Gıcır Gıcır

Eşyaları yerleştirdikten sonra, kanepemi açıp kapamak istedim, fakat alttan gelen bir 'çat' sesiyle irkildim. Mekanik parçalardan biri kırılmış ya da yerinden çıkmış olmalıydı. Durumu anlamak için kanepenin altındaki bez parçasını açtım ve ne yazık ki, açılır kapanır mekanizmanın kırıldığını gördüm.

Bembeyaz saçlı, hafif kamburu çıkmış oval ve kalın camlı gözlüğüyle müşteri bekleyen beye alçak bir sesle “Merhaba” dedim. Şöyle bir baktı bana sonra gözlüğünü eline aldı. Bir de o şekilde baktıktan sonra, “Buyurunuz Beyefendi.” dedi

Tedirginliğimi atmış “gıcır gıcır” adlı dükkândan pek gıcır olmayan ürünleri almak için içeri doğru yol aldım, beyefendinin arkasından.

“Belli ki işyerinin sahibi olan bu bey, bir taraftan da sorular soruyordu: ‘Ne alacaksınız? Biliyorsunuz ki geniş bir ürün yelpazemiz var. Yoksa ne işiniz olur değil mi?’ Benimki de laf, ya bir şey alacaksınız ya da bir şey soracaksınız.”

Eskicide eski eşya fiyatı sormak ve almak sorun. Bir tarafım “al” diyor, diğer tarafım “eskiciye mi kaldın?” Annemin bir sözü aklıma geldi: “Bitpazarına rağbet olsaydı nur yağardı.”

İçeri girdiğimde ışık hayli güçsüzdü. Belki dışarıdan girmenin etkisidir diye düşünürken, saçlarının beyazı yüzündeki sakalına karışmış pamuk dedenin bilgi ve ışığıyla aydınlanarak ilerledik. Tabii ki eşyaları seçmek için ışığı yeterli olmadı. “Oğlum, şu ışıkları açar mısın?” dedi.

Işıklar açılınca etraf hayli ferah oldu. Bir eskici dükkanından çok antikacı dükkanına girmiş, hatta bir müzenin içinde geziyor gibi bir hisse kapıldım. Açılan ışıkla birlikte girişte büyük bir tablo bana “Hoş geldin” diyordu. İçimden “röprodüksiyon resimler olmalı diye” geçirdim. İbrahim Çallı’nın orijinal resminin salonu süsleyeceği ya da satılması için konulmasını düşünmedim. İlk tepkimi verdim. “Pardon beyefendi, resimler de satılık mı yoksa dükkanınızın bir mütemmim cüzü mü?”

Pamuk Dede, “Öncelikle hoş geldiniz, beş geldiniz. Adım Cavit, bu galerinin, pardon, bu dükkânın Allah’tan sonra ikinci sahibiyim.”

“Sevindim beyefendi, bende Halis. Halis Muhlis alıcıyım.”

“Hayli cevval ve espri yüklüsünüz. Tekrar hoş geldiniz. Bu dükkân biraz karışık. Siz ne aramıştınız ya da neye talipsiniz diyeceğim.”

“Beyefendi, buraya girince ne alacağımı bile unuttum. Kendimi bir galeride, sonra bir müzede hissettim. Şaşırtıcı, şimdi ise bu köşeye baktığımda bir eskici dükkânı görüyorum. Henüz alacağım şeylere gözüm tanıklık yapmadı.”

Pamuk Dede, “Talebiniz neydi?”

“Kanepe, koltuk tarzı şeyler bakıyorum.”

“Bak, senin için alt katımızda güzel eşyalarım var. Takip eder misiniz?” dedi merdivenlerin başına gelince ışığı yaktı. Sonra bana döndü: “Dikkat edelim inerken, çünkü bu basamaklar in, çık o kadar deforme oldu ki… Ayağınız kayabilir. Korkulacak bir şey yok ama tedbiri elden de bırakmayalım.”

