Büyük kentlerde yaşamla birlikte efendi köle ilişkisine de geçilmiş; Asya dinlerindeki gibi felsefenin ve halk bilincinin dinlere katkısı sona ermiş; kral tanrıların, kent burjuvazisinin ve ruhban takımının insanları sorunsuz yönetmek temelinde çıkardıkları yasalar, din kuralları olarak halka dayatılmıştır.
Sümer, Eski Yunan ya da Eski Mısır Uygarlıkları, büyük halk kitlelerinin ve kölelerin insanüstü emekleriyle kurulmuştur. Sözü geçen zaman diliminde tarihin defterine kaydolanlar ise halkın belki yüzde doksan küsurunun çektiği acıları, verdiği büyük emekleri; ölümleri, zulümleri, kıyımları yazmaz. Tutulan notlar; sermaye uğruna yapılan boğazlaşmaları, bazen saray çevresindeki magazini, büyük kentlerin, kiliselerin, kaleler ve binaların yapımını yazar. Ölen, köleleşen, eziyet çeken halkların künyesi kayıptır. Dolayısıyla elimizdeki tarih, saltanat üyelerinin, kent aristokrasisi ya da burjuvalarının neler yaşadıklarına dair tutulan notlar ve anlatılardır. Dinsel kültürün şekillenmesi de benzer bir yöntemle olmuştur. Büyük kentlerde yaşamla birlikte efendi köle ilişkisine de geçilmiş; Asya dinlerindeki gibi felsefenin ve halk bilincinin dinlere katkısı sona ermiş; kral tanrıların, kent burjuvazisinin ve ruhban takımının insanları sorunsuz yönetmek temelinde çıkardıkları yasalar, din kuralları olarak halka dayatılmıştır.
Dinsel kurallar toplumu yönetmek amaçlı metinlerden oluşur. Kendilerinden binlerce yıl önce yazılmış kral yazıları temel kaynaklarıdır. O zamanlarda anayasa yapma geleneği ve meclisler yoktu fakat onun yerine, dinsel kurallar yapma geleneğini işleten feodal monarşiler vardı. Burada, M.Ö 5. asırda yaşayan ve yasaları halk meclislerinin yapması için mücadele verip, kendi çabalarıyla kurulan halk meclisi tarafından da idam kararı onaylanan büyük düşünür Sokrates’i anmak gerekiyor.
Sünni İslam literatürünü oluşturan temel dayanak Kur’an’dır. Kur’an-ı Kerim ne yazıyorsa onu tartışmadan, yorumlamadan birebir uygulamaktır (Farz). Yapılacak olanların orada tam karşılığı yoksa Peygamberin davranışlarını örnek alınır (sünnet); orada da eksiklik karşılanamıyorsa ilk dört halifenin ritüellerine bakılır. Gelişen, değişen koşullarda ortaya çıkan ve o dönemlerde yaşanmamış pratiklere dair ise şeriat, din bilginlerinin önerilerini yerine getirir. Bunun dışında tüm yorum ve usavurmalara kapalı bir yapıdır. Akıl ile çelişse de akla değil, Kur’an’da yazan emirlere ve bunları tercüme edenlerin sözlerine uymak temel kuraldır. Musevilik, İsevilik ve İslam; Sami ulusunun coğrafyasında ve inançsal hattında yürüyen, birbirlerinin devamı niteliğindeki dinlerdir. Museviliğin restorasyonu sonucunda Hristiyanlık; Hristiyanlığın zaman içinde eskiyen, toplum düzenini, yeni ortaya çıkan İpekyolu Arap burjuvazisinin isteğine göre sağlamakta yetersizleşen kurallar yerine benzer bir mantık silsilesiyle İslam kuralları tedavüle koyulmuştur.
Musevilik, İsevilik ve İslam birbirlerinin kültürlerini, değerlerini ve sistemlerini reddetmez; tersine kabullenerek revize ederler. Bu kültürel ve inançsal geleneğin son versiyonu olduğunu iddia eden İslam; kendi kurallarından sonra yeni kural yazılmayacağını, İbrani (semavi= tektanrılı) dinlerin sonuncusunun kendisi olduğunu yazar. Giriş bölümünde kısaca özetlediğim gibi, Sümer krallarının kendilerini tanrı yerine koyup, toplumu yönetmek için yaptıkları yasaları “tanrının emri” diye halka sunmaları geleneğini, MÖ 3800’lü yıllardan bu yana tutulan yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. Sümerlere yakın ve onlarla etkileşim halinde olan Eski Mısır’da da benzer bir yönetsel-dinsel gelenek vardır. Orada da Firavunlar kendilerini tanrı, yaptıkları yasaları da tanrının tartışılmaz emirleri olarak meydanlara diktirdikleri büyük taşlara ve Piramit duvarlarına yazdırmışlardır.
