Direnenler arasında dökülenler, yorulanlar, küsenler çok oldu. Ama binbir yoksunluk ve zorluğa rağmen sözün, sanatın, felsefenin, insancıl üretimlerin gücüne güvenerek yokuş yukarı tırmanmaya devam edenler de az değildi. Sanırım bu yüzden halen kimi sanatçı, gazeteci, aktivist ve politikacıyı hapishanelerine tıkmak zorunda kalıyorlar.
İlk yazıda Platon’dan kilise öğretilerine, Robespierre’den Nietzsche’ye, Freud’dan Bernays ve Lippman’a, Mussolini’den Goebbels’e, Soğuk Savaş’ın Kültürel Özgürlük Kongresi’ne kadar “yönetici kültür” olgularına değinmemizin bilgi, analiz dışında süreci anlamaya dönük bir yönelimi de var.
Yazılı tarih boyunca, yönetici toplumsal düzenler çözülüp başka sömürücü düzenler geldikçe egemen sınıflar meşruiyetlerini, kültürel hegemonyalarını daha geniş bir toplumsal temel üzerine kurabilmişlerdir. Ancak buna karşılık, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki çelişki gittikçe daha derin, daha keskince evrilerek kapitalist toplumda en üst biçimine ulaşmıştır. Artık, kapitalist toplumda ezilmek istemeyen çalışan sınıflar, toplumsal düzeni ve yönetenin kültürünü kendilerinden önceki toplumların tümünden daha köklü biçimde reddetmek zorundadır.
İkinci emperyalist Paylaşım Savaşı başladığında Sovyetler Birliği, daha ilk yıllarda Batı destekli Beyaz Ordu Birlikleri’yle yaşanan iç savaş, Lenin’in öldürülmesi, yoğun ekonomik-sosyal sorunlar, birlik uluslarının demokratik yeniden yapılandırılması, kolektivizme karşı çıkan zengin köylülüğün isyanları, İtalya ve Almanya’da yükselen faşist iktidarlar ve savaş çanları gibi ciddi sorunlarla uğraşmış veya uğraşmaktaydı. Bu savaştan yüksek bir moral kazanım ama büyük bir yıkım, milyonlarca nitelikli insan, kadro kaybıyla çıktı Sovyetler…
Kısa bir zaman sonra, emperyalizmin çok boyutlu Soğuk Savaş ve NATO hamlelerine karşı “Barış İçinde Bir Arada Yaşama” revizyonizmi, nükleer silahlanma ve uzay programları yarışına yönelmesi; politik devrimi bütünleyen sosyal devrimi sürdürmek yerine, “artık ben oldum” havasında bürokratik ekonomizme saplanması sonun başlangıcıydı.
Ekonomi bakanı olarak oraya yaptığı geziden sonra, 1965’te Che Guevara’nın bu durumu eleştiren ve “yeni insan, yeni kültür” konusuna dikkat çeken yazıları, uyarıları da o yıllarda Küba dışında yankı bulamadı.
1970’lerin başından itibaren sosyalizm korkusunu yenmeye başlayan Batılı emperyalist metropollerde “sosyal devlet / sosyal konut” uygulamalarında geri adımlar görülmeye başlandı. Örneğin şehir içine kurulu ve işçilere ucuz kiralık konut sağlayan genellikle dikdörtgen biçimli büyük konut blokları, şehrin görünümünü bozan yapılar olarak damgalanıp yıkılmaya ve işçiler kenar semtlere doğru sürülmeye başlandı. Önceleri mimari bir tartışma gibi başlayan süreç, kendinden önceki yapısalcılık, eklektizm, biçimcilik gibi akımları da yedeğine alarak sanata, felsefeye, kültür ve eğlence sektörüne kadar taşındı. (1)