Yavaş ve sağlam adımlarla, önde o, arkada ben, depoya indik. Alanı kaplayan eşyaları buraya üst üste yığmışlar. Ancak benim almak istediğim kanepeler göz önündeydi. Ceviz kaplama bir kanepeye doğru yürüdüm; güzel ve temiz görünüyordu. İçimden, acaba hiç kullanılmış mıdır diye geçirdim.

Cavit Bey, “Güzel parçalar bunlar. Bu kanepe eklentilerini eski bir dostumdan aldım. Toplamda bir yıl kullanılmıştır. Yani bir yıllık değil, yanlış anlama, eski ama eskimeyen bir mobilyadır. Şimdilerde böyleleri üretilmiyor, hatta sanki hiç kanepe üretilmiyor. Eşi öldükten sonra ülkesine küsüp ‘Burada ne işim var?’ diyerek terk etti burayı.”

“Nasıl yani? Başka bir şehre mi taşındı?” diye sordum.

Cavit Bey, “Hayır, hayır. Almanya’da işçi olarak çalışıyordu, emekli olduktan sonra anavatanına geri döndü. Sonra bu Covid belasında eşini kaybetti. Almanya aşıyı bulduğunda ‘Boşuna geldim,’ diye hayıflandı. Adamların ülkesine gavur mavur diyoruz ama her şeyin en iyisi onlarda var,” diyerek evini ve içindeki eşyaları satışa çıkardı. Hatta satışları bile beklemedi. Sanırım evini, bu süreçteki ucuz kredilerle alan birine, değerinin altında bir fiyata sattı. Ama eşyaları aynı hızda satılamadı maalesef.”

“Haksız da değil… Bizim Türkiye’den giden bilim insanları, Almanya’da insanlığa fayda sağlayacak aşıyı geliştirdiler. Almanya’da olsaydı, eski dostunuz belki de ilk aşılananlardan biri olacaktı.”

Cavit Bey, “Kader bu. Yazılmışsa alnına, ölüm nerede olursan ol gelir bulur seni.”

“Yani kaderinde burada ölmek yazılmış diyorsunuz.”

“Başka ne diyebilirim ki… Neyse, siz beğendiniz mi o kanepeyi ve eklentilerini?”

“Güzelmiş, ilginç ve sağlam bir şeye benziyor. Fiyatı da uygunsa almak isterim.”

“Siz yeni bir ev mi kuruyorsunuz, yoksa öğrenciler için mi?”

“Yok, yok, kendim için alıyorum. Burada bir fabrikada tekniker olarak iş buldum. Uzun süredir iş arıyordum. Oraya özgeçmişimi bırakmıştım, geri dönüş yaptılar… İyi de yaptılar. Tabii ki, şehrinize başka bir şehirden geldim. Param yok, pulum yok. Burada, ikinci el eşyalarla geçici olarak evi kurmayı düşünüyorum.”

“İşe başlamanıza ve şehrimize gelmenize çok sevindim. Hayırlı olsun.”

“Bakalım, şehriniz bu küçük kulu nasıl karşılayacak. Umduğumuzu bulabilecek miyiz? Umudumuzu büyütmek için doğduğumuz yerden, doyacağımız şehre geldik. Hadi bakalım, hayırlısı.”

“Aman, o kadar ağlak olma evladım, yiğidim. Herkesin nasibi vardır bu dünyada… Sen boşuna gelmedin dünyaya, belki de benim dükkâna. Sahi, neye ihtiyacın var? Hadi, söyle bana. Bak, bu kanepeyi ve yanında sana bu masayı veriyorum. Üstüne bir de ocaklı fırın, yanında düdüklü tencere ve masanı donatacak kap kacak… Bak, bu son saydığım şeyler sana armağan olsun. Parayı da dert etme… İlk maaşında bir kahvemi içmeye gelirsin.”

