Neticede kapitalizm en güzel bir ütopya, icabında yaşamı artırır icap ederse eksiltir, o kadar! Sen sermayenin keyfinin kâhyası mısın, çok affedersin! Kaderine, yani sana yazılan sınıfa razıysan hem yaşam ne güzel ne ütopik, masal gibi her şey: Yaşasın büyük yalan!
Yaşama umutla bakmayı başarmış aydın bir kuşağın temsilcisi olarak, bana her zaman yazma cesareti veren, yazar ve düşün insanı, değerli büyüğümüz, pirimiz Rıza Can’ın anısına saygıyla…
Kırbaç
Acıyla sarsılıyor her şey, ölüm her şeyi kırbaçlıyor. Ne kurtuluş arzusu ne yaratıcı umut…Öyle, boşluktaymış gibi sallanıp duran hayat; yağmurlarla uğurlanan canlar, geçmişlerin ruhuna el sallayarak… Ah bitmeyen karamsarlık, yenilmeyen zulüm, sana duyduğumuz hınçla ne dünyalar kurulurdu ne güzel sabahlara uyanırdık, hayallenip gerçeklenseydik.
Sessizliğin, dingin, kendine yeten güzelim hayatın hor görüldüğü bir dünya… “Ne var ki hiç umut yok!” demek en kolayı. Fakat umut en karanlık köşeden doğan bir parıltı, en umulmadık anda patlayan özgürlük çığlıkları, en sert soğukta doğan sımsıcak bir güneş gibi… O halde? Umuttan umut kesilir mi? Gayet açık; umut bir histeridir, histerilerin en güzeli belki. Öyle ki ona kapıldığımızda tüm bedenimizle sağlatılmış, dingin ruhumuzla güçlenmişizdir.
Peki neyin sınaması bu? Kim olarak, hangi sorularla imtihan ediliyoruz hakikaten? Hem ne cüretle? Sıkışa sıkışa sığışamadığımız kenarlar köşeler, birbirimizi eze tırmandığımız merdivenler… Belli ki en yüksekte iktidarın gözleri, göksel kudretin dikeyliği boyna kışkırtıyor onu. Peki ya biz?
Özgürlük ne müthiş bir hazineymiş meğer, ne nazik ne ürkek bir güvencin yüreğiyle çırpınırmış tıpır tıpır, biraz olsun hayatı ayakta tutabilmek için… Bir yaprakta, bir kedide, bir sokakta umut… dupduru gökyüzünün maviliğinde, yağmurlanmış toprağın kokusunda, denizin süt beyaz köpüklerinde, ormanların derin uğultusunda…
Kılıçlar
Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… sözümona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur. “Zaten hiçbir şey değişmez.” üzerinden muazzam bir cümle kapısı açılır: Yapacak bir şey yok! Sonuç her zaman ki alışılmış tondadır: Böyle gelmiş böyle gider. Hiç kimse çıkıp, “Böyle gelmedi ki böyle gitsin.” demez. Distopik hüzün ve karanlık, ütopyanın sevincinden daha heyecanlı gelir insana. Neşenin tarifi unutulmuştur. Burjuva bilimi, burjuva sanatı her fırsatta, insanı öldürmeyecek dozda distopya pompalar bünyeye. Proletaryayı, çaresizliğine ikna edecek her kurgu, her model, her senaryo üzerinde titizlikle çalışılır. Onu, ütopyasının imkansızlığına inandırır. Şurası çok açık, kötümserlik tipik bir burjuva refleksidir ve elbette sınıfsaldır. “Kimse birbirine eşit değildir.” önermesi üzerinden akar burjuva matematiği; bu mantıkla hakikati sürekli eğer, büker, yeniden yazar. Halbuki birin ikiye eşitliği değildir ki tartışılan. Aslolan farklılıklarımızla yarattığımız zenginliğimiz, çoğulluğumuzdur. Burjuvazinin kuraklığı hayatı susuz bırakır; tüm hayatı bu eşitsizliğin çölüne terk eder. İnsanlığı yazgısına boyun eğen otomatlara çevirerek hep yeniden kurar sermayenin sonsuz döngüsünde dünyayı. Burjuvazinin bencil kabulleri, “zaten”leri, masalları, [bütün] distopyaların dölyatağıdır.
– Benim oyumla dağdaki çobanın…
– Ben buralara gelebilmek için…
Distopyacı, herkesin aynı insan, aynı gövde olduğu safsatasıyla ütopyaya sürekli karalar çalar. Fakat ütopya, herkesin aynı insan olması değil de aynı fırsata sahip olan insanlar olmasını hayal etmek değil midir? En azından ona, bunu hayal etme özgürlüğünü tanıyarak. Distopyacı, “olur mu şekerim insan bencildir” hurafesiyle kapıları zaten çoktan kapatmıştır. O kilitleri açmak her ütopyacının harcı da değildir [yani]. Özgürlüğün çimentosu, [herkesin malumu] eşitlik hayalidir; bu hayal, ütopya inşaatının kumu, harcının suyudur: Ne yöneten ne yönetilen! Oysa distopyacı hayalci olamaz, o fena halde gerçekçidir. Ona göre gerçekler, hayali boşa çıkarır. Ütopyacı ise [gerçek] hayalleri kolektif eyleme geçirir ya da başarabilirse hayalleri kolektifleştirir [Gerçekçi ol imkansızı iste!]. Distopyalar, hep umuttan eksiltile eksiltile inşa edilirler. Bu dünya kötüdür kötü olmasına ama “Neden iyi olmasın?” sorusu yoktur distopyacının kitabında.
Fakat ütopya umutla kurulur. Umutlanmak zor iştir vesselam. Çok zahmet ister. Üstelik sorumluluğu da ağırdır [Sen bize umut vermiştin.]. Tuhaf bir ricat, kuraklık, acayip ruh halleri ütopyayı yer bitirir. Çünkü ütopyasızlık, yaşamasızsızlıktır. Ütopyacı geleceği değil tam da bugünü tasarlayandır; hayal daha şimdiden edilmeden yaşanmaz ki. Dünya, bugünü hayal etmeden kurtulamaz o büyük yalandan.
– Hadi canım sen de, yok öyle bir dünya!
Satır aralarına karamsar bir hal yerleşir. Orwellci karanlık basar birden her yeri. Ne kadar kolaydır [oysa] dünyayı elektrik düğmesine basıp karatmak.
– Biz vaktiyle söylemiştik…
Bugünün gücünü sırtlamaktır asıl marifet, düğmeye basıp yok etmek değil, en zayıf yerinden aydınlığı. İnsan ütopyalarının yıkılacağını bilse de kurmakta direnir ve hatta daha iyisini arar. Mesele dünyanın ne kadar karanlık ne kadar geleceksiz olduğunu tekrar tekrar söylemek değil ki. Acılarımızın müsekkini karanlık dünyada umudun ışığının düğmesine basmayı becerebilmek. Ütopyasız kalmak umutsuzluk değildir. Hayal etmemek, insanın hayallerinden vazgeçmesi asıl karanlık, daha da kötüsü umut etmeyi unutup gitmek. Umudu en küçük parçalarına ayıran distopik teslimiyeti yen[e]medikçe, ütopyasızlık açlık, susuzluk gibi kronikleşir ve hastalık yavaş yavaş bütün bünyeyi sarar, usulca öldürür yaşama sevincini. Çünkü aşağı yukarı, bütün fikir hayatı ütopyalara dayanır. Kötü ütopyalar sağlığı kötü etkiler, iyileri ise sosyal havaya tazelik ve can verir.
Hayata katılmanın hep farklı biçimleri olmuş. Farklı yollardan yürümüş insan hayallerine. Kimileyin korka korka hayal etmiş özgür dünyayı, ülkeyi, şehri, köyü, kasabayı, kimileyin coşkuyla, sevinçle… Hayatın bir türlü düzene girmeyeceğini düşünerek, hep karamsar, ömrünü törpüleye törpüleye. İnsan hem dönüştürmüş hem de dönüşmüş büsbütün. Bütün hayat insanın umutlarının, hayal kırıklıklarının metamorfozu sanki. Dünya insanın devrim sahnesi olacakken neden büyük bir kabusa dönüşüyor ikide bir?
Umut İlkesi
Geçmiş bir boşluk gibi yayılıyor gövdemizden, eski günlere bakıp. Bir de içimizde hoyratça dolanan karanlık. Bir çöküp bir kalkıyoruz, bir yitimden diğerine sıçrayarak. Ah kimsesiz dünya! Artık herkes ezberindekilerle yapayalnız; [hayat hep tekrarlarla geçip gidiyor]. Hem korkusuz yaşamak ne diye?! Korkacağız elbet; tir tir titreyeceğiz [güzel yüzlerini yitirmekten sevdiklerimizin]. Ortada çaresizce kaldığında insan, öyle korkacak ki, hayat ona en değersiz göründüğü yerinden ışık saçsın ipil ipil…
Hep umutsuzuz, umutsuzca umutsuzuz. Aslında hiçbir çaresi de yok bu meretin; amansız bir hastalık gibi… panzehri kendi içinde ya umutlanır yaşarsınız ya da umutsuzca tükenmeye razı olursunuz. Ne büyük bir açmaz!
– Ben artık tüm umudumu yitirdim!
Yarım yamalak kurulan cümleler, hiç düşünülmeden, en içinden sarsarak insanı sorgusuzca teslim alıyor. Peki ya umutlu olanlar? Tek başına umutlu olmak, umudu yaratmak için yeterli mi? Hayır değil elbette. Umudu kolektifleştirdikçe gerçekten umutlanır insan, onu paylaşarak, diğer insanlara yayarak. O yüzden marifet distopya kurmak değil bir ütopya tasarlamak. Ama transhüman çağında hiç kimse marifet peşinde değil, yalnızca macera istiyor. İnsan marifet kapısını kapatalı çok oldu. Ütopyasızlıktan kuruyoruz, ölüyoruz: Haykır ütopyanı ey halk!
Her distopya insana, “insan doğası” zırvalığı üzerinden saldırır. “İnsan kötüdür.”, “İnsanda umut yoktur.”, “Ömür billah düzelmez bu insan.”, hem “Ne kurnazdır o.”, “Ah o aklı yok mu o aklı, bütün şeytanlık ondan gelir.”. Aldous Huxley de kapkara ütopyası ile saldırıyor bize. O meşum Cesur Yeni Dünya’da dehşet verici bir toplumsal düzen resmeder Huxley. Seçkin Alfa yönetici sınıfının emrindeki düşük zekalı işçi Gama moronlar, bütün pis ve ağır işleri yaparlar. Ara kademede her daim seçkinlerin hizmetindeki Betalar, eğlenceden, çalışmaya bir nevi küçük burjuva hayatı sürerler. Herkes, sınıfını ve haddini bilir safa gelir: Alfalar, Betalar, Deltalar, Gamalar. Sınıflar arası denge santim değişmez. İnsanın kaderi, çok önceden, kuluçka makinesinde yazılmıştır zaten. Herkes şişeden, bir nevi yapay rahimden çıkmıştır. Vahşiler dışında hiç kimse herhangi bir insandan doğurulmamıştır. Ülkede doğum kontrolü çok sıkıdır. Ee malum, insan doğası. Herkes şişeden doğma, herkes kaderinde yazılan kadar yeteneklidir: Yaşasın Kuluçka Bakanlığı! Evet efendim, 1932’deki gelecek tasarımı hiç de yabancı değil bugünkü bize değil mi? Bugün biz bunu transhümanizm ile tartışmıyor muyuz? Yaşamı yükseltme, insan ömrünü hem uzatma hem de daha üst standartlara çıkarma illeti, daha o günlerde düşmüş Huxley’in dimağına. İnsanlar 60’larına kadar efendi efendi yaşayıp ölüp giderler bu distopyada. Zaten çocuklara ilk öğretilen de budur: Zamanı gelince ölmeyi öğrenmek en büyük erdem. İnsanlığı büyüleyen muazzam üretim modeli, 1930’larda yaşamın her yerini montaj hattına çevirirken, insan yaşamı yerine sermayenin ömrü, devir hızı artıyordu. Yaşamı değil, gayet tabi karları yükseltmekti bugün de olduğu gibi bütün mesele. Neticede kapitalizm en güzel bir ütopya, icabında yaşamı artırır icap ederse eksiltir, o kadar! Sen sermayenin keyfinin kâhyası mısın, çok affedersin! Kaderine, yani sana yazılan sınıfa razıysan hem yaşam ne güzel ne ütopik, masal gibi her şey: Yaşasın büyük yalan! [Hakikate inandık da ne oldu efendim!?]
Velhasıl, distopyalar umudu çökertir kardeşlerim, sistemin yeniden üretimini sağlar. “Zaten hiçbir şey değişmiyor.” ve “Böyle gelmiş böyle gider.” veya “Yapacak bir şey yok.” fikrini enjekte eder sinsi sinsi toplumun damarlarına. İnsanı felç eder, onu parça parça koparır yaşamdan, yaşama sevincinden. Artık kimsenin içinden hiçbir şey gelmez; biraz hevesi varsa da artık kaçıp gitmiştir. Distopya teslimiyettir; korkakça bakarak dünyaya, ondan çalıp sakladıklarıyla yaşayabileceğini sanmaktır. Distopya, yeni bir dünya hayal etmeye üşenmenin felsefesidir; hep bir sitem hep bir şikâyet telkin eder [hep memnuniyetsizdir]. Her şey hep kötüye gitmektedir. Umutlu yaşamak güç iştir çünkü. Umutla hayatta akıp durmak, sağlam bünye ister, sabır ister. Kapkara bir hayatı neden sürdürmektedir ki distopyacı? Çeksin yaşam kablosunun fişini, her şey bitsin gitsin.
“Yokluk yoktur, varlık vardır.” diye buyurmuştu binlerce yıl önce Parmenides. Belki şimdi, “Hepimiz varız, hiçbirimiz yokuz…” demek gerek bu neşesiz, kahkahasız umutsuzluk çağında. İnsan ne çok tutunmak ister mutlu zamanlarına, sımsıkı sarılmak, soluk alıp vermek, umutlu bir göğün altında sevinçten sırılsıklam olmak… umutla, hep umutla…