Aşk, Köleci Toplum ve Kapitalizm

Aşuk imkânsızlıklar içinde imkânsızlığa inanmayandır. Onun arayışı insanın ilk hali gibi bir çocuksuluk ve masumiyet halidir. (…) Bu yüzden hem trajik olan hem imkânsız olanı içinde taşır. Devrimcilere çocuksuluk ve masumiyet kazandıran olgu biraz da budur. Aşk halinin siyasallaşmasıdır.

Kadın sorunu kadının erkeğe karşı egemenliğini yitirdiği noktada başlamıştır. Bu sorunun önemli ekseni kadının bir süt merkezi olmasıdır. Kadın toplumun açlığını kısmi de olsa süt kaynağı olduğu için azaltabiliyordu. Bu durum ona topluluk içinde bir otorite yönlendirme kabiliyeti sağlıyordu. Bunun dışında kadın doğasının farklılığı erkeğe karşı, bir üstünlük sağlıyordu. Kadının doğurganlığı ve bu doğurganlığın toplulukların çözememesi, kadına gizemli bir yan ve kutsallık kazandırıyordu. Bu süreç anaerkil toplumlar çağı ve kadın tanrıçalar çağıdır. Şişman kadın tanrıçalar çağı ve kadın tanrıçalara kurbanlar verilen çağ.

Güzel tanrıçalar çağına giriş ise Gılgamış Destanı’nda görüldüğü gibi şehir kültürünün ortaya çıkışıyladır. Bu süreçte kadın şehrin meleği düzen kurucusu, şehirde güzellikler oluşturulması için öne çıkar sanki. Bir çeşit şehrin albenisi kadınla tamamlanıyor gibidir.

Kadın sorunu, diğer yandan üretim ilişkilerinin ayrışımına gitmesiyle ortaya çıkmıştır. Avcı ve toplayıcı toplulukların oluşmasıyla kadının egemenliğini yitirmesi baş başadır. Hayvanları evcilleştirmeye başlamayla birlikte toplulukların önemli ihtiyacı olan süt ihtiyacı böylece karşılanmış oluyordu. Kadının iktidarının sarsılmasıyla evcilleşme süreci arasında bağ vardır. Süte en çok ihtiyaç duyan memeli hayvan insandır. Böylece kadın avın belirlediği sarmal içinde var olan koşullara itaat eden ve uyan bir dokuya dönüşmüştür. Kadının kendi kimliğinden uzaklaşması bu sürecin sonucudur. Bu ayrışım süreç içinde yöneten ve yönetilen ilişkisini belirlediği gibi düşünen ve düşünmeyen ayrışımını belirgin hâle getirmiştir.

Bu av ve avcı ilişkisi erkek ideolojinin egemenliği içinde aşk anlayışını da belirlemiştir. Kadın hep av olmuştur ve erkek avcı. Böyle şekillenen ideolojik boyuttan insani bir aşk beklemekte imkânsız gibi. Tarih boyunca şekillenen usta-çırak ilişkisinin yarattığı statükolu hayat, kadın erkek arasında av-avcı anlayışıyla devam etmiştir. Kapitalizmle ortaya çıkan çapkınlık ideolojisi kadının özgürleşmesi ve bir emekçi olarak bağımsızlığını engelleyen av-avcı anlayışının devamlılığına dayanır. Böylece kadının cins olarak farkına varmasını engellediği gibi ya öteki olma (erkekleşme) veya erkeğe tepki sunan bir konumda şekillenmesini sağlar.