Sümerler yıkıldıktan sonra onların kullanışlı inançları ve bu inanca bağlı yönetme geleneğini, süreci devralan Sami-İbrani Akatlar, Asurlular ve Babilliler aynen yürüttüler. Musa öncülüğündeki İbrani İsrailoğulları da bu kültürden beslenerek Musevilik dinini kurdular. Museviliği kuranlar, mevcut yönetimlere karşı alternatif bir güç birikimi sağladılar. Musevi İbranilerin oluşturdukları yeni dinsel kimlik, onlara ezilen bir halk olarak geçmişe göre daha örgütlü davranmayı öğretti ve bu anlamda istediklerini yapabilme yeteneklerini artırdı. Museviliğin çıkışını bir halk ayaklanması olarak yorumlamak yanlış olmaz ancak Musa figürü halktan birisi değildir. Onların komutanı, kralı ya da rahibi konumundadır. Statükosunu kurduktan sonra üstünler sınıfında konumlanacaktır. Buradan bakıldığında Musa’dan sonra gelenler birer kraldır. Örneğin Kenan Ülkesinde (Filistin) İbranilerin krallığını yapan Davut ve onun oğlu Süleyman hem kral hem dinsel lider olarak, Sümerlerden devraldıkları “kral tanrı” geleneğini sürdürmüşlerdir. Kral Davut’un yazıp uyguladığı yönetimsel kurallar kutsal sayılan “Zebur” kitabını oluşturur. Bu geleneğin ilerleyen süreçte de peygamberlik ve halifelik olarak yürütüldüğünü biliyoruz.
Sümer yazılı kaynaklarında, tanrının insanları çamurdan yaratma efsanesinin; tüm semavi dinler ve dolayısıyla İslam’a da yansıdığını görürüz. Tarihin derinliklerinden gelen “Adem ile Havva Yaratılış Miti, Nuh Tufanı, Şeytan taşlama” gibi birçok inancın temeli Semavi dinlerin öncesine dayanır.
Musevilik, Semavi dinler geleneğinin başlangıcı ve ilki olduğu için dikkatle incelenmelidir. Gezici ırgat bir halk olan İbranilerin, Mısır yönetimi tarafından aç bırakılma düzeyinde ezilmesine tepki olarak doğan bir başkaldırının, örgütlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Tevrat, Mısır firavunlarının açık sömürü düzenlerine karşı, alternatif bir toplumsal düzeninin anayasasıdır. İbrani halkın ana yurdu kendilerine Tevrat’ta “Kenan Ülkesi” olarak vaad edildiği yazılan Filistin topraklarıdır. Müslümanlar, bu durumu ve İsrailoğullarının tanrı tarafından üstün bir ırk olarak yaratıldığını yazan Kur’an ayetlerini hem kabul ederler hem de Filistin bizimdir derler. Bu verilerle bakıldığında ortada bir tuhaflık yok mudur?
Musevilik süreç içinde gelişen toplumun gereksinimlerini karşılayamadı. Daha baştan sınıf farkına onay verse de görece oluşan vicdan ve adaletten de zaman içinde uzaklaştı. Dinsellik bağlamında konulan toplumsal kuralların uygulanmasında görülen büyük farklılıklar ve elbette dinin kendi mantığının ürettiği ciddi sorunlar doğdu. Eski Mısır ya da Sümerlerdeki zenginler sınıfı, aristokrasi ve ruhban sınıfının sömürü ve baskıları aynen geriye geldi. Musevi krallar, aristokratlar ve din adamları; haksızlık, hukuksuzluk ve baskılarla halkı canından bezdirdiler. Ahlaksızlık, başta kral tanrıların kendileri de dahil olmak üzere dev gibi büyüdü. Yahudiliğe kendi içinden ve dışından çok ciddi eleştiriler yapılmaya başlandı. Haksızlığa karşı duran, dürüst bir Yahudi papazı olan İsa’nın yüksek tondan eleştirileri burada devreye girdi. İsa, bir din kurucusu değil, Yahudi papazıdır; dürüst, politik ve yardımsever birisidir. Amacı yeni bir din kurmak değil, eksik ve yanlışların giderilmesini önermektir.
