İlk Çağlardan Günümüze Kadın İmgesi ve Sanat

 Popüler kültür içinde, bağlamından koparılan kadın imgesi hızlı tüketimin bir nesnesi olarak bütünlüklü olarak sanat eserlerine yansıtılamadığından, kanatları budanmış arı kuşu gibi resimden, şiire, öyküye heykele sadece renklerinin parlaklığı yani biçimin öne çıkarıldığı bir imgeyle tasavvur edilir.

Yaklaşık 200 bin yıl önce modern insanın atası Homo sapiensin tarih sahnesine çıkışıyla geçen sürede yani insanlaşma sürecinin başlangıcından itibaren kadınların; bugünkü gibi iş bölümünün olmadığı koşulların getirdiği avantajlı durumla, üretimde diğer bireylerle eşit-özgür bir özne olarak etkin bir şekilde rol aldığını görürüz.

Toplumsal düzendeki basit ekonomik işleyişin, iş bölümünü derinleştirmediği zamanlarda avcılık ve toplayıcılığın başat bir ekonomik uğraşı olması, kadınları erkeğin gerisine düşürmemiş, cinsiyetler arası eşitsizlik henüz belirginleşmediğinden, kadının üretimde erkeğin yanı başında rol üstlenmesini sağlamıştır.

Kadınlar sık doğurganlık yüzünden avcılıktan ziyade toplayıcılığa yönelirken erkekler fiziksel üstünlüklerinin kendilerine sağladığı olanakla daha çok avcılık faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu esnada kadınlar toplayıcılık yaparak komünlere besin desteği sağlamanın yanı sıra hayvanların evcilleştirilmesi ve bitkilerin ıslahında insanlık tarihi açısından çok önemli görevler üstlenmiştir.

University College London’da avcı ve toplayıcı toplumlar üzerine araştırma yürüten antropolog Mark Dyble dönemin cinsiyetler arası eşitsizliğin ortaya çıkışına dair bir açıklamasında: ‘Avcı toplayıcıların erkek egemen ya da daha maço olduğuna dair hala yaygın bir kanı var. Biz ise cinsiyetler arası eşitsizliğin tarım başladığında ve insanlar kaynak biriktirebildiğinde ortaya çıktığını düşünüyoruz.’ diyor.(1)

Neolitik devrim diye adlandırdığımız şey, insanların yerleşik düzene geçmesiyle avcılık ve toplayıcılığın yerini, ilk kez tarıma dayalı bir üretim sisteminin almış olmasıdır. Tabii bu geçişin birdenbire gerçekleşemeyeceği geniş bir zaman diliminde avcılık ve toplayıcılığın da tarımın yanında faaliyet olarak sürdürülmeye çalışıldığı geçişkenlik ve çeşitlilikte olduğunu söylemek daha doğru olacaktır.

İnsan toplulukları; sürülerin takibi, yeni besin kaynaklarının aranması gibi nedenlerle yer değiştirirken başka gruplarla da sürekli rekabet halinde olmuştur. Mobilize gruplar dünyanın farklı yerlerinde ve zamanlarında birbirlerinden bağımsız olarak yavaş yavaş yerleşik hayata geçmeye başlayacaktır.

İnsanlık tarihinde, köklü değişimlerin gerçekleşeceği bu süreçte, verili durumda insan doğal yaşam içerisinde edilgen bir özneyken yani yaşam koşullarını doğanın koyduğu kesin kurallara uygun yaşam mücadelesini sürdürürken artık yeni ortaya çıkan gelişmelerle birlikte yaşadığı çevreye kendi ihtiyaçları doğrultusunda müdahalelerde bulunarak içinde bulunduğu mekânı değiştirip dönüştürebilir hale gelecektir.

Efendiliğe giden yol, doğanın talanıyla başlarken sınıfsal eşitsizliği ortaya çıkaracak yeni üretim tarzının efendileri de artı değerin sahibi olarak toplumsal eşitsizliğin merkezine tarıma dayalı sermaye birikimini koyacak, sınıfsal üstünlüğünü buradan tahakküm edecektir.

Ortaya çıkan birikimin korunması ve paylaşılması yeni toplumsal normların oluşturulmasını gerekli kıldığından toplumdaki hiyerarşik yapı yeni baştan kurgulanacak, eşitsizliğin toplumsal dayanakları toplum nezdinde kabullenilebilir değerler haline getirilecektir.