Feminizm sorununun merkezinde yatan insanın insan tarafından ilk tahakküme uğramasıdır. Kadının üzerinde egemenlik kurmak ile toplum üzerinde egemenlik kurmak iç içedir. Yasaları oturmak, belirli bir düzen sağlamak, toplumsal hiyerarşinin devamı sağlamakla kadını baskı altında tutmak gerekir. Üretilen ideoloji, ilk olarak ve sonra hep kadını baskılandırmayla toplumu baskılandırmayı bir arada yürütmüştür. Toplumsal baskıya karşı çıkmakla, kadının baskılandırılmasına karşı çıkmak iç içedir. Kadına karşı uygulanan baskı aynı zamanda yer yer bazı feminist hareketler cinsiyetçi de baksa baskılandırılan insan doğasıdır. Fakat bu doğa sadece kadınla ilgili değildir aynı zamanda çocuk doğası da baskılandırılmıştır. Bu tahakküm daha geniş anlamda hem kendi doğamıza karşı hem doğaya karşı tahakkümü içinde taşır. Kendi doğamızın amorf olması, yabancılaşması, korkunç bir şekilde doğaya ve kendi doğamıza karşı yabancılaşmaya dönüşür. Bunu sadece basit bir şekilde kapitalist ideolojinin doğaya dair kartezyen ideolojisiyle anlatamayız. Basitçe kadın sorunu olarak görülen olgunun içinde hem dış doğaya hem kendi doğamıza yönelik tahakküm vardır.

Eski çağlarda, kadın bedeni doğuran ve doğanın yansısı gibi canlı olduğu olgusuyla algılanıp tapılırken kadının tahakküme uğramasıyla hem kadın doğasının ele geçirilmeye başlanmış hem dış doğa.

“Neden erkekler, genellikle kadınlardan iridirler? Daha ateşli oldukları ve ateş büyümeyi doğurduğu için mi? Yoksa erkek her bakımdan tamamlanmış, ama kadın eksik olduğundan mı? Veyahut da erkeğin yetkinleşmesi için uzun bir zamanı gerek varken, kadına kısa bir süre yettiğinden mi?”

Aristoteles, Problems kitabında böyle der. Bütün bu söylemler insan doğasının ne’liğini irdelemek gibi görünse de diğer yandan aristokrat kültürün oluşturması ve egemenliği için söyler Aristoteles. Aristokrasi derken, bir yandan seçilmişleri anlamak ve yönetme kabiliyeti olanların özelliklerini belirlemek üzerinden şekillenir. Aristoteles’in çoğu kitabında yöneten ve yönetilen ilişkisini belirleme sorunu vardır. İnsan nedir sorusuna, cevap olarak yönetici olma kabiliyetini taşıyan varlıktır. Varlık böylece politika yapana indirgenir. İnsan doğası da bu politika yapan ile özdeş görünür. Aristoteles’in bu yanılgısı felsefe tarihi içinde geniş bir sorgulamaya tutulmadan, geniş bir şekilde aydınlanma düşüncesini etkilemiştir. İnsanı bir site içinde politika yapan bir varlık olarak belirleme, Aristoteles’in yanılgısıdır. Bu yanılgıya hâlâ köklü bir cevap verilememiştir. İnsanı politika yapan bir varlık düzeyine indirgeyen Aristoteles, ne yazık ki insanın kültürel bir varlık olduğunu görememiştir. Bu yüzden Aristoteles insan doğasını bir site (devlet organizması) içinde yaşamakla özdeş görmüştür. Doğanın uygunluğu site içinde politika yapmakla özdeştir. Aristoteles’e insan ancak bir site içinde özgür anlayışıyla hareket etmiştir. Bu çelişki kafa kol emeğinin keskinleşmesini yaratırken, kader veya esir tabakası anlayışına dayanan düşünsel boyutuyla devletsiz ve yöneticisiz bir dünyanın olabileceğini hiç düşünmemiştir. Aristoteles böylece ansal insanı tarihsel boyutlarından kopartarak onu tek boyutlu görmenin ideolojik zeminini yaratmıştır. Bu anlayış felsefe tarihini tek boyutlu yapmıştır. Marks gelene kadar. Marks’da insan politika yapan varlık öncüllüğünden çıkar, onu bağlayan bütün tahakkümü kıran kültürel bir varlığa dönüşür. Marks’ın özgünlüğü bizi kader ve esir tabakası anlayışının dışına çıkarmasıdır. İnsanın özgürleşmesinin ancak ve ancak devletsiz olabileceğini görmesidir. Özgürleşme ile tahakküm araçlarının yıkılışı diyalektik bir doku da gider. Bu yüzden Marks’da insan politika yapan varlık değildir, birincil öncülü kültürel bir varlık olmasıdır. Marks insanı bir devletle, bir örgütlenmeyle özdeş görmez. Zorunlu olarak politika yapan ve kültürel varlık olarak var olmaya çalışan eylemlilik içinde görür.