“Gerçekten mi? Eskici dükkanında şansım döndü… ‘Tamam, Hacı Amca,’ dediğimde…”

“Lütfen, bu ‘Hacı’ meselesini bırak. Öyle unvanları sevmem. Hacca gitmişliğim var ama kendime öyle şeyler söylenmesinden hoşlanmıyorum.”

“Kusura bakmayın… Tabii ki, her gördüğümüz sakallıyı hacı sanırsak, olacağı bu. Sizin gibi değerli bir kişiye rastlayınca şaşırıyor insan.”

“Tamam, tamam, geçelim bunları… Anlaştık, değil mi? Adresini ver, ne zaman uygun olursan bizim çocuklar getirsin. Evine kadar çıkarırlar… Üç-beş de onlara verirsin.”

“Cavit Amca, ‘üç-beş’ derken bu rakam nedir? Samimiyetinize güvenerek ‘amca’ diyorum.”

“Dert etme… Tamam, o da benden olsun. Sen adresini ver, gerisini bana bırak. Evini bizim eşyalarla düzelim. Bir hayrımız dokunsun. Zaten bizim adamımız… Darda olan birine yardım etmek isterdi… Hayırlı olsun.”

Cavit Amca’nın dükkanından ayrıldım, diğer eksiklikleri de gidereyim diye düşündüm. Arabayla gideceğim için, göç göbelek onları da götürebilirim diye dükkândan çıktım.

Alabileceklerimi aldım ve ikinci el piyasasından evimin yoluna düştüm. Alışverişimi tamamlayıp, ikinci el pazarından aldıklarımı evime doğru götürdüm. Bekar bir ev için bu kadar yeterliydi; geriye sadece marketten yiyecek almak kalmıştı. Eşyaları taşıyan gençlere, cebimden çıkardığım iki yeşil banknotu uzattım.

Onlar ise, “Olur mu abi, Cavit Baba bu işi halletti,” diyerek parayı reddettiler. “Yok, yok, siz alın bunu, bir yemek yiyin. Peki, kartvizitin var mı?” diye sordum. “Kartvizit mi?” diye şaşırdılar. “Size nasıl ulaşabileceğimi gösteren bir telefon numarası olan kart,” diye açıkladım.

“Anladım abi, siz telefon numaranızı verin, ben yazayım ve arayayım; böylece doğru kayıt yapmayı da öğrenmiş olurum,” dedi biri. Telefonumu aradılar, çaldı. Sarışın genç, “Nakliyeci Sebo olarak kaydedebilirsiniz, izninizle,” diyerek ayrıldılar.

Eşyaları yerleştirdikten sonra, kanepemi açıp kapamak istedim, fakat alttan gelen bir ‘çat’ sesiyle irkildim. Mekanik parçalardan biri kırılmış ya da yerinden çıkmış olmalıydı. Durumu anlamak için kanepenin altındaki bez parçasını açtım ve ne yazık ki, açılır kapanır mekanizmanın kırıldığını gördüm. “Ucuz etin yahnisi” deyimi aklıma geldi. Yapacak bir şey yoktu; taşıyıcı gençlerin bıraktığı telefon numarasını aramak en iyisiydi. Aslında onları başka bir şey için çağırmayı düşünürken…

Bezi zorla açtım ve karşıma çıkan manzara pek de iç açıcı değildi: kırık bir mekanizma. Parçanın düşüp düşmediğini kontrol ederken, tozlu ve sararmış bir zarf buldum. Bu zarfın orada ne zamandır durduğunu ya da nasıl yerleştirildiğini merak etmeden edemedim. Zarfı zorlukla açtım ve içinden döviz çıktı. Sevinçle dolup taştım; adeta bir hazine bulmuş gibi hissettim. Zarfı kenara koydum ve nakliyecileri aramaya karar verdim.

“Nakliyeci Sebo mu?” diye sordum. Karşıdan, “Evet abi, bir şey mi unuttuk?” diye bir ses geldi.