İnsanın doğaya kendi istekleri doğrultusundaki müdahalesi, günümüzle kıyaslandığında küçük çaplı gibi görünse de çevreye uyum konusunda kısıtlılıkları ortadan kaldırarak nüfus olarak da çoğalmanın yollarını açacak geniş bir coğrafi alanda topluluklara hareket serbestisi getirerek demografik yayılmayı sağlayacaktır.

Avcılık ve toplayıcılık esnasında besin maddeleri biriktirilmez. Grubun günlük besin ihtiyaçları karşılandıktan sonra stoklama diye bir şey gerçekleşmezdi. Herkes avlanan ya da toplanan besin kaynaklarından ihtiyacı kadarını eşit şekilde bölüşerek kullanır, böylelikle aralarında husumet oluşmazdı.

Neolitik çiftçilik, dünyanın farklı bölgelerinde farklı zamanlarda başladığından tarım devriminin 9 ile 12 bin yılları arasındaki geniş bir zaman dilimini kapsayan faaliyetler olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte coğrafi koşullara bağlı olarak her yörenin şartlarıyla uyumlu bölgesel farklılıkların oluşması normaldir.

Tarihsel sürecin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan tarım toplumlarında, yeni toplumsal dinamiklerin gelişimiyle mülkiyet kavramını ortaya çıkması pek çok değişim ve dönüşümü tetikleyerek işlerin seyrini değiştirmiştir. Sınıflı toplumların toplumsal düzende yer almasıyla sınıflar arasındaki çatışmaların nirengi noktası olan özel mülkiyet kavramı toplumsal işleyişte belirleyici hale gelmiştir.

Bereketli tarım havzalarında yeni kurulmaya başlayan neolitik kentler ve köyler zamanla bilgi birikimi ve teknolojiyi ele geçirenler tarafından tarımın yaygınlaştırılmasıyla üretim fazlası yani bir artı ürün ortaya çıkarmıştır. Artı ürünün belirli ellerde toplanması ve üretime dayalı nüfus artışı yönetici sınıfların hakimiyeti farklı zümrelerle ittifak ederek iktidarlarını kalıcı hale getirmesiyle sonlandı.

Özel mülkiyetin çıkışıyla ilgili farklı teoriler ortaya atılsa da günün koşulları içerisinde akla en yatkın olanı; savaşçılar arasında gözü kara biri ya da birilerinin herkesin ortak kullanımındaki bir otlağın etrafına, ilk kazıkları çakarak sahiplenmesiyle, sınıflı toplumların başlangıç tarihinin aynı olması daha akla yatkın bir varsayım olarak gelmektedir.

Gruplar arasındaki alan kapma savaşı erkekleri bir adım öne geçirerek, avcılıktan gelen silah kullanma yeteneklerinin de gelişmişliğine bağlı olarak, mülkiyetin bekçisi savaşçıların mülk sahipleri tarafından örgütlü hale getirilmesi, fiziksel gücün kullanımını daha rantabl hale getirmiş kadının tarihsel ölçekteki geriye düşüşü böylelikle şekillenmeye başlamıştır.

Kültür tarihi üzerine çalışan pek çok araştırmacı da kadın ve erkeğin iş bölümlerinin belirlenmesiyle cinsiyet rolleri arasındaki farkın belirginleştiği üzerine hemfikirdir. Ancak burada tartışılması gereken nokta sözü geçen iş bölümünün nasıl ortaya çıktığı sorusundan çok kadınlara atfedilen işlerin erkeğin karşısındaki ikincil konumuna nasıl geldiğidir. (2)

Kadının erkek karşısında düştüğü ikincil konuma ilişkin çoğu araştırmacı kadın doğurganlığının da etkisiyle toplumsal eşitlik düzeninden kopuşun başladığını, günümüzdeki eşitsizliğin temellerinin özel mülkiyetle birlikte daha da derinleştiğini öne sürer.

Kadının tarihsel süreçteki konumunu çözümlemeye çalıştıktan sonra sözü asıl konumuza yukarıdaki çözümlemelerin ışığında sanata getirmek istersek insanlığın ortaya çıkışıyla yaratıcılığın bir göstergesi olarak sanatın; üretim kaynaklı büyü ve ritüeller etkisinde ortaya çıkıp günümüze ulaştığına şahit olacağız.

Kaydedilen en eski sanat eseri, orta Hindistan’daki Bhimbetka’da Oditoryum mağarası olarak bilinen kuvarsit kaya sığınağında bulunan, 10 kubbe ve bir gravür veya oluktan oluşan ve en az MÖ 290.000’den kalma olduğu bilinen Bhimbetka petroglifleridir. Sanatın doğuşu ve gelişiminde atılan bir adım da bu ilkel kaya sanatına eklenen figürler ve oymalar oldu. Ki bunların da Milattan Önce 250.000’e kadar dayandığı biliniyor.(3)

Yazının olmadığı dönemlere ait bilgilerin bir kısmına, mağaraların duvarlarına çizilen figürlerden yola çıkarak çizilen şematik resimlerden günümüze ulaşabilenleri, ilk sanat eserleri olarak kabul edebiliriz. Hatta bazı araştırmacıların öne sürdüğü gibi bu resimleri mağara duvarlarına işleyenlerin kadınlar olduğu böylelikle ilk sanatçıların kadınlar olabileceği öngörüsü akla yatkındır.

Bu dönemlerde kayalardaki çeşitli ritüelleri barındıran figüratif çizimlerin yanı sıra Venüs heykelcikleri olarak tabir ettiğimiz kadın figürlerinin de ilk kez ortaya çıkmaya başladığını görürüz.

Venüs heykelcikleri, genellikle dişilik organları abartılmış, Paleolitik çağdaki ilk sanatçılar tarafından yapılmış özgün figürlerdir. Bu objeleri tasarlayanlar, kadın formunu ilk kez estetize ederken geçmişteki toplulukların kadın imgesine bakış açısına ait ipuçlarına ulaşmamızı sağlıyor.

Bu dönemin heykellerinde erkeklere ait figürlere pek sık rastlanmaması konuya ilişkin bilim insanlarının ilkel toplumlarda kadın doğurganlığını bereketin göstergesi olarak üretimle ve ana kültüyle ilişkilendirilmesi gerektiği savını doğrulamaktadır.

Paleolitik mağara resimlerinde, heykellerde insanların beslenme sorunlarının çözümündeki mitsel yaklaşımı ve kadının bereketi sağlayacak doğurganlığın cinsel bir objesi olarak betimlendiği bellidir.

Malzeme olarak taş, kil ve kemikten tasarlanan küçük boyutlu objelerin civardaki daha büyük boyutlu materyallerin kullanılarak yapılmamış olması, yerleşik olmayan toplulukların taşınabilir özellikteki eserleri tercih ettiklerini göstermektedir.

Dinsel ritüellerin bir yansıması sayılan küçük objelere zamanla topluluk içinde kutsallık atfedildiği için atalar kültünün bir devamı olarak bir yerden bir yere göçerken yanlarında götürülmesi dinsel mitlerin sürekliliğini de ifade etmektedir.

Kadın imgesinin geçmişten günümüze sanat eserlerine yansımasını takip etmek verili bilgiler ışığında bizi zorlu bir yolculuğa çıkaracaktır. Özellikle ilkçağlara ait yeni buluntuların eskiye oranla daha sağlıklı ve nesnel bir şekilde yorumlanıyor oluşu işimizi biraz daha kolaylaştırmaktadır.

Kadın bedeni duygularından kopartılmadan öz biçim diyalektiğiyle sanat eserlerine tarihsel süreçte nasıl dönüştüğünü, zaman içerisinde farklılaşan toplumsal yapıyla birlikte değişimi izlemeye devam etmek için konuyu diğer çağlara da yaymamız gerekecek.

Antik dünyanın sanat eserleri üzerinde görülen insanların aşk, çıplaklık, cinsellik, erotizm-pornografi gibi eylemleri, din ve ahlak açılarından araştırmalara konu olmuştur. Mermer heykellerde, stellerde, duvar resimlerinde, maden ve pişmiş toprak eserler üzerindeki çıplaklık tek tanrılı ahlakçı inançlar tarafından reddedilirken, modern araştırmacılar bu eserlerin yaratıcısı olan toplumların ahlaki duruşunu anlamaya yönelik çalışmalar yapmaktadır.(4)

Eski Yunan’da din ve mitoloji iç içe geçmiştir. Doğanın insanlaştırılarak mitoslar üzerinden yeniden düzenlenmesi, mitosları sanatçılar için güçlü bir esinlenme kaynağı yapmıştır.