Üst paragrafta belirttiğim nedenlerle Museviliğe yaptığı ciddi eleştiriler yüzünden, dönemin ruhban sınıfı ve Bizans monarşisinin ortak kararıyla çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Onun eleştirilerine hak verip, davranışlarını yol gösterici olarak düşünen öğrencileri tarafından (Havariler), ölümünden yaklaşık 40-50 yıl sonra İsevilik/Hristiyanlık kurulmuştur.
Muhammed de Sami ulusunun Sümerlerden devraldığı inanç geleneği ve harmanından çıkmış birisidir. Dikkat edilirse İslam; Musevilik ve İsevilikte geçen tüm peygamberleri, olayları, mekanları kabullenir ve kutsal sayar. Sadece Kur’an-ı Kerim’in bazı konularda verdiği bilgiler ve yaptığı yorumlar; o dönemde Arap toplumunun gereksinimleri için yapılan yeni düzenlemelerden dolayı ötekilerden farklıdır. Bu da bize, Sümerlerden Samilere geçen inanç geleneğinde restorasyon yapılarak, sürecin İslam’la sürdürüldüğünü gösterir. Ayrıca mutlak egemen olup korkulan ve insanı kurallarına bağlılıkla ölçen tanrı algısı, insani ilişkilerini yorumlama ve sosyal hukuk bakımından da pek farkları yoktur.
İşte, Mezopotamya Havzası’nda binlerce yıldır, eskinin üzerine, onun eleştirisiyle yeniden düzenlenen ancak temel nitelikleri değişmeden ilerleyen inanç sürecinin kısa özeti budur. İbrani dinler, feodal köleci sistemin ürettiği dinlerdir ve içeriğinde bu sisteme açık onay vardır. Ezen ve ezilen sınıfların sistemleştirilmesindeki işlevleri ortaktır. Biraz hak hukuk işlerine dikkat edin gibi flu iyilikler yazmış olsa da sınıfsal ve cinsel eşitsizliklere, insanın insana köleliğine kesin ve net bir tavır yoktur hatta uygulamalar ve emirlere dikkatle bakıldığında onay verdiği hemen anlaşılır.
Eski Ahit (Tevrat), “tomarlar” denilen ve uzun süreç içinde kimin yazdığı belli olmayan yazılardan oluşmuş, ancak yaşanan toplumsal çalkantılar sürecinde kaybolup gitmiştir. Resmi dinleri Zerdüştlük olan Perslerin, Babil sürgününden kurtardığı İsrailoğulları, kendi ülkelerine döndükten sonra dönemin ünlü şair ve yazarı olan Esdras’a (Ezra/Kur’an’da Üzeyir Peygamber olarak geçer) Tevrat’ı yeniden yazdırırlar. Zebur ise Kral Davut’un toplumsal yasalarından oluşan bir metinler topluluğudur. Tevrat ve İncil’e göre çok daha kısa bir metindir. Yeni Ahit (İncil), İsa’nın ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra Havarileri tarafından yazılmıştır. Bunlardan en kapsamlı ve birbiriyle tutarlı olan dört havarinin (Matta, Markus, Yuhanna, Luka) yazdığı metinler birleştirilerek kutsal kitap durumuna getirilmiştir. “İsa’nın güzel davranışları” şeklinde özetlenebilecek anlatılardan oluşur.
Kur’an’ın ana gövdesi Muhammed, Ömer, Ebu Bekir, Osman ve Ali başta olmak üzere dönemin tüccar elitleri tarafından yazılmıştır. Bu kurul tarafından ayetler gelmeden önce yapılan Şura meclislerinde, gelmesi istenen ayetler konuşulup tartışılırdı. Yirmiden fazla ayetin (Muvafakat-ı Ömer Ayetleri) tam Ömer’in istediği gibi gelmesi, sürecin nasıl işlediğine dair önemli bir veridir. Ömer indiği iddia edilen ayetlerin baş yazıcısıdır. Kur’an-ı Kerim’i yazan ilk yazıcı kurul Ebu Bekir zamanında toplanarak kitabı düzenlemiştir ancak farklı metinler ortalıkta dolaşıp kafa karışıklığı yaratınca, Osman ikinci yazıcı kurulu toplayarak kitaba son şeklini vermiştir. Yeniden karışıklık olmasın diye ortada bulunan farklı Kur’an kitapları ile “gereksiz görülen” bölümler yakılmıştır.
Bu kitaba başta Ali ve Muhammed’in yakın çevresinin ciddi itirazları olmuştur. Muhammed’in olgunluk döneminde söylediği sözlerden oluşan Veda Hutbesi de dahil olmak üzere, çok önemli bölümlerin çıkarıldığı iddiaları günümüze kadar gelmiştir.
Asya dinleri ile İbrani dinleri; insana bakışı, sosyal-toplumsal ilişkileri düzenleme karakteri gibi temel nitelikleri bakımından incelemek ve karşılaştırmak gerekir. Bu karşılaştırma bize; inanç kültleri arasındaki temel farklılıkları görerek yönetimlerin, aristokrasinin ve semiz sınıfın her dönemde neden Sünniliği devlet dini yapmak istediklerini, yoksul halkın neden merkezi despotluklardan kaçtığını, günümüze nitelik ve nicelik bakımından daralarak gelen öz kültürlerini ısrarla sürdürmek için neden bunca bedeller ödediklerini, dağlara-taşlara, devletin ulaşamayacağı alanlara neden kaçtıklarını daha net açıklar.
Tahlil edilecek bir konunun ana kaynağını nesnel bakışla incelemek gerektiğinden, açıklamalarımıza dayanak yapacağımız Kur’an’daki bazı temel kural ve özellikleri analiz edelim:
1. İSLAM’DA TANRI VE ONU TEMSİL EDENLERDEN KORKULUR. Birçok insan, kulaktan dolma bilgilerle edindiği inancın içeriğini; yine biriktirdiği sözel kültürün kafasında oluşturduğu pozitif etkiyle, “iyiliğin, barışın, güzelliğin, hak ve adaletin, insan onurunun, sevgi ve bereketin kaynağı” olarak düşünür. Özellikle Anadolu ve Balkan halkları, İslam’ı kendi yaşamsal gereksinimlerine uygun kalıplara uydurdukları için kabullenilen dinsel inanışın ayrıntılarını incelememişler ya da yorumcuların tercümelerine güvenmeyi tercih etmişlerdir. Bu toplumların geleneğinde sözel kültür aktarımının olması, bünyelerine feodal aristokrasi tarafından zorla zerk edilmeye çalışılan dogma dini, incelemeden kabullenmelerini kolaylaştırmıştır.
İslam’da Tanrı kültü çok güçlüdür. Her anı soyut varlıklar aracılığıyla gözetleyen ve kaydedendir. Ödüllendirici olsa da daha çok cezasından korkulandır. Bakınız Bakara 74: “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı da taş kesildi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardır ki bağrından ırmaklar çağlar. Öylesi de vardır ki, çatlar da arasından sular akar. Bazısı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” diyerek işin ciddiyetini anlatır. Tanrıyla kul arasında olağanüstü bir mesafe vardır. Kullar tanrı karşısında acizdir ve ancak dua ederek yalvarırlar. Sorgulamak ya da itiraz etmek dışındaki günahlar (!), tanrının kurallarına uygun saygı ve itaatle (ibadet) affettirilebilir. Koşul güce boyun eğmektir. Kullar, başlarına büyük kötülükler gelse de asla sorgulayamazlar çünkü bu “şirk koşmaktır” ve büyük saygısızlık anlamına gelir, affı yoktur. Tanrı-kul ilişkisi sevgiye dayalı saygı yerine, korkuya ve boyun eğmeye dayalı saygı üzerinden kurulur. Bakınız Enfal 29: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız size hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıracak şaşmaz bir ölçü verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, pek büyük lütuf ve ihsân sahibidir.”
2. ŞERİAT, BARIŞ İÇİNDE YAŞAMA KÜLTÜRÜNE DÜŞMANDIR. Genel algı bağlamında bakınca halklar arası barış ve dostluğun değil; savaşın, saldırının açık destekçisi, emredicisidir. Bırakalım halklar arası dostluğu, İslam’ın kendi merkez kadroları birbirini acımasızca biçmiştir. Muhammed’den sonra gelen ve İslam ile ilgili -Kur’an dahil- temel düzenlemelerin yapıldığı meşhur Dört Halife Dönemi’nin üç halifesi, en yakınlarındaki inanç önderleri, akrabaları tarafından sırf iktidar kavgası nedeniyle kılıçlarla, süngülerle kesilmiştir. Kılıçla öldürülmeyen tek halife Ebu Bekir’dir ancak onun oğlu Muhammed de Halife Osman’ı evine giderek öldürmüştür. Literatürün kendisi kıyıcıdır; egemenlik savaşının kullanım aracıdır ve o günden bugüne etkin olduğu oranda kan akmıştır. Kur’an-ı Kerim’deki şiddetle ilgili ayetleri birkaç örnekle inceleyelim. Toplum liderlerinin barışı sağlamak ve böylece toplumu olabildiğince sorunsuz yönetmek temel göreviydi; Muhammed de bunu biliyordu ve bununla ilgili ayetler de yazıldı. Önce barışı isteyenlere bakalım: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara 256) “Öğüt ver, sen bir zorba değilsin.” (Gaşiye 22-23) “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun 6) gibi ayetler vardır. Bu barışçıl ayetlerle süreç götürülememiştir. Daha doğrusu barış, daha çok ganimet ve köle isteyen Arap sermayesinin taleplerine ters düşünce başka ayetler yazılır. Barışçıl ayetler “Kılıç Ayetleri” ile yer değiştirerek; Sünni İslam’ın kurallarını kabul etmeyenleri kuşatmayı, yok saymayı, varlığını gasp etmeyi ve öldürmeyi emreden ayetlere dönüşür. Bu ayetler; İslam’ın yayılma sürecinde topraklara el koymanın, komşu halkların tüm üretimini ve malvarlığını gasp etmenin, insanları öldürüp yıldırarak çocukları, gençleri ve kadınlarını köle ve cariye olarak kullanmanın yolunu döşemiş hatta emretmiştir. “Onları kuşatın, vurun, öldürün…” (Tevbe 5) “Siz gevşediniz ama inkarcıları yok etmenizde ben size yardım ettim.” (Tevbe 25-26)
“Tanrı katında İslam’dan başka din yoktur; kim İslam dışı inançlara yönelirse o kabul edilmeyecek ve onlar ahirette de kaybedeceklerdir.” (Al-i İmran 85). “Hak dinini din edinmeyenlerle; boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (Tevbe 29) “Kendileri nasıl inkâr etmişlerse sizin de öyle inkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale gelmenizi isterler. (İman edip) Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.” (Nisa 89) “Ey peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir ve bu ne kötü bir sondur!” (Tahrim 9) “Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet hakdır ki, Tevrat’da, İncîl’de ve Kur’an’da sabittir. Allah’tan ziyade ahdine vefa eden kimdir? O halde, yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, çok büyük saadettir.” (Tevbe 111)
“Allah’a ve ayırım günü yani iki topluluğun karşılaştığı gün kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz biliniz ki ganimet olarak ele geçirdiğiniz her şeyin beşte biri Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye kadirdir.” (Enfal 41) Bu ayette güzel şeyler var gibi görünse de “ganimet”; başkalarının canı, malı, onuru yok edilerek onun acıları üzerine kendi mutluluğunu inşa etmektir. Bir nevi gasptır, haksız ve adil olmayan bir edinimdir. Ganimet kapsamında kadınlar, çocuklar, kız çocukları ve köle olarak erkekler vardır; Müslümanların ganimeti “İstediği 95 Nayim Gül gibi kullanma hakkı” vardır ve İslam buna açık onay verir. Fazla yoruma gerek yok sanırım. Tevbe 111’e bakar mısınız (ki böyle onlarcası var) savaşın, vurun, kırın ödül büyük diyor. Şimdi bu dine nasıl barış dini dersiniz?
3. SÜNNİ İSLAM’DA KADIN HAKKI YOKTUR. Kadının hukuku erkeğin elindedir. Kadın, şeytanın yoldaşı ve her daim aldatıcıdır. Zaten erkeğin kaburgasından yaratılmıştır. Erkekten izinsiz sokağa bile çıkamaz; buna karşılık erkeğin birden çok kadınlarla istediği gibi ilişki kurmasının hukuku vardır ve erkek kadına şiddet göstermekte bile serbesttir. Nisa 34’e bakalım: “Allah’ın, (iki cinse) birbirinden farklı özellik ve lütuflar bahşetmesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır; Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” Bu ayeti ne kadar düzeltmeye çalışırsanız çalışın içindeki fiiller size gerçeği söyler.
4. ŞERİAT ÇOCUK HAKLARINA SAYGI GÖSTERMEZ. Pediatri bilimine ve vicdan terazisine göre bir çocuk, kişilik gelişiminin ilk evresini anatomik, psikolojik ve sosyolojik olarak 18 yaşında tamamlar. Çocuklar için “Bu yaşlardan önce ana-baba olmaları sakıncalıdır” ya da “Küçük çocuklar başta anatomik, yapıları ve psikolojik açıdan cinsellik yaşamaya uygun değildir,” diyemezsiniz. Dinsel otorite dokuz yaş diyorsa kural odur ve tartışması yapılamaz; şirk koşup afsız zındık mı olacaksınız! Talak Suresi 4. ayette, “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlar ile âdet görmeyenler hakkında tereddüt ederseniz onların bekleme süresi üç aydır…” diye devam eder; bazı kız çocuklarının, bireysel gelişimlerine göre 9-12 yaşlar arasında adet gördüğü açıktır. Burada gözden kaçmaması gereken şey; daha hiç adet olmamış bir kız çocuğunun bile bir erkeğin kadını olmasının meşru kabul edilmesidir. Durumu algılama yetkinliğinde olanlar için söylenecek söz kalmıyor ancak hoca efendiler çıkıp “Öyle ama hele bir sor ki neden öyle!” tarzı açıklamalarını sürdürmek zorundalar çünkü tepki gösteren geniş kamuoyu tarafından, dinsel literatürdeki yetersizliklerinin görülmesini istemezler ve “tanrının eksik kalmış sözlerini(!) insan aklıyla tamamlamak gibi bir işlevi üstlenirler.
Kime hangi haksızlığı yaparsanız yapın; çalın, çırpın, vurun-kırın, tecavüz edin, bunların bir şekilde affı var ancak tanrıya ve onu temsil eden “üstteki büyüklere” şirk koşmanın affı yoktur.
5. İSLAM’DA IRKÇILIK VARDIR. Bazı ayetlere bakıldığında, bunların doğrudan Tevrat’tan alındığı izlenimi doğar çünkü İsrailoğullarının ayrıcalıklı ve üstün bir ırk olarak yaratıldığı gibi ayetler vardır. Bakara 47’ye bakalım: “Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi diğer topluluklara üstün kıldığımı hatırlayın.” Tıpkı tarihi çarpıtma hocaları gibi; anlamı bakımından eğri büğrü olan bu ayeti biraz olsun toplamak amacıyla yazılan “yok efendim öyle demek istemedi de aslında şöyle buyuruyor” tarzında yapılan “zorunlu” yorumlarla meşrulaştırılmaya çalışılsa da gerçek budur.
6. ŞERİAT; AKLA, MANTIĞA VE BİLİME UYGUN DEĞİLDİR. İnsan aklı mantıklı düşünüp araştırarak gerçekleri bulmak için değil, dinsel söylemlere “koşulsuz inanmak ve onu uygulamak” içindir. Kur’an hükümleri tartışılıp yorumlanamaz. Kitapta geçen bir ayetin bilime aykırı olup olmadığı sorgulanamaz. İnsanlar yedi bin yıl önce Adem’in ve onun kaburgasından Havva’nın yaratılmasıyla dünyaya gelmiştir ve bu İslam’ın temel inançlarındandır. Siz buna “Elli bin yıllık heykelciler bulundu ya da Urfa’da on iki bin yıllık Göbeklitepe ortaya çıktı, bu ne çelişki” ya da “Bilim dünyası Darwin’in Evrim Teorisi’ni kabulleniyor” falan diyemezsiniz. Olduğu gibi kabul edeceksiniz, tersini söyleyemezsiniz. Örneğin İslami kurallar ile en demokratik anayasaları/yasaları bile kıyaslayamazsınız, karşınıza çıkacak olan “Tanrının emirlerinin karşısında insan aklının ne değeri ne de ağırlığı olabilir” söylemi kaba bir değerlendirmedir fakat tartışmayı orada kapatır. İnsanların öldükten sonra dirilmeleri bilimsel diyalektiğin kabullenmeyeceği bir durumdur. İnsan öldükten sonra doğal dönüşüme girer ve diğer canlılar için işleyen süreci aynen yaşar. Ancak dinlerin birçoğunda “Öteki Alem” olgusu kabul görür.
Binyıllar önce Sümerler de ve Eski Mısırlılarda, devlet yöneticileri ya da kentin zenginleri ölünce, onunla birlikte karılarını ve hizmetçilerini de gömüyorlardı. Adam öteki dünyada yaşayacağı için onlara gereksinim duyacaktı. O kültürden günümüz Semavi Dinlerine aktarılan bu ve benzeri inançların sayısı çok fazladır hatta temel kurgu öldükten sonra dirilmek üzerine kuruludur.
7. İSLAM’DA SINIF AYRIMI MEŞRUDUR. Bu inanç sisteminde erkeğin, zenginin, din sınıfının ve siyasal yönetimin isteklerine boyun eğmek kuraldır. Dikkatle incelendiğinde sınıfsal anlamda efendiden/patrondan yanadır. Üsttekilerle alttakilerin sınıfsal konumlarını ve üsttekinin alttakine yaptığı sömürüyü meşru kabul eder. Kısık sesle “Kadınlara ve yoksullara iyi davranın” çağrıları yapar ancak kesin hükümlerle cinsiyet ve sosyal sınıf farklarını reddetmez, tersine onaylar. Bunun nedeni olarak; Sümer, Eski Mısır ve eski Yunan krallarının yeryüzü tanrıları olarak kabul edilmeleri geleneğidir ve oradan İbrani dinlere geçmiştir. Kur’an’da, “Kölelere iyi davranın, yoksullara yardım edin, kadınların mehirlerini verin, incitecek yerlerine vurmayın” gibi kulağa hoş gelen yaklaşımlar olsa da bu, “canınızın istediği gibi verin, edin” anlamındadır. “Kölelik kesinlikle yasaktır, kadın erkek eşittir; çalışmadan çok kazananlar yoksulların hakkını çalmış sayılır” gibi kesin hükümler yoktur. Muhterem ulema, dinin hep iyi yanlarını anlatmak zorundadırlar. Anlamı kötü de olsa bir gerekçe uydurup aklayarak yanlışı-eksiği iyilik çevirisiyle sunarlar ve zoraki güzellemelerle cilalamaya çalışırlar. İslam hukuku; binyıllardır süregelen Kraltanrılar, aristokrasi, ruhbanlar ve tüccar sınıfı ile onların emrindeki kitlelerin ilişki hukuku üzerine inşa edilmiştir. O sistemin dönem dönem reforme edilmiş yasal projeleri olduğundan, liberal kapitalizme uygundur ve alt-üst sınıfların durumunu kalıcı olarak çözmek yerine “kader” kavramıyla dinsel açıdan meşrulaştırır.
Nisa 36. ayet: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babanıza iyilikte bulunun. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışlara, elinizin altında bulunan köle, câriye, hizmetçi ve işçilere iyilik yapın. Çünkü Allah, kendini beğenen ve çokça övünüp duran kimseleri kesinlikle sevmez.” buyurur. Az önce yazdığım gibi, iyilik yapın derken kötülüklerin en büyüğü olan köleliği, cariyeliği ve sömürgen patronluğu meşrulaştırıp sorgulanamaz olarak literatürüne geçirir. Tanrının, insanları dinsel inanç, cinsel kimlik, ekonomik-sosyal statü bakımından kategorilere ayırarak, toplumdaki derin haksızlıkları ve çarpıklığı kendisinin yarattığı açıklamasını Nahl 71. ayette daha net görürüz: “Allah, rızık konusunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Ama kendilerine daha fazla rızık verilenler, sahip oldukları rızıktan ellerinin altında bulunan köle ve hizmetçilere kendileriyle eşit seviyede olacakları ölçüde vermezler. Hâl böyleyken, nasıl oluyor da üzerlerinde bulunan Allah’ın bunca nimetini ve hakkını bile bile inkâr ediyorlar?” Burada da birinin zengin ötekinin fukara olması meşrulaştırılıyor.
Nayim GÜL