Kadının ve çocuğun eksikli görünmesi ve köle ile özdeş görünmesi, seçicilerin ve yönetici kadrosunun seçilmesiyle ilgilidir. Bir hiyerarşi oluşturma ve bu tahakkümün kimler tarafından uygulanacağını belirlemenin ideolojisidir. Aristoteles, birde bunu insan doğası olarak belirlemiştir. Başka kabileleri barbar olarak kabul edilmesini ve köleleştirilmesini savunan Aristoteles, insan doğası olarak bunların uygun olduğunu söyler. Oysa çok iyi bilir ki Aristoteles, site yöneticisi olan kabilelerin Dor ve Akha kabilelerinden gelenler olduğunu. Yani barbar kabileler. Hatta Aristoteles’in köken olarak Aka’lara dayandığını söyleyen tarihçiler var.

Aristoteles veya Platon’da aşk toplum dışı bir varlığın eylemliliğidir. O kara safra hastalığına (melankoliye) yakalanmıştır. Akli dengesini yitirmiş bir varlığın işidir. Yönetici sınıfın aşk diye bir bakışı olamaz. Aşk delinin, divanenin işidir, yöneticiler aşık olamaz. Platon’un devletinde cinsellik bir çeşit iyi ırk ineklerden iyi ırk inek çıkarmaya yöneliktir. Sparta devletinin çiftleşme yöntemini Devlet kitabında savunur Platon. Fakat ikisinde de, bir cinsel perhiz kültürü vardır. Bu Platon’da daha net görünür. Platon’un idealar kuramı maddi olandan yani bedenden çıkmaya ve ideaya uygunluk üzerinden şekillenir. Bu ise yoğun bir perhiz kültürüyle ortaya çıkabilir ancak. Düşüncenin bedenden kopartılması, bedenin aşağılanması cinselliğin ve kadının dışarda bırakılmasını yaratır. Bu nesnellikten kopuş bir hegemonya oluşturmak için şekillenirken, aşkın ve cinselliğin tabulaşmasını da sağlamıştır. Aristoteles’in bakışı üzerinden söylersek insan doğası aşka ve cinselliğe uygun değildir. Bilakis Antik Yunan dünyasında erkekler arasında eşcinselliğin yaygın olmasına buradan da bakmak lazım. Doğal olarak cinselliğin ve aşkın baskılandırılmasından dolayı, kadının sosyalleşme imkânları da elinden alınmış olur. Aşk sosyalleşmiş varlıkların işidir. Sosyalleşmemiş bir kadınla aşk nasıl yaşanır. Aşk cinsel bir eylemden daha çok, kültürel bir eylemdir.

Antik Yunan tragedyalarında aşk kovulmuş gibidir. Aşk bile kadere bağlanmıştır. O Eros cininin esiri gibi görünse de yer yer insani özelliklerini yitirmiş şehvetinin esiri olmuş bir varlıktır. Aşk hastalıktır, bu hastalığı yayan ve tek suçlusu olanda kadındır.

Bu durumu belirtmek için Sappho’nun bir şiirine bakalım.

AFRODİTE YAKARIŞ

Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite,
Ulu Zeus’un düzenci kızı,
Yalvarırım yüreğimi acılarla
Dağlama!
Yardımıma gel gene, hani eskiden
Sesimi duyunca nasıl, çıkıp
Babanın sarayından, kanat çırpan
Kuşların
Çektiği yaldızlı arabana biner;
Yeryüzüne inerdin bulutsuz
Mavilikten:
Ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle
Sorardın,
“Gene nen var?” derdin “Nedir gene”
Deli gönlünü çelen? Tılsımımla kimi
Baştan çıkarıp yollamam gerekiyor
Koynuna?
Söyle, Sappho, kim seni üzen?
Kaçıyorsa, kaçsın, bırak.
Yakında o senin ardına
Düşecek.
Bugün almıyorsa verdiklerini,
Yarın o sana armağanlar verecek;
Seni sevmiyorsa, istemese de ergeç
Sevecek.
Geleceğin varsa, şimdi gel,
Kurtar beni
Kuşkudan, ne diliyorsa gönlün
Yerine getir, sen de katıl benimle
Savaşa. (1)

Başka bir şiirinde Sappho, Eros’un oku ile açılar içinde bırakmıştır. Aşk tanrısı Afrodit’e yakarış, tekil öznenin yakarışıdır. Antik Yunan Tragedyaları ve Homeros destanlarından beslenir. Lirik duygunun dışarı da bırakıldığı kahramanlığa dayalı bu destanlar, aynı zamanda kaderin veya yazgının dışına çıkılmayacağı gerçekliğiyle örer insanın etrafını. Genel olarak tragedyalar var olan Aristokrat yönetimine dayalı sistemin onaylanmasına dayanır. Daha doğrusu köleci toplumun. Kadın, cinsellik ve aşk var olan suçların dayanağı olarak görünür. Helena Troya Savaşı çıkartan kadındır. Pandora ise kötülüklerin sandığını açmıştır.

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi kadının suçlanması tek başına kadınla ilgili değildir. Olayın diğer tarafı tabulaştırılan aşk ve cinsellik gerçeğidir. Kadın sorunu dediğimizde, insanın en önemli özelliğinin üstünün örtülmesi olarak algılamak lazım. Aşk ve cinsellik.

Antik Yunan dünyası bütün olumluluklarına rağmen köleci ideolojinin şekillendiği bir toplumsallıktır. Antik Yunan felsefesini öne çıkararak ve methiyeler dizerek yaptığımız bu ideolojik boyutunun içindeki köleci ideolojinin görünmesini engellemektir. Köleyi makine olarak gören Aristoteles, bir mekik olsa köleye ihtiyaç olmazdı, anlayışını savunur. Marks’ın da savunduğu bu bakış, ilericilik burgacına girmiş yanılsamalı bir bakıştır. Ona aydınlanma ideolojisinden miras kalmıştır. Köleci toplumla billurlaşan felsefe her zaman bize köleci tahakkümün düşünsel boyutunu gösterecektir. Eleştiri hem aşılmayı hem mahkûm etmeyi içinde taşır. Evrenselliği köleci toplumla tekleştiren Marks, farkında olmadan köleci toplum dışındaki toplumlara daha dikkatli bakmamıştır. Pers imparatorluğunun köle anlayışına karşı mücadelesine ve Babil’i alan Perslerin bütün köleleri azat etmesinin nedenlerini daha açık görebilirdi. Köleci toplum katı, sert, kuralcı bir toplumsallıktır. Aristoteles’teki esir tabakası, bütün insanlığı sarar, sadece insan doğasının uygunluğunu belirttiği Aristokrasiye hizmet eder. Bunun dışındaki bütün toplumsal dokular, köle ve barbar anlayışıyla mahkûm edilir. Bunlar insan değildir, araçtır, sakatlanmıştır, hastalıklıdır. Bu düşünsel boyuttan kopmak Hegel’le üst boyuta ulaşan Avrupa merkezci ideolojiden kopmaktır. Kültürü ve kültürel oluşumunun bütün kaynaklarını Avrupa olarak gören bu anlayış, yönetme ve sömürgeleştirme kabiliyetlerinin hep kendilerinden olduğunu söyleyeceklerdir bize.

Köleci toplumlara baktığımızda fahişelik açık ve meşru hale geldiğini görürüz. Köle ekonomisinin yarattığı bir sonuçtur bu. Köle sahiplerinin ellerinde bulunan kadın köleleri önce çevresindeki elit yöneticilere sunduğu sonra ise bunları parayla pazarlamaya başladığı bilinen bir durumdur. Köle ekonomisi ile kadın bedeninin pazarlanması iç içe girmiştir. Kadının hem köle olması hem de ideolojik olarak köle anlayışıyla şekillenmesi fahişeliğin yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Feodal toplumda senyörün ilk gece hakkı, ne kadar feodal toplumu işaret etse de, ardında köleci toplumdan gelen ideolojik anlayış vardır. Köleci toplum ideolojik olarak ondan sonraki toplumları yoğun bir şekilde etkilemiştir. Bugün kapitalist toplumda bile geçmiş köleci toplumdan gelen o anlayışın nüveleri vardır. Köleci toplumun ideolojik boyutu yönetenler ve yönetilenler hiyerarşisini belirlemiş, böylece hak ve hak etmeyenler arasındaki bölünmeyi yaratmıştır. Hak ve hak etmeyenler arasındaki statükolar, kul köle statükosunu belirleyen statükolardır. Platon toplumu beşe bölerken böylece hak edenler ve hak etmeyenleri belirlerken, toplumsal adaletin sınırlarını da belirliyordu.

Osmanlı toplumunun yönetici kadrosu kul ve köle sistemi üzerinden şekillenmiştir. Bütün üst yapı kullar ve kölelerden oluşur. Osmanlı gayrimüslim halklar genel olarak köle olarak kabul edilen halklardır. Osmanlı’da vergi sistemi de bu köle ekonomisi anlayışı üzerinden şekillenir. Bu köleci anlayışın somut Osmanlı’ya çalışanları olarak olmasa da, bunlar köle olarak kabul edilir ve yoğun vergi sistemine tabii tutulurdu. Osmanlı ekonomisi içinde köleler de vardı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın elli bin kölesi olduğu biliniyor. Savaş esirlerinin köleleştirilmesi olağandı Osmanlı’da ve alınan şehirlerde ganimet olarak kölelerde alınırdı. Bu yüzden yaygın bir cariyelik sistemi vardı.

Kapitalizmin kuruluş sürecindeki sömürgeci anlayışı köle ekonomisinden nasıl ayırt edebiliriz. Milyonlarca insan köle yapılmış, yok edilmiş, kapitalizmin hızlı bir şekilde ekonomik güç olmasına neden olmuştur. Devletlerin dayandığı korsan ekonomisinin köle pazarı üzerinden döndüğünü iyi biliyoruz. Amerikan’ın büyük güç olmasının nedeni yoğun köle emeğinin ortaya çıkarılmasıdır. İnsanları köleleştirme kapitalizmin genel dokularından biridir. Hâlâ bu anlayış kapitalizmin damarlarının içinde canlılığını koruyor.

Kapitalizmin kuruluş sürecinde işçi sınıfının öneminden dem vururken aynı zamanda bu köle emeğinin öneminden daha yüksek sesle bahsetmek gerek. Aydınlanma filozoflarının o büyük insanı duygularından bahsederken, her zaman bu köle anlayışının üstünü örten bir noktadan baktıklarını unutmamak lazım. Köleci toplumun ideolojik boyutu, Aristoteles ve Platon’a dayanır. Aydınlanma filozoflarının çoğu bu noktada onların devamcılarıdır. İnsanın köleleştirilmesini bir hak olarak görmüşlerdir. Yönetme ve sömürme kabiliyetlerinin kendinde olmasıyla diğer halkları insan olarak görmeyen bir hak. Diğer halklar, kadınlar ve çocuklar Aydınlanma filozoflarının o doğal yer veya doğalcılık anlayışının dışında dururlar.

Aydınlanma felsefesinde kadın eyleyen, eylem içinde şekillenen bir insan değildir. O hareketsiz, işlevsiz bir nesnedir. Aydınlanma felsefesinde kadın karmaşa ve kaosun merkezinde yer alır. Kadın anlaşılmaz olandır ve karmaşa ve kaosun merkezidir. Erkek merkezli şekillenen ideolojik boyut tarih boyunca kadını anlaşılmaz olanın merkezi olarak görmüştür. Bu tarih boyunca devam eden Havva’nın zehirli elmayı Adem’e sunması hikayesi ve Pandora’nın açtığı kutuyla kadınlar tarafından kötülüğün yayılması hikayenin farklı bir devamlılığıdır. Aydınlanma filozofları kadın sorununa dair düşünmediği gibi onlarda içkinleşmiş sömürgecilik ve tahakküm ilişkisinin içinde kadının bulunmasına imkân yoktur. Çünkü sömürgecilik ve tahakküm ilişkisinin meşruluğu üzerinden var olan burjuva ideolojisinin insanın insana tahakkümünün ilk nesnesi olan kadını görmesi çok zor. Sömürgecilik ve tahakküm ilişkisinin ilk başladığı alan kadın bedeni ve kadının baskılandırılarak kontrol altına alınmasıdır. Sömürgecilik ilişkisi ise her zaman bize köle ekonomisini hatırlatacaktır.

Bu yüzden sömürgenin ve tahakkümün ideolojisi içinde şekillenen kadın dişiliğini yitirmiş erkeğin şekillendirdiği bir kullanım nesnesine dönüşmüştür. Feminist hareketlerin genel olarak çıktığı noktaya buradan bakmak lazım.

Kapitalizmin ilk çıktığı süreçteki aşk anlayışı da bir çapkınlık ideolojisidir. Çapkın gönülleri fethetmeye çıkmış birisidir. Aslında sömürgeleri ele geçiren yağmalayan burjuvaların bakışının aşk anlayışıyla benzeşir. Bu yüzden kadın av erkek avcıdır. Erkek kadının bedenini yağmalayan bir yaratıktır. Bu yağma kültürünün bir yanı ise köyü yıkıp yerine şehre koymaktır. Burjuvaziye göre aşk ancak şehir içinde var olabilir. Modern toplum ve aşk anlayışı kentin hükümranlığını kabul etmekle iç içedir. Burada belirginleşen kent ise burjuva ideolojisinin şekillendiği alandır. Günümüzün burjuva aşkı ise aşkın ve insanın biricikliğini yok eden bir aşk anlayışıdır. Aslında nasıl bir aşk sorusuna devrimciler doğru cevap vermelidir. Bu soruya doğru cevap verip üretebilmek devrimci kadroların dünyayı daha geniş algılamasını sağlayacağı gibi yeni militanların daha güçlü olmasını sağlayacak. Aşkın estetik insani bir yaratım olduğunu ve eleştiri öz eleştiri kültürü üzerinden şekillendiğini unutmadığımız sürece sorun yok. Bu bakış bize çok şey kazandıracaktır.

Kadının üretim alanında kapitalistlere göre düşük enerji harcaması kapitalistler için düşük ücretin gerekçesidir. Artı değer sömürüsü ve ortaya çıkacak emek arasındaki ilişki kadınlara dair yargılı bakmayı devamında getirir. Kadın enerjisinin büyük bölümünü ev işlerine, çocuk bakımına ve çocuk doğurma sürecine harcar. Bu ise kapitalist için az emek ve düşük ücret ön yargısının şekillenmesini sağlar. Kapitalist için kadının yaşam ortamını değiştirmek onun birincil sorunu değildir. Kapitalist için yoğun emek önemlidir. Sekiz saatlik iş gücüne rağmen kapitalist kadınların koşullarını değiştirmek için adım atmaz. Diğer yandan kadın çalışmasa bile fabrika alanının içindedir. Kocasının çalışması sürecinde ev işlerinin yükünü kadın çeker. Ev bu anlamda fabrikanın devamı veya bir parçasıdır. Kapitalistlerin böyle bakmaması olağan fakat işçi sınıfı hareketinin siyasal yapıları da evle iş arasındaki ilişkiyi göz ardı eder. Burada şekillenen olgu kadın emeğinin görünmezliğinin şekillenişidir. Genellikle kapitalist işçiye tekil bir kişi gibi bakar. İşçinin bir ailesi olduğu göz ardı edilir ve sosyal bir varlık olduğu.