Yunan mitolojisinde çok sayıda tanrıça yer almasına rağmen bunlardan pek çok sanatçıya esin kaynağı olan üç tanrıçanın öne çıktığını görürüz. Bunlardan ilki Hera’dır. Tanrılar tanrısı Zeus’un karısıdır, her zaman güçlü, cesur ve güzel kadın olarak anlatılır ve betimlenir.

Athena, zekâ, sanat, strateji, ilham ve barışı eden bir tanrıçadır. Roma mitolojisindeki karşılığı Minerva’dır. Helen öncesi Minos uygarlığına ait bir tanrıçayken Yunanlılar tarafından kabullenilerek daha önceleri ev işleyişlerini gözeten bir tanrıçayken, askeri bir düzene sahip Yunanlılar tarafından akla ve stratejiye dayalı savaşın tanrıçası, kentlerin koruyucusu bir mit haline getirildi.

Hesiodos, Theogonia (Tanrıların Doğuşu) adlı kitabında Yunan mitolojisinin tarihsel kökenleri hakkında ipuçları verirken Athena’ya özel bir yer ayırır.

Ve Zeus çıkardı bir gün kendi kafasından
çakır gözlü yaman Athena’yı
o dünyayı birbirine katan tanrıçayı,
o hiç yorulmadan orduları yöneten,
o cenk ve savaş bağrışmalarından hoşlanan
yüceler yücesi sayılan tanrıçayı.

Afrodit, güzelliği ile plastik sanatlardan, şiire, tiyatroya sanatçılar tarafından detaylı şekilde ele alınarak sürekli sevilen temaların başında yer almıştır. Bütün tasvirlerde zarafeti ve çekiciliğinin yanında güçlü bir kadın imgesi olarak karşımıza çıkar.

Mitler dünyasının gizemli sayfalarında entrikalar ve çekişmeler içinde gezinirken Pandora’nın yeryüzüne kötülüğü bir kutudan salıveren trajik hikayesi de insan zaafının tanrılardan farklı olarak yansıtılması açısından atlanmaması gereken bir hikayedir.

Dönemin eserlerinde tanrıların birbirlerine yaptıkları, komplimanlar erotik fanteziler ve iki cins arasındaki ya da aynı cinsler arasındaki cinsel eylemler din ve büyüyle harmanlanarak yansıtılmıştır.

Antik çağ buluntularından vazolar, yağ kandilleri gibi günlük yaşamdaki objeler üzerinde sanatçılar cinsellik ve erotizm temalı figürleri işlemişlerdir.

Ayrıca biraz önce bahsettiğimiz cinsellik ve erotizm temalı sahnelerin dışında fallus ve cinsel organ tasvirleri, Antik Yunan’dan başlayarak Roma‘da sanatçılar tarafından tercihen en sık kullanılan tasvirlerdi.

Fallus genellikle sanatın çeşitli formlarında Hermes, Pan, Priapus ya da benzer tanrılar üzerinde tasvir edilirdi. Erotik olarak görülmekten ziyade, sembolizmi genellikle koruma, bereket ve hatta şifa ile ilişkilendirilirdi. Pompei’de ailevi ve ticari ortamlarda kullanılan bir dizi fallusu daha evvel görmüştük. Bu durum, fallusa yüklenen koruyucu özelliğin net bir yansımasıdır. (5)

Antik Yunan ve Roma’da heteroseksüel ilişkilerin çoğunlukta olduğu sahnelerin dışında az da olsa eşcinsel ilişkiler ve hayvanlarla ilişkiler de estetik formda aktarılmıştır.

Figürlerin yapımında insanlardaki bugünkü gibi tahrik ya da cinsel isteği kamçılamanın dışında cinselliği kadın doğurganlığına bağlayan bir hazzın peşinde yürütüldüğünü düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Dönemin cinsel anlayışını o günkü değerler üzerinden ortaya koyarken ataerkil yapının dinselliğin de etkisiyle erkeği merkeze koyan ahlaki ve etik değerlerinin bir yansımasını plastik sanatlarda daha canlı bir şekilde görebiliyoruz.

İnsan bedeni, bir arzunun nesnesine dönüşmeden önce, sanatçıların ona tanrısallık biçerek göklerden yeryüzüne indirmeye çalıştığı, kutsallığı parlatılmış olağanüstü bir öznenin tasarımı olarak düşünülüyordu.

Kutsal olanı görünür kılmak sanatçının bütün birikimini ortaya koyma çabası, sanatsal çalışmalarının varoluş sebebi olarak değerlendirildiğinden ilkçağlardan beri ayrıcalıklı bir konumda olan sanatçılar yöneticiler ve varlıklı sınıflar tarafın el üstünde tutularak finanse edilmiştir. Rahat konumda ve iktidarın çeperinde konumlanmak sanatçı açısından sanatsal üretime ve yaratıma fazlasıyla zaman ayırarak estetik kaygıların öne çıkmasına ve sanat eserlerine yansıtılmasını sağlamıştır.

Bu estetik çabanın eserlere yansıtılması mitolojik tanrıların sınıfına konulan insan bedenin yüceltilerek olumlanması çabası, çağlardır sanatçıların başlıca ereklerinden biri olmuştur.

Tanrıyla adeta eşitlenen insan bedeninin kusursuzluğu ortaya koyulmak istenirken tanrıların olağanüstü biçimlerinin de dışavurumu gerçekleştirilerek tanrısal güzellik sanatçı tarafından kadın bedeninde görünür hale getirilmek istenmiştir

Modernizm, insan bedenini fetiş hale getirerek çağlardır bedene yüklenen kutsallığın simli örtüsünü sıyırıp aldı. Kadın imgesinin eski çağlardaki yarı tanrısal masumiyetinin olumsuzlanarak tüm çıplaklığıyla görücüye çıkarılmış olması, kadını hiçleştirmiş, kendi bedenine yabancılaştırmıştır.

Modanın bir pazarlama unsuru olarak ortaya çıkışıyla birlikte, özellikle kadın bedenin ticari pazarlamanın tamamlayıcısı olarak pornografik bir hezeyan olarak piyasaya sunulmuştur. Dönemin moda edebi akımlarında kadın özünden koparılmış, bütünlük dizgesi kırılmış kadının varoluşu sakatlanmıştır.

Günümüzdeki sanat dallarında, kadın imgesinin deforme edilerek sadece cinsellik ve pornografinin öncelenmiş olması, ters yüz edilen gerçekliğin yeniden diyalektik kurgusunun yapılmasını ve alımlayıcıyla bütünleşik olarak sunulmasını zorunlu kılmaktadır.

Çırılçıplak yüzleşilen bu dönemden sonra insanın özünden uzaklaştırılan aşk, arzu, sevgi, kıskançlık gibi kavramlar, yabancı yüz ve bedenlerde tek yönlü ve yüzeysel olarak özünden koparılmış haliyle piyasaya sürüldü.

1980’li yıllardan sonra, kitle iletişim araçlarındaki baş döndürücü gelişmeler medyanın sanatı araçsallaştırmasıyla küreselleşme politikalarında, sisteminin önünü açacak, ekonomik-kültürel kodlamalarla kadın imajını yeniden biçimlendirilmiştir.

Kültür endüstrisini; kavramsal düzeyde bütün bileşenleriyle çözümleyerek toplumsal dinamiklerini ortaya koyan Frankfurt Okulu temsilcilerinden T.Adorno kitli kültürünün bir yansıması olarak “kültür endüstrisinin ana eksenin, meta, şeyleşme ve fetişizm” kavramları olduğuna özellikle vurgu yapar.

Kültür endüstrisinin yüzeyde olanı aynılaştırarak tekrar ettiğini ve bu pratikleri üzerinden kopyala yapıştır tekniğiyle global dünyada, her yerde uygulanabilecek kalıplar oluşturduğunu, bu prototipleri yaygınlaştırdığını görebiliyoruz.

Onlara sorsanız demokrasiye dayalı çeşitlilikten, her bireye özgü farklılıklardan bahsederek toplumcu felsefeyi reddederler. Oysa onların çeşitlilik dedikleri şey, döktükleri kalıplara uyma becerisi yani bireysel elverişliliktir.

Biraz önce bahsettiğimiz postmodern kalıplar ve karakter özelliği gösteremeyen yani bir türlü değişimin öznesi olamayan bedensel hazza odaklı “tipler” toplumsal dokuyu akışkanlığıyla girdiği her yerde kuşatmıştır.

“Cinsellik” öne çıkarıldığında temsili bir kadın imgesine ihtiyaç duyulur. Sanattaki bu temsiliyet idealleştirilmiş kadın imgesinin yüzeydeki görüntülerinden başka bir şey değildir.

Kısacası dönemin kadına bakış açısını yansıtan ortalama bir estetik bakış açısının toplamından ibarettir. Feminist hareketlerin konuya dair müdahaleleri sınıfsal bakış açısından uzak olduğu için kadın bedenin özgürleştirilmesini teoride savunurken bunun imgesel düzeyde sanata yansıtılması konusunda popüler kültürün döngüsünü kıracak yetenek ve esneklikte olamamıştır.

‘Cinsellik’ kavramı üzerinden temsil edilen kadın imgesi gerçek dünyadan sadece bir kesit gibidir. Gösterilen imge, kadınla ilgili ‘ideal’ olanı temsil eder. Söz konusu ‘ideal’ olan ise, dönemin ihtiyaçlarına ve toplumun yönlendirilmek istendiği kültürel biçimlere uygun olarak iktidar tarafından belirlenen öğelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla ‘gerçek’ dünyayı ifade etmediği de düşünülebilir. Çünkü oluşturulan imge, insan bilincinin bir kurgusudur. Sanat da bu kültürel inşadan etkilenerek söz konusu kavramları kendi alanında sergilemektedir.(6)

Sanatsal bir imge olarak kadının bedeninin kullanılması cinselliğin ve erotizmin öne çıkarılarak diğer kadınlara bir rol model oluşturulmasıyla sonuçlandığını daha önce belirtmiştik. Sosyal medyada sistematik çeldiricilerle kışkırtılan kadın imgesi; moda, estetik, kozmetik, sağlık vb. gibi alanlarda dolaşımdaki sermayenin miktarı genel içinde ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Tüketim toplumunda çeşitlenen pazarlama teknikleriyle kapitalizm kadın bedenini metalaştırılmış bir tüketim nesnesine dönüştürmüş, zevkle özdeştirerek estetik bütünlüğünden koparmıştır.

Sanatın, toplumsal dinamiklerle bağlarının kopartılarak sadece kadın bedeni üzerinden bir pazarlama aparatına dönüştürülmesi, aşkın toplumsal yanının tüketilmesine hatta önüne bariyerler çekilerek sadece temsili arzunun öne çıkarılarak kadını sermayenin inisiyatifine teslim eden modern bir ikona dönüştürmüştür.

Sığlık ve benzerlik at başı birlikte gider ve sanatın yıkıcı ve yeniden kurucu gücü toplumsallıktan gelir. Sanatın gerçeklikten dolayısıyla toplumsallıktan uzaklaştırılarak gündemleşen sıradanlık bütün yanlışlarıyla doğru gibi gösterilerek her saniye yeniden inşa edilir.

Popüler kültür içinde, bağlamından koparılan kadın imgesi hızlı tüketimin bir nesnesi olarak bütünlüklü olarak sanat eserlerine yansıtılamadığından, kanatları budanmış arı kuşu gibi resimden, şiire, öyküye heykele sadece renklerinin parlaklığı yani biçimin öne çıkarıldığı bir imgeyle tasavvur edilir.

Arı kuşlarının çoğalan seslerinde; biçim ve öz diyalektiği sağlandığında hem onların parlak renklerini hem de özgürlüğe kanat çırpan sonsuzluğun yıkıcı gücünü sanat eserlerinde yakalamış olacağız.


Kaynakça:

(1) arkeolojisanat.com/shop/blog/bu-paleolitik-figurler-kimlerdi_3_1352174.html
(2) arkeofili.com/paleolitik-donemden-en-etkileyici-10-venus/#google_vignette
(3) arkeofili.com/tarih-oncesi-donemden-11-magara-sanati/
(4) gcris.pau.edu.tr/bitstream/11499/50934/1/women-image-in-arts-and-advertising.pdf

Dipnot:

(1) arkeofili.com/avci-toplayici-toplumlarda-cinsiyet-esitligi-vardikadin-ve-erkek-esitti/
(2) arkeofili.com/bu-paleolitik-figurler-kimlerdi/
(3) dergipark.org.tr/en/download/article-file/2558686
(4) sanatakademi.com.tr/sanat/sanat-nasil-ortaya-cikti
(5) dergipark.org.tr/tr/download/article-file/152424 Syf:

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar