlaması nedeniyle olanaklıdır.
Orhan Pamuk’ta böylesi işlevli bir kullanım söz konusu değildir.
Nedensellik
Romanda yer yer nedensellik ilkesine dikkat edildiği görülürken, bazı yerlerde dikkat edilmediği görülür.
Babasının cenazesi sırasında iri yarı bir adam Cem’e sarılır. Başsağlığı diler. “Sen beni bilmezsin ama ben seni yıllardır bilirim Cem Bey” der. Bu kişi babasının arkadaşı, “matbaacı” Sırrı Siyahoğlu’dur. Cem’in onu tanımadığını görünce, kartvizitini cebine sıkıştırır.
Yazar, Cem’i şöyle konuşturur. “Sırrı Siyahoğlu kim olabilir diye on altı yaşımın yazında Öngören’de gördüğüm kişileri ve yüzleri hatırlamaya çalıştım. (…) Sırrı Bey’i hatırlayamayınca kendi bastığı kartvizitindeki adrese bir e-posta yolladım. Sırrı Bey’e hem eski Öngörenlileri sorar, hem de arazi bilgisi alırım diye düşünüyordum.” (s.135)
Cenazedeki tanışma sırasında Öngören’e ilişkin herhangi bir konuşma olmaz. Kartvizitin içeriğine ilişkin bir bilgi de görmeyiz. Buna karşın Cem, yaşamında ilk kez gördüğü bu adamı Öngören’le ilişkilendirir.
Orhan Pamuk, Cem’in yaşamını o bir aylık Öngören yaşantısıyla sınırlandırmış. Sonraki yaşamı, bu yaşam süresince tanıştığı insanları yok saymış.
Kısa bir zaman sonra yeniden buluşurlar. Buluşma sırasında Cem şöyle der, Sırrı Beye; “Biliyor musunuz (…) eskiden ben de Öngören’de bulundum. (…)”
Yanıt ilginçtir. “Biliyorum tabii Cem Bey. 1986 yazında bizimkilerin çadır tiyatrosuna da gelmişsiniz. O ay Turgay Bey’le karısı benim arkaya bakan dairede (…)” oturduklarını söyler Sırrı Bey. (s.136)
Böylesi bir anımsama ilginç doğrusu, aradan otuz yıla yakın bir zaman geçmesine karşın… Ama asıl ilginç olan Sırrı Bey’in, hiçbir nedenselliği yokken Turgay Bey ile eşinden söz etmesi.
Orhan Pamuk, Cem’in bilincini Sırrı Bey’in bilincine sokarak konuşturur.
Gereksiz ayrıntılar doğru olmayan genellemeler
– Cem’in özellikle uçaktan gördüğü, hızla genişleyen İstanbul üzerine söyledikleri…
– İran/İranlılar ile Türkiye/Türkler arasındaki benzerlikler, farklar…
– Laiklik… Batı… Batılılaşma… Nato vd. konuların güncel bilgi verir gibi dile getirilmesi. (s.105)
– Şahname’nin ayrıntılı bir özetinin anlatılması, nedensellikle örülmüş örgenin zorunluluğundan çok eklenti/zorlama yerleştirilmiş gibi duruyor. (s.109)
– Kral Oidipus ile Şahname arasındaki benzerlikler, farklar. (s.111)
– Topkapı Sarayı kütüphanesindeki İran Şahnameleri hakkındaki tarihsel bilgiler. (s. 117)
– “İranlılar, Batılılaşma yüzünden geçmiş şairlerini ve efsanelerini unutan biz Türkler gibi değiller. (…)” (s.106)
– “(…) her modern Türk gibi Şahname’yi, Rüstem ve Sührab’ı bilmiyordum, (…)” (s.106)
Çatışmalar
Baba-oğul çatışması: Yazar romanını baba-oğul çatışması üzerine kurmaya çalışmış. Romanda Cem ile babası Akın Çelik arasındaki çatışmanın yanı sıra, Enver ile babası Cem arasındaki çatışma anlatılır. Yazar ayrıca, Şahname’deki Sührab ile Rüstem arasındaki baba-oğul çatışmasını, Kral Oidipus tragedyasındaki baba-oğul çatışmasını, son olarak da Hz. İbrahim ile oğlu arasındaki “kurban” olayını gündeme getirerek, “suçluluk duygusu”, “pişmanlık” ortak duygularda benzerlik kurmaya çalışır.
Karı-koca çatışması: Akın Çelik, karısı Asuman’la anlaşamaz. Bu durum evi terk etmeye iter onu. Babanın evi terk etmesi, oğulları Cem’i genç yaşta para kazanmak için çalışmaya iter.
Cem’in iç çatışması: Cem, babasına karşı farklı duygular duyumsar. Bir yandan onu görmek, yaptıkları için onun onayını almak, babanın ondan beklediği “onurlu bir hayat”ı yaşadığına inandırmak isterken, bir yandan da, onları terk ettiği için kızar ona.
Cem ayrıca, Mahmut Usta’dan ötürü iç çatışma yaşar. Özellikle kuyu kazasından sonra, ustasını kuyunun içinde bırakıp kaçması… İlk anda yaşadığı suçluluk duygusu… Sonraki yaşamında iç çatışma yaşamasına neden olur. Bir yandan ustasına bir şey oldu mu, diye merak ederken, diğer yandan “Hiçbir şey olmamış gibi” yaşamına devam eder.
Enver ile Cem arasındaki çatışma: Cem yıllar sonra Öngören’e gelip, Mahmut Usta’yla kazdıkları kuyuyu görmek ister. Enver kendini başka biri gibi tanıtıp Cem’i kuyunun olduğu yere götürür. Burada oğlu olduğunu söyler. Baba oğul arasında bir tartışma yaşanır. Tartışma sırasında Enver’in “kazara” babasını öldürdüğünü öğreniriz.
Gülcihan ile oğlu Enver arasındaki çatışma: Gülcihan, belli bir yaşa gelince oğlunun geleceğini düşünmeye başlar. Enver’in Cem oğlu olduğunu kanıtlamaya, miras davası açması için de oğlunu ikna etmeye çalışır. Enver, annesinin evliyken başka biriyle ilişki yaşamasını içine sindiremez. Kendisini oğlu olduğunu kabul etmeyen birine bunu zorla kabul ettirmeyi de gururuna yediremez. Bu nedenle annesinin isteğine karşı koymaya çalışır. Bu durum aralarında çatışmaya neden olur.
“Ahlaksız” solcular
Nobel ödüllü Orhan Pamuk anti-komünist bir yazar. Anti-komünistliğini sergilemek, okura göstermek için romanlarını araç olarak kullanmaktan çekinmez. Kar romanı bu anlamda zirve diyebilirim. Kar’da önyargıyla sola, sol düşünceye, sosyalizme, komünizme tüm nefretiyle saldırır. Buna karşın, siyasal İslamcılara, tarikatlara, cemaatlere bir güzelleme sunar. Onları insancıl, hoşgörülü, demokrat gösterir.
Kırmızı Saçlı Kadın’a geldikte… Orhan Pamuk bu romanında, Anti-komünistliğini daha incelikli bir biçimde sürdürdüğünü görürüz. Her fırsatta, özellikle karakterler üzerinden Sol’a saldırmaya, solcuların nasıl bir “ahlaksızlık” içinde olduklarını okura göstermeye çalışır.
Cem’in babası Akın Çelik’ten söz ederken, ısrarla babanın “solcu”luğunu gündeme getirir. Böylece babanın ahlaki olmayan eylemleri sol’a yüklenmiş olur. Peki, ne yapmıştır baba: Eşini bırakıp evi terk etmiştir. Yıllar sonra ortaya çıkınca, “çirkin” bir kadınla ikinci evliliğini yaptığını öğreniriz. Bunun yanı sıra, kendisinden on yaş küçük Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’la gizli ilişki yaşamıştır.
Gelelim Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’a… O da solcudur önceleri… “öfkeli ama mutlu bir solcu”. Kendisinden yaşça büyük Akın Çelik’le gizli ilişki yaşar. 1980 darbesi onları ayırır.“Solcu” Turhan’la evlenir. Turhan, jandarmalarca öldürülünce, bu kez de Turhan’ın kardeşi “solcu” Turgay’la evlenir. Turgay’la evliyken, henüz 16 yaşında olan (Akın Çelik’in oğlu) Cem’le cinsel birliktelik yaşar. Ondan gebe kalıp Enver’i doğurur.
Gülcihan’ın birçok erkekle düşüp kalkması, oynadığı oyunlarda genç erkekleri cinsel yönden kışkırtan davranışlar sergilemesi… tüm bunlar, onun “ahlaksızlığına” bir göndermedir.
Yazar, romanın bir yerinde, ana karakter Cem’den söz ederken, babasından “solcu ahlak anlayışı”nı aldığını söyler. Ahlak anlayışını babasından alan Cem ne yapmıştır bakalım.
(ı) Ona iyi davranan Turgay’a ihanet eder, Turgay’ın eşi Kırmızı Saçlı Kadın Gülcihan’la birlikte olur.
(ıı) Üstüne kova düşürdüğü ustasının durumuna bakmaksızın, onu kuyunun içinde bırakıp kaçar. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam eder.
(ııı) İktidarla (işbirliği yaparak) çıkar ilişkisi kurar. Bu durumu “ahlaksızlık” olarak görmez.
(ıv) En sonu kapitalist olur. “Kupon” arazileri bulup rant peşinde koşar…
Orhan Pamuk, “solcu ahlak anlayışı” böyle bir şey, demeye getirir.
Maocu Devrimci Yurtçulardan oluşan (Kırmızı Saçlı Kadın’ın da oynadığı) İbretlik Efsaneler Tiyatrosu “takımından” emekli olmuş kadın oyuncular, şimdi televizyonlarda “deterjan, banka kartı ya da emeklilik kredisi kullanan çok mutlu bir anne (…) büyükanne (…)” rolünü oynamaktadırlar.
Kısacası, kapitalizme karşı mücadele veren bu insanlar, şimdi kapitalizmin hizmetine girmiş “mutlu bir yaşam” sürmektedirler.
Orhan Pamuk okura şöyle der: Kapitalizme karşı mücadele edenlerin sonunu görüyorsun… Sen sen ol, kapitalizme karşı mücadeleden sakın… “Mutlu bir yaşam” istiyorsan, kapitalizme hizmet et.
Cenazede Cem’le tanışan Sırrı bey, Cem’e babasına “iftira” atıldığını söyler. “İftira”nın ne olduğu sorulunca, “Kız meselesi” olduğunu öğreniriz. “Kız çok güzeldi, ama Devrimci Yurt’un en tepesindeki birinin de kızda gözü vardı” der Sırrı bey.
Bu “biri” kızla evlenir… Sonra “jandarma tarafından vurulunca” kız bu kez “ağabeyin kardeşiyle” evlenir. Bu kardeş Turgay’dır, kız da “Kırmızı Saçlı Kadın” Gülcihan’dır.
Özetle, “Marksist-solcular” örgüt içinde “kız-erkek ilişkisi” “fuhuş” derdine düşmüşler, Orhan Pamuk’a göre…
Son Söz
Kırmızı Saçlı Kadın, estetik yönden kusurlu bir roman. Dilin, anlatımın göstermeye değil de, söyleme dayalı olması… Karakter çizimindeki yüzeysellik… Örtük reklamın varlığı… Bazı nesnelerin işlevsizliği… Nedensel ilişkilerdeki aksaklıklar… Gereksiz ayrıntıların, doğru olmayan genellemelerin varlığı… Toplumun bir kesimini (solcuları) “ahlaksız” göstermek için romanın araç olarak kullanılması… Tüm bu gerekçeler, romanın estetik yönden kusurlu olduğunun kanıtıdır. Estetik yönden kusurlu bir “yapıt”, gerçekçi, güzel bir yapıt olamaz.
Kırmızı Saçlı Kadın, gerçekçi olmayan bir roman.
*Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın, YKY, İstanbul, Şubat 2016
(1) Cengiz Gündoğdu, Estetik Kalkışma, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 2012
– Bu yazı, İnsancıl dergisi 410, 411. sayılarında yayınlandı.