Kanepe arızalı çıktı ve bir tamirciye götürülmesi gerektiğini söyledim. “Ondan daha basit ne var, abi? Bizim arka sokakta bu tür şeylerin ustaları var, hallederiz abim. Hemen geleyim mi abi?” dedi.

“Neden olmasın, bir an önce halledelim.”

Kanepeyi birlikte taşıdık; ben, şoför ve onun kardeşi. Kanepe arkada, biz önde tamirciye doğru yola çıktık. Tamirci, “Böyle şeyler olur, kullanılmış olmasından değil, kullanılmamasından kaynaklanıyor. Örneğin, kanepenin mekanizması düzenli çalışmalı, aksi takdirde paslanır ve oksitlenir. Ne demişler, ‘işleyen demir ışıldar’,” dedi.

Beni tamircide bırakıp gittiler ve usta geldi. “Hastanın neyi var?” diye sordu. Ben de, “Sanırım doktor sizsiniz,” dedim.

Usta, “Her türlü kırık, çıkık tamir benden sorulur,” yanıtını verdi. Durumu anlattım ve usta, “Telefonunu bırak, elimdeki işi bitirince bakarım. Tedavi uzun sürmez,” dedi. Fiyatı sordum, “Hallederiz, lafı mı olur,” diye yanıtladı.

“Usta, aldığım fiyat kadar masraf çıkarma, yoksa yenisine bakarım,” dedim.

“Gönlünü rahat tut, atla deve değil, hallederiz,” dedi.

“Öyle mi, tamam ben gidiyorum,” dedim. İçimden, keşke zarftaki dövizleri alıp döviz bürosunda bozdursaydım diye geçirdim. Sonra, bu paralar kimin diye düşünmeye başladım. Eskicinin mi, yoksa ona getiren ilk sahibinin mi? Kanepeyi her şeyiyle satın aldım ve daha kullanmadan kırıldı. Şimdi masrafı onlardan mı talep edeceğim? Her şeyiyle benim sayılır artık. Sorumluluk da bende, ekonomik çıktılar da. Zarf içindeki paraların hukuki olarak bana ait olup olmadığını düşündüm. Ama sonunda, önce döviz bürosunda değerini öğrenmem gerektiğine karar verdim. Bu zor günlerimde, bana gül dibine konan bir hazine olarak görmeyi tercih ettim.

Akşam eve geç döndüm; zaten akşam çoktan çökmüştü. Geç saatte gençler kanepeyi kapıya dayamışlardı. “Hayırdır çocuklar, arayıp sormadınız da… Abi, nereye gidebilirsiniz ki? Bu şehirde gidecek yer mi var sanıyorsunuz? Zaten senin en temel ihtiyaçlarından biri bu… Usta da işi biraz aceleye getirmiş.” dedim.

“Ama parasını ödememiştim…”

“Mesele değil, yarın ödersin… Günler çuvala mı girdi?” dediler.

Burada insanların öyle geniş tanımları var ki, ekonomik anlamda bile paranın bir önemi yok; yeter ki insanlık olsun der gibiler. Açıkçası şaşkınlığımı gizleyemeyeceğim. İlk izlenimlerim şehre ve insanlarına dair oldukça olumluydu. Bu şehirde çalışarak yaşamanın keyifli olacağını düşündüm. Ama aklım, kanepeden çıkan parada kalmıştı; belki de beni bu kadar olumlu düşünmeye sevk eden şey, bir miktar dövizdi… Sanki bana bir güven vermişti.

Ertesi gün sabah erkenden kanepeciye borcumu ödemek istedim. Belki yine bir kanepe bulunursa, hem misafirim olursa onun için bir yatak açmış olurdum. Eskiciye uğramak üzere yoldaydım. Bu kez cebimde zarf vardı ama hala kendimi ikna etmiş değildim. Cavit amcaya uğradım, daha dükkanını açmamıştı… Kanepeciye uğradım, o da henüz açmamıştı. Tam nereye gideceğimi bilemezken, sarışın çocuklar – yani nakliyeciler – beni karşıladı. “Abi, günaydın, gel bir çayımızı iç,” dediler.