İşçiyi bir aile olarak düşünmese de kapitalist kullanışlı bir ev ekonomisinin sömürüsü için hareket edebilir. Ev içinde yapılan işlerin yaygınlaşması ile kapitalistin bu mantığının arasında ilişki vardır. Ev içinde fabrikaya yönelik üretim olması, aynı zamanda çok çeşitli sosyal haklardan uzak daha yoğun sömürü olanaklarının ortaya çıkmasıdır. Bu durum kapitalistler için önemlidir. Hem kendi haklarından feragat etmiş bir kitle hem daha ucuz emek sömürüsüdür. Kadın emeğinin ortaya çıkmasında bu süreçlerinin önemi büyüktür. Kadın işçinin bu alanda var olması kapitalistlerin yoğun sömürü anlayışıyla birlikte şekillenir. Yoksulluğa itilen işçi sınıfı ve ailesi bu yoksullukta dayanak bulmak için ev ekonomisini zorunlu görür. Oysa o yoksulluğun bitmeme nedeni kapitalistlerin bitmeyen kar hırsıdır.

Fakat genel olarak işçi sınıfının bireyleri de emek üretimini parçalı düşünür. Bu ise kapitalist ile işçi sınıfı bireylerini aynı zeminde birleştirir. Tek başına çalışan işçi, emeği üreten bu emeği tek sahibi ve üreticisi olarak kendini görür. Ona göre de kadının üretken emeği yoktur. Bu emek üretkenliğine bütünlük içinde bakmaz. Kadının emek üretim alanında olmamasını fabrikada çalışmakla özdeş görür. Onun için bir ev ekonomisi görüngen bir emek değildir. Böyle olunca kadının ikinci planda tutulması olağanlaşır. Erkek işçi eve bakan, kadınsa ev bağlanmış bir hizmetçiye döner. Bu ön yargı emeğin tekil bir kişinin ürettiği anlayışı da sürekli hâle getirir. Emek üretiminin sosyal bir olgu olduğunu görmeyen kapitalistlerle aynı zeminde birleşir. Kadının toplum dışına itilmesi ve sosyalleşme olanaklarını da yitirmesi de bu sürecin gizli kalmış bir tahakkümüdür. Kadın emeği ve sömürülmesi dediğimizde, aynı sorunu feminist hareketlerde de görürüz. Aile bütünlüğünü görmeyen kapitalist ideolojiyle yer yer aynı zeminde buluşur. Emek üretim süreçlerini parçalı gören kapitalistler böylece ittifaklarını da yaratmış olur. Emek üretimini tek tek bireylere güdüleyen kapitalizm, böylece yükselen sınıf mücadelesinin ve feminist mücadelenin karşıtlığına, tüketimine dayalı tek tek bireyi öncül eden bir ideolojik zeminin üreticisi olur. Böylece toplumsal değerler savunusu altında aile savunucusu olarak görünen kapitalizm yavaş yavaş insanların aile bağlarını kopartan ve sorumluluğu sadece birey üzerinden gören bir alt yapının ideolojik zeminini hazırlar. Bunu da özgürleşme ve bağımsızlık veya özel hayat martavalıyla topluma empoze eder. Toplumsal aidiyet duygusunu yitiren kitleler böylece daha kolay kontrol edilir, denetlenir ve kapitalist ekonominin nitelikli elemanlarına dönüşür. Toplumsal sorumluluğundan kaçan tek tek her insanı üretici ve tüketici konumuna indirgeyen kapitalizm böylece toplumsal sorumsuzluğu bireycilik kültürüyle işlerli hale getirir. Bu ise her kişiye ürün satmanın alt yapısını oluşturur. Korkunç bir şekilde tüketimin körüklenmesiyle savurganlık ve israfın yaygınlaşması olağan hale gelir. Topluma bir toplumsal sorun olarak bakmaktan kaçan kapitalistler daha çok ucuz emek üretiminin olanakları ile ideolojisini şekillendirir. İşçi sınıfını siyasal hareketleri ve bazı feminist hareketlerde farkında olarak veya olmayarak bu ideolojik zemine destek verir.

Kapitalizm her zaman kendi ideolojik yapısını oluştursa da, bunun ardında köleci ekonomi de vardır. Kapitalistler kadına her zaman bir köle ve meta olarak bakacaktır. Kadının ikinci sınıf görülmesiyle kapitalizmin feodal toplumu veya pre-kapitalist yıkması arasında ilişki vardır. Bunun yerine konulan bütün insanı duygularında pazarlanmasıdır. Kapitalizm bizi her gün kendi suçuna ortak eder. Basit adı satma ve satılma özgürlüğüdür. Her şeyin metalaşmasına dayanır. Böyle bir dünyada suçluluk psikozu unutulur veya bilinçaltına atılır. Herkes satan ve tüketene döner. Herkes hem suçludur hem faildir. Böyle bir dünyada insanların en çok gereksinme duyduğu insani haller veya duygu yığınakları kapitalist pazarda öne çıkar. İnsanileşmek ile bu pazarın yarattığı atmosfer sürekli metaların satışa sunulduğu yabancılık halini genelleştirir.