Dergiler, gazeteler, kitaplar, sergilerle Postmodernist dağınıklığın vesikaları artık her yerdeydi. Modernlik, artık çağı açıklamaya yetmiyordu buna göre. Her yerde modernliğin yarattığı bunalım, karamsarlık ve umutsuzluk vardı. Aydınlanma, Rönesans ve aklın egemenliğiyle karakterize olan modernlik, insan ruhunu yoksullaştırmış, çıkmaza sokmuştu. Söylemin egemenliği altında mikro ve makro iktidarların insanlığı istediği gibi yönlendirdiği distopik bir geleceğe doğru gidiliyordu. “Postmodern ve post yapısalcı bir durum oluşmuştu.” (Lyotard, 1979). Artık “tarihin sonu gelmişti” ve “Batı liberal düşüncesinin insanlığın ulaşabileceği son aşama olduğu anlaşılmıştı.” (1992, Fukuyama). E, ne yapmak gerekiyordu o zaman? Bu konuda asla bir görüş birliği yoktu. Ama özellikle söz sanatları alanında ortaklaştıklarına bakıldığında arife tarif gerektirmeyecek bir tablo görülebiliyordu: Gerçek bir üretim zahmetine girilmeden kopyalanan metinler kesilip biçilip yapıştırılarak, çoğu zaman bağlamından, tarihselliğinden ve işaret ettiği hakikatten soyularak kullanılıyor, hayattaki “saçmalık ve çıkışsızlığa karşı” bu parçalarla eğlenceli, masalsı metinler, çizgiler üretiliyordu. Sanatta kurmacanın mutlak özerkliği savunuluyordu. Öyle, tarihe, topluma, hakikatlere karşı hiçbir sorumluluk duymadan özgürce(!) yaratmalıydı sanatçı. Çünkü dil gibi en soyut(!) bir araçla yapıyordu bunu. (2)
Bu postmodern anlayışta (hoyratlıkta mı demeli yoksa), tarih, toplumlar, sanatsal bilimsel, kültürel ögeler, insan ve doğa sanatçının “oyun hamuru”, anlatının (canlı dokusu değil) dolgu malzemesiydi. Anlamları, ilişkileri, çeşitli yön ve bağlamları yazarın keyfince eğilip bükülebilir, kesilip biçilebilirdi. Okura düşen de kendisine sunulanın üzerinde fazla düşünmemek, “anlatının keyfini sürmekti”.
Modernizm, otoriterlik, bazen kapitalizm eleştirisiyle iç içe geçen bu yeni arayışların hangi etik, estetik ve politik hedeflere darbe vurarak hangi odaklara avantajlar sağladığı ise zaman içinde netleşmeye başlayacaktı.
Estetik, etik ve politik alanda hakikatin ta kendisi hedef alınıyor, distopik bir gelecekten yakınılırken bile insanlık distopik bir geleceğe mahkûm edilmeye çalışılıyordu.
1980’lere gelindiğinde artık kültürel olarak çözülmeye başlamış olan “reel sosyalist” ülkelerdeki yıkıma paralel olarak postmodernist akımların binbir türü yükseltildi. Öyle ki 1985’lere kadar etkinliğini koruyan ve sanatın, felsefe ve kültürün işlevselliğine inanan, etik-estetik-politik duruşun birbirinden kopuk ele alınamayacağını savunan yazarlar, sanatçılar yavaş yavaş yaygın kültürel- sanatsal etkinliklerde, büyük yayınevlerinde, sergi salonlarında vs. kendilerine yer bulamaz hale getirildiler. Bu süreç halen devam ediyor.
Binlerce yıllık kökleriyle ve bu sonuca doğru evrilen süreçle birlikte bakıldığında, karmaşık (ama karışık değil) olduğu kadar yalın bir görünüm de ortaya seriliyor.
Egemenlerin yoğun çabası, insan emeğinin en güzel ürünlerinden biri olan söz’ün gücünü kırmak, gerçekleri karartacak ve yanlış bilinç oluşturacak yol ve yöntemler bulmaktır. Çünkü ışığa, aydınlığa, sanatın incelikli hakikatine, bilimsel yaklaşıma en çok ihtiyacı olanlar, toplumda en çok çalıştığı halde en çok sömürülen kafa ve kol emekçileridir, proleterlerdir. Karşılarında “her şey azami kâr için” ilkesiyle hareket ederek insanlığı ve doğayı yok oluşa doğru sürükleyen emperyalist burjuvaziler vardır.
Bugün dünyanın dört bir yanında ışığa, hakikate, ekmeğe aç insanları yalanlarla, postmodern oyun ve masallarla uyuşturan, avutan devasa bir endüstriyel kültür var. Hollywood, Bollywood, Soğuk Savaş destekli “sanatsever vakıfların” yüzden fazla ülkedeki “kültürel yatırımları” (sergi, gösteri salonları, dergiler, yayınevleri, ödüller, dağıtım ağları, internet mecraları vs.), sayısız internet portalı ve sosyal medya alanlarında ömür-zaman törpüsü siteler, diziler; her şeyi sulandıran, bayağılaştıran, güya komiklik eden beyaz propaganda “fenomenleri”; milyonlarca takipçinin izlediği her türden “star”…
Bütün bu saydıklarımız ve sayamadıklarımız, uluslar ötesi emperyalist burjuvazilerin yatırım yapa yapa zaman içinde şekillendirdiği kültürel endüstrinin ve onun popüler kültürünün varoluş biçimleridir.
Türkiye coğrafyasına doğru gelirsek, İnönü hükümetinin Marshall yardımını onayladığı 1947 yılından sonra “Rockefeller ve Ford vakıflarının Türk Amerikan ilişkilerindeki önemli yerini” (3) görmekteyiz. 1948 yılından itibaren Rockefeller Vakfı yetkililerinden John Marshall’ın sık sık ülkemize uğrayıp “bilim ve sanat alanının önde gelen isimleriyle birebir ilişkiler kurduğu” (4) yeni bir dönemdir bu (aynı zamanda Soğuk Savaş’ın ilk yılları).
1954 ile 1965 yılları arasında Türkiyeli birçok tarihçi, edebiyat ve sanat kişisinin Rockefeller Vakfı’nın hayırsever (!) burslarından yararlandığını okuyoruz. Bunlar arasında Prof. Halil İnalcık, Seramik Sanatçısı Füreya Koral, Prof. Fahir iz, Şair Yazar Ahmet Hamdi Tanpınar (Türk edebiyatı tarihi üzerine çalışmasını bitirmesi için), o dönem TRT ve İngiliz Büyükelçiliği için çalışan Bilge Karasu (Avrupa ülkelerini gezip yazım becerisini geliştirmesi için), Şair– Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu (10.000 dolar, Batıdaki son sanatsal tekniklerle ilgili gözlemde bulunması için) ve Vedat Günyol vardı. Çoğu sosyalist geçinen küçük burjuva-aydın yazarların kafa yapısına net bir örnek olarak burada V. Günyol’a biraz daha yer vermek gerekiyor: Bilindiği üzere o dönemlerde dil bilen aydın-yazarlardan biri olarak Batı klasiklerinden değerli çeviriler yapmış ve Yeni Ufuklar adlı edebiyat dergisini çıkarmış aydınlanmacı bir şahsiyetti kendisi. Rockefeller Vakfı’ndan burs alabilmek için yaptığı başvuru dosyasında şu gerekçeleri ileri sürüyor: Türkiye Orta Çağ’dan moderne doğru geçiş döneminde bir ülkedir. Sanat, bilim ve teknolojide modernin ne olduğunu ve Batı zihniyetini bilen pek azdır… (5)
Liberal-demokrat bir entelektüelin görüşleri deyip geçemiyoruz, çünkü Batı zihniyetini ve modernizmi biz “ilkellere” öğretmek adına para almak için bunları yazıyor.
Bu türden ilişkilere rağmen resmî ideolojik tahakküm, daha çok devlet destekli gerici-faşist odaklar üzerinden gelişiyordu. Amerikan vakıflarının temasları genellikle yayıncılık ve sanat alanında daha etkin olan liberal ilerici küçük burjuva kesimlerde görülüyordu. 1968 ile birlikte yükselen devrimci gençlik eylemleri ile 1970’teki 15/16 Haziran İşçi Kalkışması, işbirlikçi tekelci burjuvazinin yol verdiği yoğun bir devlet terörünün yanı sıra, kültürel alanda da girişimlere neden oldu. Şair Yazar Kemal özer’in tanıklığından okuyoruz ki 12 Mart sonrası Türkiye egemenleri, Türk edebiyatı, Kubbealtı gibi dergiler ve türlü dernekler üzerinden bir “kültürel fetih” atağı da yapmışlar. 1970’lerin sıcak sınıf savaşları arasında çok etkili olamayan bu fetih arzusu, 1980’lerde zulüm ve kanla beslenen “huzur ve güven” ortamında, devreye holdingler, bankalar da sokularak daha sistematik, köklü bir hale bürünecekti.
Fransız düşünür Lyotard’ın “Postmodern Durum” kitabını yayınladığı 1979 yılından sonra nitelikçe dönüşmeye başlayan Milliyet Sanat Dergisi ve ödülleri, 1980 ile birlikte edebiyat ve sanat alanına giren Türkiye İş Bankası ve ödülleri, 1984’te Enka holding ve zaman içerisinde Yapı Kredi Bankası, Borusan Holding gibi banka ve sermaye kurumlarının “yatırımları”… Zamanın bazı gazetelerinin sermaye yapılarındaki değişimle birlikte cemaatçi ve pornografik yayınların aynı anda canlandırılması; Türk İslam Sentezi çabaları; Erkekçe Dergisi’ni yayınlayan Gelişim A.Ş. tarafından zarar edeceği biline biline 40 sayısı yayınlanan, ısrarla Post-yapısalcılık, Yapı söküm ve benzeri Post-modern kuramları ülke gündemine taşıyan Çağdaş Eleştiri Dergisi. (6)
Uzun yıllara yayılan sopa ve havuç politikaları sonucu birçok yayınevi ve dergi çevresindeki bitmeyen geri adımlar, ilerici-aydın-yazar çevrelerde pragmatist-yoz eğilimleri iyice yaygınlaştırdı. Modernik, uygarlık adına “totaliter eğilimlere” tepkili, komünizme uzak, sosyalizme mesafeli liberal-aydın yazar takımı çok satan dergilerde, büyük yayınevlerinde, ödül kurumlarında, galerilerde “etkili” pozisyonlara getirildi. Daha önce sözünü ettiğimiz sanat sevicisi uluslararası ve ulusal vakıflar ve Avrupa Birliği fonları ile “umut vaat eden” kültür insanlarının çeşitli burslarla sessiz sedasız Amerika ve Avrupa’ya davet edilmesi sürecinin sürdüğünü tahmin etmek için falcı olmaya gerek yok.
Siyasi baskı mekanizmasına ek olarak yayın dağıtım ağlarının süreç içinde tekelleştirilmesi de küçülen mecralarında çırpınan ilerici yayıncılığın üzerindeki kontrolü arttırdı. Politik alandaki dağınıklığa paralel olarak ilerici- devrimci yayıncılığımız da bu postmodern gericiliğe kollektif bir karşı koyuşla yanıt veremedi. Çeşitli girişimler, çabalar, etkinlikler yerelliği aşamadı, gelişemedi, kısa ömürlü oldu.
İlk çağların köleci demokrasisinde olduğu gibi ama farklı bir sarmal bağlamda post-emperyalizm dönemi de kendine uygun “yönetici kültürü ve güç istencine” uygun tipler yarattı. Elindeki geniş teknolojik araçlar ve gelişmiş kültürel Soğuk Savaş kurumlarıyla zaten kapitalist alışkanlık ve gündelik geçim telaşı içindeki kitleleri kültürel hegemonyanın sayısız kollarıyla ahtapot gibi sardı.
Direnenler arasında dökülenler, yorulanlar, küsenler çok oldu. Ama binbir yoksunluk ve zorluğa rağmen sözün, sanatın, felsefenin, insancıl üretimlerin gücüne güvenerek yokuş yukarı tırmanmaya devam edenler de az değildi. Sanırım bu yüzden halen kimi sanatçı, gazeteci, aktivist ve politikacıyı hapishanelerine tıkmak zorunda kalıyorlar.
Acı da olsa çetin de olsa umut, direnişten doğacaktır…
Süleyman KUŞ
NOTLAR
1- “Kapitalizmin Değişen Derisi: Postmodernizm”, A. Çubukçu, Evrensel Kültür sayı:110, 2006
2- Elif Şafak’ın “Ustam ve Ben” romanı üzerinden polemik yazım: “Gerçeklik ve Edebiyat”, Sanat Cephesi Sosyalist Gerçekçi Sanat Dergisi sayı 20, 2014
3- “Hangi Yazar ve Sanatçılar Rockefeller Bursu Aldı”, İhsan Yılmaz, 27.01.2021, Hürriyet Gazetesi.
4, 5- Ali Erken, “Amerika ve Modern Türkiye’nin Oluşumu”, Vakıfbank Yayınları (Aktaran İ.Yılmaz)