Küçük bir meydan gibi bir yerdeydik; yanında bir büfe, etrafında birkaç oturak ve küçük masalar vardı. Gençlere “Hayırdır?” diye sorduğumda, “Abi, bugün hafta sonu, işler yoğun olacak… Çalışan insanlar hafta sonu buralara uğrarlar,” dediler.

“Ama dükkân sahipleri öyle düşünmüyor,” dedim.

“Evet, onlar da ne yapsınlar? Bir hafta sonları var, günü yayıyorlar. Birazdan gelirler… Bak, kanepeci Kerpeten geliyor. Biz ona ‘Kerpeten’ lakabını taktık. Kerpeten gibi adamdır; sökemediği, dikemediği şey yoktur,” dediler.

Çayımı gençlerle içtikten sonra, Kerpeten Nuri’nin dükkanını açacak zaman aralığını koruyarak yerimden kalktım. Vardığımda Nuri, elinde simit, tamir için bırakılmış bir koltuğun üzerinde keyifle çayını yudumluyordu. “Günaydın,” dediğimde ayağa kalktı ve “Hoş geldiniz beyefendi, çay ister misiniz? Tazedir,” dedi.

Teşekkür ederek dünkü tamir işini sordum, o da “Ah, o mu? Sabahın siftahı olsun,” dedi. Siftahın ne kadarla açılacağını merak ederken, cebimden bir miktar para çıkartıp masaya bıraktım. O, bakmadan “Eyvallah,” dedi. “Bereketli olsun,” diyerek oradan ayrıldım.

Eskici Cavit Amca’nın dükkanına vardığımda, yanındaki genç çalışan dükkanı açmış, etrafı topluyordu. Cavit Amca’nın ne zaman geleceğini sordum, genç “Eli kulağında, birazdan gelir,” dedi. Ne kadar süre geçtiğini kestiremedim.

Gence, “Bir kanepe daha alacağım,” dedim. O da “Olur,” dedi. İşin püf noktasını çözmüştüm; birisi ilerliyorsa, onu takip etmelisin. O seni aradığın şeyle buluşturacaktır. “Daha önce aldığım bozuk kanepeler gibi olanlardan var mı?” diye sordum. “Var, şu köşede, üstünde başka eşyalar var. Açayım mı, görmek ister misin?” dedi.

“Yok, sağlam bir şey mi, evde kırılıp dökülmesin,” dedim.

“Vallahi, orasını bilemem, belki kırıktır, belki sağlam. Onu kullanacak ya da alacak kişi bilecek. Biz sunarız, müşteri beğenir ve alır,” dedi.

Anladım, “Neyse, ben daha sonra gelirim, çarşıda birkaç işim var, onları hallettikten sonra uğrarım,” diyerek oradan ayrıldım.

Biraz dolaştıktan sonra döviz bürosuna uğradım. Elimdeki 500 markı çalışana uzattım. O, “Ne yapmamı istersiniz?” diye sordu.

“Bozduracaktım,” dedim.

“Hımm, ama geç kaldınız,” dedi.

“Nasıl yani?” dedim.

“Bunlar tedavülden kalktı beyefendi,”

Şaşkınlıkla donup kaldım. Arkamdan, “Sahi, bugün şehrimize mark yağdı da haberimiz olmadı mı?” dedi.

 “Bende nasıl yani…”

“Biraz önce bir vatandaş daha 500 mark getirdi… Bir günde ikisi tesadüf olabilir mi?”

“Neyse ona da dedim bunların alış yeri artık müzayede salonları ya da ikinci el ürün satan dar sokakta yerler var oralarda antika olsun böyle eski para olsun satışı yapılıyor. Paranızı orada değerlendirin isterim.” dedi.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar