Neoliberalizm ve Kültürde Özelleştirme Politikalarının Yansımaları

Modern devletin inşa sürecinin ilk dönemlerinde sanat göreceli de olsa kendine nefes alabileceği özerk bir alan yaratabilmiştir. Neoliberalizmin kültürel ayağı postmodernizmle birlikte özgürlük alanı daraltılan sanat merkezin içine çekilerek sermayenin makul bir aparatı olacak şekilde sisteme monte edilmiştir.

1970’li yılların sonu, klasik kapitalist devletin yeniden yapılandırıldığı, ulus devletin daralan doğal sınırları içine sıkışmış muzaffer burjuva devletinin üretim ilişkilerine dayalı sermayenin biçimlendirilmesi anlamında olağan akışın kırıldığı yılların başlangıcı olarak kabul edilebilir. Tabii bu sürecin tohumlarının atılma zamanın tarihsel akış içindeki nesnelliği doğru şekilde kavranırsa yeni diye ortaya çıkan olgunun sermaye birikimin tarihsel evrimin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söylemek mümkün.

Makas değişikliğinin öznesi uluslararası sermaye nesnel koşulları küresel gelişmelerle birlikte değerlendirmeye tabi tutarak çok yönlü okumalar ışığında çizgisini belirlemiştir. Yönelim değişikliği süreçleri planlanırken işin kültürel ayağının da oluşturulması anlamında fırsatları yakalamak arzusunda olduklarına ayrıca vurgu yapmak istiyorum.

Devletlerin kültür sanat alanındaki var olan stratejik yönelimlerini değiştirerek kendi sınırlarını daralttığına şahit olduğumuz o yıllarda bugünkü etki alanın genişliği karşısında şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz devasa kültür sermayesinin/endüstrisinin yıkıcı, kuşatıcı zemini de hazırlanmıştır.

Hiç de masum olmayan özelleştirmeci kültür sermayesi aracılığıyla gerçek sanatın toplum nezdinde etkisizleştirilip görünmezlik cezası ile cezalandırılması istenmektedir. İşte bu amaçla yola çıkan kültürel sermaye, oynadığı rolle sanat adı altında bir sürü ıvır zıvırı gündelik hayatın bölünmüşlüğündeki insana anlık kafa dağıtma imkanıyla günlük stresi baskılamaya yarayan bir sanat deneyimi sunmaktadır.

Modernizmin başlangıcını rönesans ve reformlara kadar götürenler olmasına rağmen asıl geleneksel paradigmayı yıkan olağanüstü ivmenin sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıktığını, büyük değişim ve dönüşümün bu çağda sahneye çıktığını biliyoruz. Son yüzyıla sıkışan süreçte burjuva sınıfı, tarih sahnesinde kendi karşıtını da yaratarak sınıfsal bir özellik kazanmıştır.

Sendikalar ve muhalif yapılar üzerinden siyasallaşan proletaryanın toplumsal bir denge unsuru olarak sınıfsal örgütlülüğün verdiği özgüvenle özgür gelecek yarınlar umudunu diri tuttuğu yıllar artık çok gerilerde kalacaktır. Sosyal devletin tasviye sürecine girmiş olması, üretimin daha ucuz emekle gerçekleştiği 3. dünya ülkelerine kaydırıldığı son yıllarda geleneksel sınıf örgütlülüğü de tasfiye edilerek, bir sınıfın birlikte mücadele ve dayanışma ruhu da törpülenmiştir.

Özellikle bahsettiğimiz yıllardaki özelleştirme politikalarıyla aşındırılan karşı dinamiklerin parçalanmışlık hali içinde bir geleceksizlik ruh hali zuhur etmiştir. Bir de buna Sovyetlerin yıkılma ve tasfiye sürecinin doğal sonuçlarını da eklediğimizde ezilenlerin tek kutuplu dünyanın asli kurbanları haline nasıl geldiğini göreceğiz.

Eskiyi yani feodal üretimin yarattığı her şeyi tamamen bütün kurumlarıyla tasviye etmekle işe başlayan burjuvazi, sanatta yüksek olanın yeniyle bağdaştırılması anlamında kültüre de ulusal devletin devamlılığını sağlayacak bir alan olarak gördüğünden sanata devlet desteği konusunda istekli davranmış, genel bütçeden hatırı sayılı pay ayırmıştır.

Neoliberalizm, eklektik olarak ötekinin sınırlarını çizerken kendi eylemlerine sınırsızlığı hak gören küresel ölçekte kurgulanan ve uygulanan bir ekonomik-politik sistemdir. Sistemin özü sermaye geçişkenliği ve toplumsal normlardaki kesintisiz akışkanlığıdır. Karşısındakini belirli kalıplara dökerek statik bir toplumsal döngü ve değişmezlik algısı peşindeyken kendisini de bu geçişkenlik ve üstlendiği rollerden aldığı güçle biçimsizliği sayısız alternatif normlarla desteklediği kodların efendisi olarak meşrulaştırır.

Sanatın ve kültürel alanın sermaye gereksinimlerine göre yeniden kodlanması ve üretilmesi özel sektör eliyle kültürel sermayenin ekonomik sermayeye evrileceği sürecin ortaya çıkmasını sağlayacak dinamikleri hızlandırmıştır.

Kendi alanımıza ilişkin maddi sermayeden farklılıkları olmakla birlikte adına kültürel sermaye diyebileceğimiz bu olgu, egemen ideolojinin varoluşsal kodlarını geçmişten geleceğe aktararak toplumsal bellek yıkımıyla vasatı yeniden ürettiği sanatı bağımlılık ilişkisi içindeki yıkım ve kırım işleviyle yeniden tanımlar.

Kuşaklar arası devamlılık sağlanarak parçalanan gerçeklik boşaltılan içerik ve tekrarlanan eklektik biçimlerle sınıfsal iktidarını hiç zorlanmadan sürdürmenin koşulları her dönemde yaratılır. Kitlelerin pasivize edilmesi birbiriyle etkileşime giremeyecek halde kendi sınırları içinde tutulması, yalnızlaştırılmasıyla yakından alakalıdır. Avrupa’da sağın gittikçe aktif hale gelmesi yığınların sessizliğe gömülerek nötrleşmesiyle yakından alakalıdır.

Her şeyin üzerine karanlık çekilirken perdelemenin ardındaki mutlaklaştırılan burjuva iktidarının geleceğinin garanti altına alınma çabası toplumsal muhalefete katılma konusunda kitleleri isteksizleştirir. Dünyayı ateşe verirken mağdurları rehabilite edebilecek bir yetkinliğe de artık sahip olmuşlardır. Şunu şöyle okumalıyız: Ne kadar iyilikseverlikleriyle övünüyorlarsa bilelim ki elleri, ruhları o kadar kan deryasıdır.

Bahsedilen iktidarın devamlılığı hiç kuşkusuz bellek çalışmalarıyla geliştirilen yeni araçlar ve modellemelerle yapılır. Son zamanlarda ilgili çalışmaların akademi çevrelerine sağlanan fonlarla finanse edilerek maddi ve manevi anlamda desteklenmesi boşuna değildir. Kısacası burjuvazi sırtına semer vuramayacağı eşeğin, sütünü sağamayacağı tekenin önüne ot atmaz. Şirketlerin akademiye sağladığı fonlar, akçeli işler hep bu yüzdendir.

Bilişsel psikolojinin alanına giren konularda belleğin devamlılığı devletlerin yaratmak istediği otobiyografik ve tarihsel anıların mitsel kurgudan yola çıkılarak yeniden üretilip çoğaltılması ve halkların zihnine boca edilmesiyle alakalıdır.

Uyaranların çeşitliliği ve kaotik ortamın yarattığı sarsıntılar bireyin toplumsal bellekteki izlerin takibini zora sokar. Zihinlerin parçalanmışlık hali bütünselliği yakalamaya çalışan karşı sanatın kendine alan açma girişimlerini zorlaştıran hatta alabildiğine bu olanakları daraltan kültürel bir sakatlanmayı duyuşumuza katar.

Duyusal üretimin sakatlanmasıyla bahsedilen çabalarının sürdürülebilirliği ekonomik ve siyasi bir işlev kazanan yaratıcılık süreçlerinin şirketler ve devletlerin gönüllü iş birliğini gerektirmiştir. Bu organize iş birliği sistem için “faydalı” olarak düşündükleri kültüre ve sanata yatırım yaparak içeriksiz bir kültür piyasasının oluşmasını sağlamıştır.

Bu sistem, özü itibarıyla sanatı kitleler üzerinde müdahale ve aynı zamanda piyasada mübadele aracı olarak görürken bunu sınıfsal tahakkümünü tahkim etmek, toplumun tüm kılcal damarlarına girmek için etkileşimli bir toplum mühendisliği olarak hayata geçirir.

Zihnin gerçeklikle bağlarının kopartılması, âdeta bir film platosunun simülasyonuyla sersemletilen öznenin hayal-gerçek çatışmasını tüm benliğiyle iliklerine kadar yaşamasına yol açar. Parçalanmış düşlerinin etkisindeki kimliksizlik şizofrenik ruh haliyle kalabalıkların içindeki küçücük bir zerre gibi kendi eliyle varoluşunu mezara gömer.

Geçmişin geleceğe bir transferi olan belleğin dumura uğratılmış olması sanatın piyasa koşullarına uyumlu hale getirilmesiyle mümkün olmaktadır. Bellek yıkımı olmadan yerine konulacak olan şeyin bireyler tarafından içselleştirilmeyeceği böylelikle siyasal toplumsallaşmanın gerçekleşmeyeceği apaçık ortadadır.

Artık; “Çağdaş sanat, diğer kültür ürünleriyle birlikte, şirketler ve farklı bir biçimde de olsa üst düzey yöneticiler için hem maddi hem de simgesel değer taşıyan mübadele aracı gibi işlev görür.” (1)

Tahakküme dayalı sistemin akışkanlığı fiziki sınırların dışında zihinsel direnç noktalarının dumura uğratılmasına büyük olanaklar sağlayacak şekilde kapsayıcı ve kuşatıcıdır. Tarihsel süreçte sistemin tıkanma noktasına geldiği duraklarda bile sistemin toplumsal bellekte yarattığı yıkımın bir sonucu olarak fazla zorlanmadan kitlelerin oluşabilecek tepkilerini yönsüzleştirmiş, tepkiyi başka mecralara akıtacak sistem içi araçlar fazlasıyla yaratılmıştır.

Kapitalizm, zamanla kertenkelelerin, kaybettikleri uzuvlarını yenileme yeteneğine olarak tanımlanan “kaudal rejenerasyon” gibi bir özellik kazanarak tarihsel duraklarda buhranlarını yenilenerek aşmasını bilmiştir. Algıların yıkıldığı ve istendik şekilde arzuların yeniden kalıba döküldüğü böylelikle dünyanın her yerinde aynılaşanın kimliklerle tek tipleşmenin işlevsellik kazandığı başka bir aşamadayız.

Dünyanın farklı coğrafyalarında gençlerin geniş ağlar üzerinden gerçekleşen iletişimle benzeşen istek ve arzuları imajlar dünyasının ikonik değerleriyle kesişmiştir. Bu kesişmenin alt yapısı bizlere çağdaşlık ve özgürlük olarak dayatılan neoliberal ideolojinin yarattığı yanılsamanın zorunlu sonucudur.

Çeşitlilik olarak sunulan şeylerin kitlelerin asıl isteklerine değil, yaratılan ve sürekli kışkırtılan arzularına hitap eden bir pazarlama tekniği olduğunu Theodor W. Adorno, kültür endüstrisinin bir çıktısı olarak çözümlemiş, piyasaya yönelik sanatsal üretimin kültür sermayesinin hızlı gelişimiyle gelecek günlere dair ipuçları sunmuştur.

Gelişmişlik düzeyi arttıkça devasa iletişim ağlarını besleyen kültürel sermayenin de aslında hayatımıza soktuğu sosyal ağlarla her türlü iletişimsizliği zihnimize yerleştirdiğini görüyoruz. Bireyin yalnızlaştırılması yoluyla kişiliğin parçalanması işlemi bireyin kendi isteğiyle gönüllük ilişkisi içinde toplumsal rızası alınarak gerçekleşir.

İnsanlık şimdiye kadar görmediği ama yüzyılımızda içselleştirilen bir yıkımın gönüllü uygulayıcıları olarak büyük çöküşün hem öznesi konumunda hem de karşıtını hayata geçirebilecek bir yeteneğe sahip olmakla geçirdiği bilişsel evrimin sonsuzluğunda salınmaktadır.

Artık klasik iktisadın argümanlarının çok dışında bunların kolayca terk edilerek ortaya çıkan yeni koşullara göre dinamiklerin şekillendirdiği sınırları çizilemeyen bir geçişkenlikteyiz. Bu geçişkenlik aynı zamanda bir şekilsizlik içerdiğinden sermayenin istek ve arzuları doğrultusunda her kalıba girerek tıkanan arterleri açmak için her koşulda yeniden üretilerek yola koyulduğunu belirtebiliriz.

Neoliberalizmin bu akışta çeşitlilikmiş gibi sunulan hazır kalıpların içinde insanların ruhu ve bedenini tek tipleştirerek sürekli tetiklediği arzuları piyasaya moda kisvesiyle sunmuş vasatın algısında kitleleri aynılaştırmıştır. Eskilerin dediği gibi kitlelerin içine burjuvazinin cini kaçmıştır ve artık bu cin tüketim toplumunun hezeyanlarını, arzularını beslemek çabasıyla doğayı ve insanı tüketmek için çılgınca koşuşturmaktadır.

Sermaye kaynakları fütursuzca kullanıp zenginliğin bütün toplum katmanlarına sirayet edecek büyüme ve kalkınma varsayımıyla gerçekleşeceği yalanını topluma yaymaya çalışılıyor. Işıltılı reyonlar, şovlar, karnaval havasındaki eğlenceler, göğü yarıp geçecekmiş hissi veren yapılarla hep aynı hissiyatı pompalıyor.

Oysa durum anlaşılacağı üzere piyasaya pompalanan pembe hayallerin tam tersi olarak yaşanıyor, yaşanacaktır. İktisatçıların ülkedeki bütün mal ve kazançları kişi sayısına bölerek milli gelir adını verdiği ucubeliğin ötesinde sermayenin belirli merkezlerde toplandığı, toplumun aşırı derecede yoksullaştığı ultra zenginlerin dünyasında, iliklerine kadar açlığın, yoksulluğun yaşandığı bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

Ekonomik gelişime bağlı olarak endüstrileşen toplumda kuşatılan duyguların iğdiş edildiği sancılı bir yaratım hali vardır. Sanatsal yaratımın piyasa ihtiyaçlarına uygun olarak metalaştığı yani sanatın ekonomik bir girdiye dönüştüğünü daha önce söylemiştik.

Neoliberalizm ve ona bağlı olarak postmodern kültürün sanatsal yaratımı biçimlendirdiği düzlemde sonuçlarını iliklerimize kadar duyumsadığımız ideolojik anlamda bir nötrleşme söz konusudur. Tepkisiz toplumların anlık kalkışmaları bile kısa süre içerisinde ilk çıkış anındaki izleğini kaybeder, tepkiler bir süre sonra yine nötr hale gelerek uzun süren sessizlik çağına geri dönülür.

Oksijensiz kalan balıkların akvaryumda suyun yüzeyine çıkarak nefes almak için çırpınması gibi popüler kültürle kuşatılan bireylerin özünden koparılarak sıradanlığa mahkûm edilen sanatla sürekli muhatap bırakılması kalabalıklar içinde yalnızlaşarak kendi kabuklarında nefessiz kalmalarına yol açar.

Modern devletin inşa sürecinin ilk dönemlerinde sanat göreceli de olsa kendine nefes alabileceği özerk bir alan yaratabilmiştir. Neoliberalizmin kültürel ayağı postmodernizmle birlikte özgürlük alanı daraltılan sanat merkezin içine çekilerek sermayenin makul bir aparatı olacak şekilde sisteme monte edilmiştir.

O kadar güçlü bağlarla sisteme bağlanmıştır ki bu güçlülük belirtisi tarihsel bir kırılganlığı içermekle birlikte karşı cephede konumlanmanın güçlükleri içinde bulunduğumuz zamanlarda kantarın topuzu sermayeden yana kaydırmıştır. Sınıf örgütünün olmadığı bir yerde sınıf mücadelesinin iktidarı hedefleyerek karşı kültürü toplumsal dokuya işleyebileceği yeterlilikteki mekanizmaların hayata geçirilmesi pratiklere bakıldığında zor görünmektedir.

Bu arada artık yeni düzende karşıtların bir dizi argümanla karşı olduğuyla mücadele ettiğini sanırken onunla benzeşmesi şaşırtıcı gelmemeli. Çünkü karşıtları dönüştüren ve benzeştiren postmodernizmin çok kültürlülük, demokrasi özgürlük gibi kavramlarla imajlar dünyasına boca ettiği sahte liberal düşüncelerin görüntüsüdür bu karmaşık görüntüler.

Kültür sanatın toplumsal siyasallaşmadaki rolü egemenler tarafından zaten bilinmektedir. Alana ilişkin özel sermaye öncülüğündeki çalışmaların ilk kez demokrasi teranesiyle cilalanarak alkışlarla piyasaya sunulması sanatın faydalı ya da faydasız olabileceğine ilişkin bir ayrımı da zorunlu kılmıştır.

İnsanların (tüketicilerin) zihinlerindeki zihinsel konumları konusunda çok duyarlı olan şirketler, bütün sosyal içerimleriyle birlikte sanatı bir reklam biçimi ya da halkla ilişkiler stratejisi olarak kullanırlar; ya da şirket kültürünün jargonuyla, sanatı bir ‘pazar dilimini’ ele geçirmek için kullanırlar.” (2)

İşte burada faydalı sanat diye tabir edilen yüksek sanata karşıt ortalama kitle kültürüne ve beğenisine hitap eden popüler kültür denkleminde neoliberalizmin dünya ölçeğinde müsebbibi olduğu katliamlar, talanlar ve göçlerde yol açtığı yıkıcılığın toplumsal düzeydeki rehabilitesi de kültürel sermayenin başlıca maskeleme araçlarındandır.

Neoliberalizm yoksullara asla sahip olamayacağı ışıltılı zenginliği vaat ederken insanların günlük çalışma koşullarına müdahale ederek esnek çalışma adı altında, akışkan olan emeğin mekân ve zaman algısını da yıkmıştır. Sermaye teknolojik düzeyde hareketlilik kazandıkça yerlerinden yurtlarından edilen emekçilerin mülteci olarak metropollere göçü de kitlesel kırımlarla trajik bir şekilde artmıştır.

Son yıllarda Covid-19 salgını gibi yaşanılan bir dizi olumsuzluklar evden çalışma pratikleriyle esnek çalışmayı çoğu sektörde kalıcı bir uygulamaya dönüştürdü. Bu yıkım bir emekçinin günlük hayatında serbest zaman ve mesai ayrımını da ortadan kaldırdığından normal mesaideki çalışma performansından daha fazla çalıştırılmasına yol açmıştır.

Esnek çalışmanın işveren için ekonomik anlamda katkılarının en önemlisi sömürünün gönüllülük esasına dayalı olarak mesai algısını da yıkmış, günün her saati emekçileri emrine amade olarak işine koşmuştur. Angarya olarak nitelenebilecek bu yaklaşımlar global ölçekte de artık uygulanabilir özerk mesai saatlerini düstur hale gelmiştir. Yeri saati belli olmayan insanların sanata bu koşullar altında ne kadar ilgi göstereceği ya da sanatın bir yaratıcısı olarak kendini gerçekleştireceği tartışmalıdır.

Merkezi otoritenin kültür alanını koruyup kolladığı bu şekilde kontrol altına aldığı klasik burjuva devletinin artık üzerinde bir yük olarak gördüğü sanatsal alandan çekilmesi zorunluluk haline gelmiştir. 70’lerin sonunda sanat için bütçe giderlerinde kısıntıya gitmek için kültür politikalarında değişikliğe gitmenin yolları aranır hale gelmiştir.

1979’da ABD’de Reagan, 80’de İngiltere’de M.Thatcher’ın iktidara gelmesiyle devletin küçültülmesi, özel sektörün öne çıkacağı neoliberal politikaların uygulamaya geçirileceği yıllar olmuştur.

İşçi sınıfının mücadelesi sonucundaki sosyal devletin kazanımları budanmaya başlandığında sarı sendikacılığın sınıf saflarında açtığı gedikle neoliberalizmin önündeki engellerin tasfiye edilmeye başladığı yılların başlangıcı olmuştur.

Günümüzde sanat üretiminde özelleştirme adı altında sadece sanatın sübvansiyonu devletin üzerine bırakılmıştır. Özel-kamu sektörü arasındaki iş birliklerine dayalı bir şekilde neoliberal girişimciliğin ön plana çıkarılması hedeflenmiştir. Özellikle son yıllarda şirketlerin vergi muafiyetleriyle desteklenerek özel girişimciliğin önünü açan kamunun maliyetleri üstlendiği bir model oluşturuldu.

Şirketlerin kültürel alana yatırıma yönelmeleri sonucunda devletin sanatsal alanı kontrol eden uygulamalarında bir aktör değişikliğine gidilmiş, kültürel alanın kontrolu ve karar vericilik pozisyonu özel şirketlerin eline geçmiştir.

Sanat alanı bir kez kontrol altına alındı mı trafiği kontrol etmek için çeşitli sponsorluklar, bienaller, sergiler, ödüller vb. uygulamalarla kimlerin öne çıkarılacağına kimlerin görünmezlik zindanında çürümeye bırakılacağına artık devlet değil devlet destekli şirketlerin yönetim kurulları karar verir hale gelir.

Sermayenin bütün derdi; ekonomik ve sosyal maliyeti çok yüksek olacak olan herhangi bir toplumsal direnişle karşılaşmadan kendi ideolojisini toplumun tüm katmanlarına sızarak yaymaktır. Bunun için hizayı aşmayan gönüllü destek sunacak kültür insanlarının varlığına gerek duyar.

Bir nevi elçi konumundaki bu kişilerin piyasayı kontrol ederek düzenleyecek mekanizmalarda etkili ve yetkili bir pozisyona gelmeleri için elden ne gelirse yapılır. Ara sıra nöbet değişiklikleri görülse de hep aynı isimlerin dolaşımda olduğunu görmek kimseyi şaşırtmasa gerek.

Cilalı devrin sanatçıları sokuldukları rekabetin içinde adı duyulmuş sermaye destekli x yayınevinden kitap çıkarmak, bir vakfın sergisinde, etkinliğinde yer alabilmek adına bütün insanlığını kusar. Kişisel bağlantı geliştirebilecek, pazarlama becerisi sanatsal yetenek gerektiren becerilerin önüne geçer. Kitap fuarlarındaki fenomen sanatçıların stantlarının önünde kıvrılan kuyruklar yeteneğin değil bireysel sosyal becerinin göstergesidir.

Sanatsal yaratım, rekabetçi piyasa koşullarıyla uyumlu işlerlik kazandığında eserlerin dolaşımda alınıp satılabilmesi gibi sanatçıların da kültür ajanı sıfatıyla satın alınabileceği yüksek menkuller borsası oluşmakta gecikmez. Borsanın en revaçta tahvilleri esneklik ve kaypaklık özelliğine sahip kullanışlılık kapasitesi geniş kültür ajanları portföyüdür.

Bu gönüllü kültür ajanları eliyle sanatın sınırları-sınırsızlık, özgürlük adı altında- çizilerek içi tamamen boşaltılır, bilinen her şey ters yüz edilir. Son yıllarda, adına kültürel üretim denilen çöp dağları arasındaki labirentlerde dolaştırılmamız, çevreye yayılan pis kokuların içinde manolya kokularıyla dolu bir bahçede geziyor izlenimini edinmemizi istemeleri hep bu yüzdendir.

Gerçekliğin kırıldığı bir simülasyon kurgusunun süreklilik arz edecek üretiminde toplumsallık, dayanışma gibi kavramların da içi boşaltılır, kavramlar dizgesi kırılarak her şey tersine çevrilir. Burada yapılacak olan sistem okumasında artık her şeyin sistem içleşme eğiliminde olduğunu bilerek ona göre yön belirlemek gerekir.

Sınıfsal bakış açısını yedirdiği toplumsal dokuda sanat bir nevi maskeleme ve şirketlerin tanıtımı görevi üstlenirken aynı zamanda artı-değer yaratılarak piyasa koşullarında ekonomik sermayenin sanatsal sermayeye dönüşümü sağlanır.

Her zaman olduğu gibi kapitalizmin metropollerinde hayata geçirilen politikaların izdüşümleri kısa zamanda yeni sömürgelere ulaşmış, ülkelerin özgün koşullarına uyarlanarak hayata geçirilmesi için kolları sıvamıştır. Özelleştirme furyasının büyülü şemsiyesi altında devletin küçültülmesi, ekonomi ve ticarette olduğu gibi sanatta özelleştirme adımları hızlanmıştır.

Kısaca özetlersek sanatın özelleştirilmesinin karşısında durularak özerkleştirilmesi çabası içinde olmak insanlığın ve doğanın kurtuluş müjdesidir. Sermaye güçlü olabilir, kitleleri sığ sularda yüzdürebilir. Fakat devrimci gerçekçi sanat, öz biçim diyalektiği ile görüneni değil derindeki anlam katmanlarını hedefleyerek yaratıcı süreçlerin bütün kulvarlarında karşı sanatı örgütleyebilmelidir.

Karşıda durduklarını iddia edenlerin fon ve desteklerle folklorik şekilsel bir anlamsızlığa dönüşmeleri de mümkündür. Gücünü toplumsal karşılığından alan devrimci gerçekçi sanat neoliberal çağda da unutturulan gerçekliği yeniden estetize ederek sınıfla buluşturmanın yollarını arayacaktır.

Yalnızlık ve yalnızlaşmayı savunmak ölümcül marazi bir hastalıktır. İçe dönük her özne çevresel bağlarından kopunca konforlu güvenli alanda özgür kalacağını sanabilir. Özgürlük sandığı şey burjuvazinin çıkışlarını zincirleyerek etrafını ateşe verdiği bir limandır.

. . . .

N O T L A R

(1) Kültürün Özelleştirilmesi, Chin-tao Wu s. 21

(2) e-skop.com/skopbulten/neoliberalizm-sanat-gorusumuzu-carpitiyor-%E2%80%93-baska-secenek-yok-mu/6234

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar