Başımıza bombalar düşene dek başkasının kanına duyacağımız ilgi ve empatinin ise yanılsamalı bilincimizde tutsak olması noktasında, aklımızı ve yüreğimizi yeniden birleştirmenin, vicdani sezgiyi açığa çıkarmanın bir yolu nesnel politikaysa diğer biricik yolu da gerçekçi tutuma sahip sanat ve edebiyattır.
Düşünün, birazdan bir duvar dibinde kurşuna dizilecek bir grup. Cellatlardan biri, onlardan ayakkabılarını ve paltolarını çıkarmalarını istiyor. Bir adam gruptan ayrılıyor, yırtık çoraplarıyla çamurlu suların üzerinde gezinirken elinde tuttuğu platosuna ve çizmelerine, bırakabileceği kuru bir yer arıyor. Andrey Tarkovski’nin Mühürlenmiş Zaman’ında bu satırları okurken aklıma, ambulansın sedyesine yatırılacakken hemşireye, “Çizmelerimi çıkarayım mı?” diye soran Somalı, yaralı maden işçisi geldi. Yüzlerce işçinin, yerin altında çıkan yangında zehirlenerek öldüğü bir şeylik hali… Katliam mı demeliydik! Ciğerleri zehir dolu; yüzü, gözü simsiyah maden işçisinin kendinden çok örtünün kirleneceğinden endişe etmesi karşısında geçirdiğimiz sarsıntı bambaşka bir dile ve insan bilincine ihtiyacımız olduğunu apaçık hissettiriyor.
Andrey Tarkovski’ye göre yaşamın bir şiiri varsa, bu tür dolayımsız görüntülerle çarpar bizi; hiçbir mizansen, hiçbir kurmaca hakikati bu denli içeriden bir göze sahip olmadan bulup çıkaramaz. Çünkü yaşamdaki bu tür şiirsel ayrıntılar güçlü imgelerin çağrıları gibi duygusal etkiyi ussal düzeyde yayarak estetik bir yapıyı kuruyor. Biçim ile özün ancak organik bağlantısından çıkan maneviyatçı bir kavrayışın öneminden bahsediyor elbet Tarkovski fakat etik temelin bize hakikati nasıl vereceğini, bütünün içerisindeki o insancıl reçeteyi nasıl aramamız gerektiğini de merak ettiriyor doğrusu.
Tarkosvki gibi bir ahlakçıdan yola çıkmamın nedeni bir bakıma sosyalist bir ülkede, görece sınıf çelişkisiz bir ortamda, sanatın savrulduğu bu tür bir maneviyatçılık (insancıllık) ile yirminci yüzyıl modern kapitalizminde örneğin Eliotvari bir maneviyatçılık arasındaki farkların hakikati ortaya koyma noktasında aynı yöntemden beslenip beslenmediğinin peşinde düşmek olacak.
Ne var ki bireyin sanatta kendini kanıtlamasının imkânsız olduğunu düşünür Tarkovski, “Çünkü sanat daha genel ve büyük bir düşünceye hizmet eder; sanat ideale, maneviyata duyulan özlemdir.” (Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski, Afa Yayınları, 1992 )
Peki, ama bu büyük düşünce; içine sığınılan yüce hakikat (ideal) nedir?
Birazdan kurşuna dizilecek birinin, çizmelerine ve paltosuna kuru yer arayışı kuşkusuz oldukça sarsıcıdır. Evet, bizi duygusal bir kapılmaya zorlayabilir hatta arınma nehrine katıp tam katarsisimizden vurabilir. Çoğumuzda, savaşın ne denli kötü bir şey olduğuna dair uzun süren bir etki de yaratabilir. Fakat tüm bu içine düştüğümüz gerilimler, savaş konusunda gerçeğin bilgisi midir? Kurşuna dizdiren hegemonyanın ne’liği ve istekleri bu isteklerin hangi toplumsal/sınıfsal bağlardan kaynaklandığının bir önemi yok mudur? Örneğin bu görüntüler Nazilerin Stalingrad kuşatması sırasındaki görüntüler ise faşizmin komünizm için ne anlama geldiğinin hiç mi önemi yoktur? Tarkovski sınıfsal çelişkiyi(burjuva) sonlandıran bir sistemde doğup büyüdüyse de hâlâ diğer sınıfların varlığı olan proletarya ve köylülük sönümlenmemiştir. Ayrıca Tarkovski, kapitalizmdeki savaş sürekliliğinin, kapitalizmin sosyalizme yönelik dehşetli yok etme hamlesinin, emperyalist kuşatmanın; sosyalist sistemdeki kafa kol emeği çelişkisinin, emeğin zora dayalı örgütlenmesi çelişkisinin, köylü toplumunda kolektifleştirme zorluklarının, karşı devrim ve iç savaş tehlikesinin tanığıdır.
Toplumsal/sınıfsal çelişki ve çatışmalar insanlar arasında çeşitli eksikliklere, adaletsizliklere, isyanlara ve acılara yol açarlar. Bu çelişkiler çözülmedikçe, eşitsizlik, savaş, şiddet, kötülük ve trajedi bireyin ve toplumların bağrında üretilmeye devam eder. Bu durumların kendi organik yaşantılarında, içeriden bir görme biçimine kavuşması, merhamet /vicdan temelinde evrensel bir hümanizm yüklenmesi, acıların-kederin sonlanacağı anlamına gelmemektedir. Sanatta ise bu türden görme biçimlerinin haksızlığa, zalimliğe karşı çıkması, kötüye karşı iyiyi araması hatta daha radikal bir biçimde dünyanın değişimini istemesi bizi ahlaki temelde rahatsız etmeyi başarsa da tam anlamıyla bir hakikat bilgisi verebilir mi? Tarkovski’nin sanat anlayışında, herhangi bir ahlaki düşünce ya da norm ne kadar içeriden ve şiirsel olursa olsun “mutlak” bir anlam arayışına varır. Onun şiirselliği görüntüden doğan bir şiirselliktir ve eğer bu büyüsel kıvrım bütünün içerdiği somutu, ilişkileri gösterme becerisine sahip olamıyorsa ortaya çıkan metafiziğin etiğidir.
Ne ki etik dediğimiz birtakım normlar evrensel de olsalar onto-politikadan ayrı düşünüldüklerinde yaşamın somutluğundan ayrışırlar, aşkın amaçlara dönüşürler. Oysa çelişkiler tarihsel örüntülerle ve sıçramalarla evrilirler ve belirli bir üretim biçiminde diğer bir deyişle üretici güçlerin herhangi bir aşamasında belirlenen ilişkiler içinde kendisi için amaca sahiptirler. Marx’a göre maneviyat ve ideal, insanın gerçek arzularından ve pratiğinden kopmuş haliyle tasarıma dönüşür ve insan etkinliğinin yerini alır. Bu durumda toplumsal bağırdan veya sanatın büyülü ellerinden fışkıracak olan maneviyat bu yabancılaşmayı kırmak ve özgür edimin olanağımı gösteren politik etiği yani gerçekliği yeniden kurmak durumundadır. Marx’ın politik etiğinin geniş ölçüde yer aldığı 1844 El Yazmaları’na bakalım:
“(…)Çalışma tarihi ve çalışmanın yerleşmiş nesnel varoluşu, insanın özsel güçlerinin açık kitabıdır, insan psikolojisinin duyulana açılan yoldur. Şimdiye kadar bu, insanın özsel varlığı
ile ayrılmaz bağlantısı içinde ele anmamış, sadece dışsal bir yararlılık ilişkisi içinde ele alınmıştı, çünkü bir yabancılaşma dünyasında yaşayan insanlar, insanın genel varlık tarzını din ya da politika olarak soyut-genel özelliğiyle tarih, sanat, edebiyat, vb. , – insanın özsel güçlerinin ve insanın türsel etkinliğinin gerçekliği saymışlardı. Şimdi insanın nesneleşmiş özsel güçlerini, duyusal, dışlaşmış, faydalı nesneler şeklinde, normal maddi çalışmada ortaya çıkan yabancılaşma şeklinde görüyoruz (bu, genel bir hareketin bir parçası olarak kabul edilebilir ve o hareket de çalışmanın belirli bir parçası olarak kabul edilebilir, çünkü şimdiye kadar ki bütün insan etkinliği emek -yani, çalışma- kendine yabancılaşmış etkinlik olmuştur)” (s. 119, Birikim yayınları, 2000, çev: Murat Belge)
Duyusal olanı yabancılaştırıp insan doğasına aykırı bir akla dönüştüren ve insan yetilerinin çok yönlü gerçekleşmesini imkânsız kılan meta üretimi ve rekabet/savaş dünyası, ahlakı da bedenin öz isteklerinden kopararak soyutlar ve gelecek düşüne dönüştürür. Gerçekte yaşamın, topluluğun kendi deviniminden beslenen bu amaç; kendi güçsel potansiyellerinden dolayısıyla özgürlüklerinden yoksun bırakılan çokluğun lehine bir tarafgirlik içermek durumdadır. Bu tarafgirlik mevcut olanla olanaklı olan arasındaki tarihsel çelişkiden doğar ve duyusal etiğin aynı anda insani olanla eşdeğer olduğunu söylemekte bir beis yoktur.
Estetiğin İdeolojisi’nde (Doruk Yayınları 2010, s. 286) Eagleton’ın “Marx için de hayatın anlamı gerçek (doğruluk, hakikat) değil mutluluktur. Eseri, genel bir insanlık durumu olarak bu amacın gerçekleşmesi için hangi (ne gibi) maddi koşulların gerekli olduğu konusunda etraflı bir araştırmadır. (…) Marx en genel anlamda bir ahlakçıdır, başka bir deyişle ‘iyi yaşamın’ politik belirlenimleriyle ilgilenir.” sözü Marx’ın, olguyla değer arasındaki ya da mevcut olanla olması gereken arasındaki ilişkiyi ancak bireylerin özsel güçlerinin, yeteneklerinin özgürce gerçekleşeceği bir toplumda mümkün gördüğünü doğrular.
“Marx’a göre bu soruşturma çabası tarihsel bir gereklilik olduğu için, düşünce en azından şimdilik araçsal olarak kalmalıdır. Doğruluk tarihin telosu olmayabilir, ama yine de bu amacı elde etmede tarihi bir rol oynar. (…) Gelecekte araçsal düşüncenin, hesapçı aklın insan hayatında merkezi bir rol oynamadığı bir toplumsal düzen kuramı geliştirilebilir.” (a.g.e. s. 286)
Marx El Yazmaları ve Grundrisse’te böyle bir politik etiği ortaya koyar ve bunun sanattaki izdüşümü Georg Lukacs’ın temellerini koyduğu üzere, özdeşliğin tarihsel ilişkilerdeki devrimci estetiği ve tarafgirliktir.
Bu temelden hareketle, Somalı yaralı maden işçisi hakkında bir öykü yazmak isteseydik peki, duygusal olarak sarsıcı unsurları sırf şiirsel diye baskın izlek olarak mı kullanmalıydık? Bu görüngü bize neyin bilgisini verebilir? İşçinin sedyeyi kirletme endişesinden; merhamet, vicdan temalarını öne çıkartarak ahlaki bir yargıya gidebilmek mümkünken, bu görüntüyü aşırı psikolojik ve gizemli bir anlatıma kaydırarak postmodernist bir hiçliğe de vardırılabiliriz. Brechtçi gerçekçi tutumdan bakarsak maden işçisinin bu davranış aslında bir jestustur. İnsanın doğduğu andan itibaren toplumsal ve sınıfsal durumunu algılaması ve kavrayışı, günlük hareketlerine, davranışlarına yansır. Örneğin herhangi bir iş adamı aynı sedyeye yatırılmış olsa tüm öz güveniyle, sahiplik haliyle rahat davranır çoğunlukla böyle bir kaygıya kapılmazdı. İşçi ise devlet ve zengin sosyal sınıflar karşısındaki ezilmiş, horlanmış yanıyla hem bir çekingenliği hem de diğerine saygı inceliği taşıyabilmektedir. Öte yandan işçilerin ölümüne yola açan kâr hırsı, sömürü ve ezme ilişkisi gibi sınıfsal çelişkiler, siyasal tutumlar, beraberinde ortaya konmadıkça evet, içinde insanın olduğu bir hikâye anlatabiliriz fakat gerçek bir hikâye anlatmış olmayız; bu durumda, bağlamdan kopuk donmuş insan, edebiyatta yaşamın gerçek yargısını vermek yerine dikkat çeken bir aksesuara; göndergesi belirsiz, kör bir estetik imgeye dönüşür.
Yenilmeyenler romanında William Faulkner Amerikan iç savaşını bir çocuğun gözünden oyuna çevirme başarısını modern anlatım tekniklerindeki gelişmeden çok hakikatle bütünleşemeyen estetik algısına borçludur. Güneyli bir ailenin başından geçenler; kuzeylilerce çiftliklerinin yakılması, yağmalanması, kölelerinin karşı birliklere katılması, babanın öldürülmesi, erdemler konusunda eline su dökülmeyecek büyükannenin bile savaş fırsatçılığına soyunması, ‘kahretsin ki tüm bunlara savaş bunlara yol açıyor’ normalliğe varan bir soğukkanlılıkla anlatılır.
Yaşamdaki olumsuz görüngülerinin seçilimi ve yansıtılmasında nesnel bağlamsızlık, bütüncül anlamın eksikliği, duygusal yönsemenin belirsizleşmesi, Kafkavari bir mutlaklaştırma ile felaketin yazgısallığını ve umutsuzluğu da ortaya serebilir; Faulkner’da olduğu gibi parçaların görüntülerinden çok katmanlı bir oyuna, anlamsızlığa da varabilir.
Kuzeyin gelişkin kapitalizmi için gereken özgür köleler, güneyin geniş çiftliklerinde kilit altındayken, savaşların; mülkiyet ilişkileri ve üretim biçimlerine dayanan gerçekliklerinin yaşamdan kopartılarak salt trajik bir merkeze çekilmesiyle; akıl ve düşüncemiz, mekanik anlık bir görüntüye kilitlendiğinde, hiçbir şeyin değişmezliği bilgisi “karşı sanat” olarak, “karşı insanı” üreten ölüm meleğine dönüşebiliyor.
Bu konuda bir başka örnek Angelopoulos’un Ağlayan Çayır filmi olsun. Kimi epizotlarda yalın yakalayışlar büyüleyicidir. Fakat Yunanistan iç savaşının gerçekliği, bir annenin çektiği acıların merkezinden, tüm sinematografik ustalığa rağmen yanılsamalı anlatılmıştır. Biri partizan halk savaşında yer alan, diğeri faşist diktatörün ordu milislerinde görevli iki oğlun cephede birbiriyle savaşma arzularına ve politik duruşlarına eşit yaklaşılarak gerçeklik, yaşamdan koparılıyor. Buradaki iki trajik kahramanın şehit olma çabası eşdeğer gösteriliyor. Devlet-sınıf-yabancılaşma ve iktidar kuşatması sıfırlanarak, hakikati verecek dram boyutu yok sayılıyor. Ölme ve öldürme yüceltisinin belirsiz bir evrensellik adına mahkûm edilmesi mi yoksa öldürmenin nedenleri ve onu üreten tarihsel-sınıfsal yapı gösterilerek mahkûm edilmesi mi hakikattir?
Tarkovski tam da burada, yazgısallığı kutsarcasına sanatın önemli bir işlevinin öğretme değil bilgilendirme olduğunu yüzümüzü çarpar. Ona göre, dört bin yıllık yinelenen tarih bir şey öğrenmediğimizin kanıtıdır; bilgilendirme ise duygusal bir çarpmadır. Kısa da sürse dünyanın yarısına yakın bir sosyalist coğrafyanın savaşsızlık ve sömürüsüzlük hali bu yinelenen tarihin, değişmezliğin neresindedir mesela?
Sanat en başta, insanlığa yazgı olarak giydirilen tüm olumsuzluklara karşı bir itirazdır; tam da bu nedenle bize yaşamayı öğretir/öğretmelidir. Örneğin savaşı önüne geçilmez bir ıstırap değil de mülk ve tahakküm sınıfının zorunlu bir sonucu olarak yansıttığında, yaşamın ve yaşamanın inşa edilebilecek bir olasılık olduğunu göstermiş olur. Yazgısallıktan, insanlığın devrimci devinimine, praksisine doğru ontolojik bir gerçeklik kurar. Ruhun gizli derinliklerinde dış dünyanın; birikim ve rekabet toplumunun kıstırmış olduğu insanın trajik öyküsünden başka bir şey bulamayız. Gerçeküstücüler bile bilinçdışının derinliklerinde temiz ve saf kalmayı başarabilmiş öz devinimsel imgeleri bulmaya çalışırlarken kaçtıklarının veya yıkmaya çalıştıklarının burjuva aklı olduğunun bilincindeydiler.
Bir de edebiyatta, nesnel bütünlüğe ve tarihselliğe uygun gerçekçi tutumları ele alalım.
Jorge Amado, Sonsuz Topraklar romanında, iç savaş sırasında cephede, karı karşıya gelen iki kardeşin hikâyesine yer verir fakat Angelopoulos’un ‘tarafsız taraflılığının’ ya da eşitlenen evrensel trajiğinin aksine, fikirsel yönseme, kardeşlerin sınıfsal ve toplumsal kavrayışlarına göre bir tarafgirlik içerir.
Yaşar Kemal’in dörtlemesi, Bir Ada Hikâyesi bir başka örnektir. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı’nın selameti için, bir canavara dönüşen Yüzbaşı, Anadolu’da ve Arap topraklarında pek çok Kürt’ü, Ermeni’yi, Bedevi’yi katlettiği halde başka zamanda başka koşullarda insanlara yürek ve el veren “insan” aslına dönebiliyor.
Aynı diyalektik süreç Nikos Kazancakis’in Zorba romanında işler. Ulusal uyanış sürecinde Yunan ve Bulgar komitacılara katılan, yok edilme korkusuyla katliamlar yapan bir köylü, hayatın kendi seyrinde olduğu barışçıl bir ortamda yaşama ve insan sevinciyle dolup taşabiliyor. Demek ki ölmeyi ve öldürmeyi güdüleyen şey, insanın yok etme arzusu değil ekonomi politik bir yapısallıktır ve tarihsellik içerir.
Düşünelim! Bir elinizde televizyon kumandası diğer elinizde akıllı telefon. Hararetli bir üslupta stratejilerden konuşuluyor, ülke menfaatleri ve bekası için ekranda haritalar işaretleniyor; atılan tonlarca bombanın, açılan çukurların, yıkılan kentlerin, kömürleşen bedenlerin, buharlaşan kanların, ölümcül yollardan yaşama koşan sığınmacıların ise sözü edilmiyor. Çocuklarının suskun bedenleri üzerine kapanmış anaların çığlıkları her dokunuşta, reklâmların metalik bağırtıları arasında kayboluyor. Hepsini yok etmek, inim inim inletmek naraları içinde portakalınızı soyuyorsunuz, üşüdüyseniz doğal gazı biraz daha açabilirsiniz; karanlığı bir şimşek gibi yaran füzeler eşliğindeki uzman söylevlerini, çayın yanında, tatlınızla kaşıklayabilirsiniz. Akılcı planlardan, dengelerden, hamlelerden, kazançlardan payınıza düşenin ölüm, açlık ve sürgün olduğunu fark etmemeniz gerekirliği… Bizden istenen pekâlâ küçücük bir şeydir!.. Başımıza bombalar düşene dek başkasının kanına duyacağımız ilgi ve empatinin ise yanılsamalı bilincimizde tutsak olması noktasında, aklımızı ve yüreğimizi yeniden birleştirmenin, vicdani sezgiyi açığa çıkarmanın bir yolu nesnel politikaysa diğer biricik yolu da gerçekçi tutuma sahip sanat ve edebiyattır. Ne ki, Trump, Gazze’de İsrail’in katlettiği yüzlerce sivil için “İsrail oldukça yumuşak davrandı” dediğinde kafa sallayan veya ABD ve ortaklarının Ortadoğu’daki, Afrika’daki işgallerini ve yıkımlarını özgürlük ve demokrasi amacının bir gereği sayan milyonlarca insanın gerçekçi edebiyatla veya sanatla haytalarında bir kez olsun karşılaşıp karşılaşmadıkları konusunda şüphelerim var.
İrlanda Kanalı muhabirinin Gazzelileri niye vuruyorsunuz sorusu üzerine, hükümet sözcüsünün “Binlerce insanı hapse koyamayız da ondan.” cevabı karşısındaki kayıtsızlık, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen darbeci Türk generalinin veya varoluşsal özgürlük haklarını isteyen Kürtlere defolup giden diyen siyasetçilerin karşısındaki kayıtsızlık kadar evrensel bir biyo kuşatılmışlığa işaret ediyorsa hem siyasal/toplumsal cephede hem sanat cephesinde “büyük anlatıların” ihtiyacı her zamankinden fazla geçerli ve yakıcı demektir. Bu türden bir “karşı insanın” üretildiği dünyada, hemhal bir biçimde barbarlığa” doğru çekildiğimizi fark ettirecek bir karşı kolektif bilinç ve politik etiğin hem toplum bilimdeki hem sanattaki/edebiyattaki izdüşümünü yeniden üretmek durumundayız.