Aşk en çok satılan metadır.

Aşk eylemi yoğun bir ruhsallık isteyen eylemdir. Aşık kendi duygusal dünyasını aşk halinde sorgulamadan aşk eylemine devam eder genellikle. Aşkın bilinçli bir eylem olduğu unutulur. (Bilincin, duygu ve akıl birliği olduğunu unutmayalım) Yoğun duygusallık, çok çeşitli nedenselliklerin görünmesini engeller. “Aşkın gözü kördür” halk deyimi bunu karşılar. Bu yüzden aşk bir çeşit gömülme, gerçeklikten kopma, kaosa ve karmaşaya saplanma halidir. Onun hem sisteme yönelme veya sistemde çıkma hali de bu yoğunluğun sorgulanması ile ilgilidir. Bize hep aşkın güdüsel bir eylem olduğunu söyleyecektir, burjuva ideolojisi. “Ota da konar boka da.” Bu ise aşkın bilinçli bir eylem olduğu gerçeğinin üstünü örten, bilinmezciliğe ve mistikleşmeye yol açan bir aşk anlayışıdır.

Burjuvazi sorgulanmanın olmadığı bir dünya isterken aşk eylemliliğini sorgulanma dışına atmaya çalışır. Aşkın dokusu ise çıkar ve menfaat üzerinden şekillenmez. Zorunlu olarak sorgulanmaya dayanır. Onun değiştirici özü bu sorgulanma üzerinden şekillenir. Cinselliğin tabulaştırılması, aşkın tabulaştırılmasını da içinde taşır. Cinselliğin üzerindeki tabular kaldıkça, aşkın sorgulanmasının da yolu açılır.

Aşuk veya divane imkânsız olan’a tutulmuştur. İçi yanar o imkânsızlığın sızısıyla. İşte bu sürekli yanma hali depresyondur. Onu melankolik veya şizofren yapan bu depresyonun ondaki etkisidir. Derviş ve aşuk sadece derdi etrafından algılar dünyayı. O parçalanmış ruh hali içinde döner, çırpınır, parçalanır. Derviş ve aşuk’un giderek azaldığı bir topluma doğru hızlı bir şekilde yol alıyoruz. Kapitalizmin yarattığı kıyameti farkında olmadan. Her şeyin tüketildiği günümüz dünyasında, en çok tüketilen ve yok edilen aşktır. Aşkın metalaşması ve biricikliği yok oldukça bu hayatın bütün alanını kapsayan bir aşksızlığı ve hiçleşmeyi, sıradanlaşmayı getirir. Kapitalizmin yaratmış olduğu kıyamet budur.

Aşk hali, sınırları zorlar, sınırların dışına çıkmaya çalışır. Aşuk imkânsızlıklar içinde imkânsızlığa inanmayandır. Onun arayışı insanın ilk hali gibi bir çocuksuluk ve masumiyet halidir. Bizim 68’in veya devrimcilerin temel özelliği her türlü haksızlığa karşı çıkmaktır. Haksızlığın a’sı, b’si, bizdeni, ondanı olmaz. Bu yüzden hem trajik olan hem imkânsız olanı içinde taşır. Devrimcilere çocuksuluk ve masumiyet kazandıran olgu biraz da budur. Aşk halinin siyasallaşmasıdır. O yüzden toplum devrimcileri, deli, divane, aşuk gibi görür.

Dünyanın hızlı bir şekilde psikiyatristler cehennemine dönmesi, bu hiçleşme, tüketim kültürü ve biricikliğin yok olmasının getirdiği sonuçtur.

1- Çeviri, Cevat Çapan.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar