Diptekinin bunaltısı niye ağır olsun, kaybedecek ne ağırlığı var ki ruhunda yekûn tutsun… Minik burjuva alışkanlıkları, kaybediş sancıları… Bunaltıyor. Ve statükonun konforuna yaslanmış olanlar, bilmeliydi; statüko dediğin kaygan bir zemin… Ve şimdi yalnızız, dertliyiz, hastalıklıyız, geleceksiziz… Geleceğimizin teminatı, kaybettiğimiz geçmişimiz mi olacak şimdi…
Yaşamın koridoruna beklemeye alınmışız gibi. Görece olarak ne bugün geçiyor, ne beklenen geliyor, ne geri dönebiliyorsun, ne ileri gidebiliyorsun. Koridor gittikçe kalabalıklaşıyor, havası azalıyor, boğuntusu artıyor. Tek sen misin ki bunalan? Sağın solun aynı dertten muzdarip. Ortaklaşamadık bizi derde düşüren musibete karşı birleşmekte. Ortaklığımız, karamsarlık, bunaltı. Bunalıyoruz boğazımızı sıkan elden, yolumuzu kesen şer’den, yaşam alanlarımızı daraltan çemberden. Bir fasit daire ki dön dön… Hep birlikte bekleşiyoruz bunaltı koridorunda, azıcık ışık görsek, birbirimize engel ve izdiham olacağız. Kurtulmalıyız tek başımıza!
Günler boğucu, sıcak, çorak. İnsan insana yük, insan insana fazla. Sosyalleşme alanımız sanal medya. Sanal medya mahallesinden tatile gidenler, nasıl da şen, üç günlüğüne de olsa kırmış bunaltının belini. Ürettiğinden çok görünür olmakla, artistik pozlarla gündeme gelmenin kısayol hafifliği… Fan yapmak, popüler olmak, günün aynasında görünür olmanın yarışı. Kısa günün mutlumsuluğu, ne kadar gösterirse pazar, kısa günün şanı kâr… Onlar da haklı, mutluluk bulunmaz bir kumaş, yakaladın mı o anı basacaksın deklanşöre, mutluluğun fotoğrafı enflasyon, çağıl çağıl akmakta zaman tünelinden… Eğer ağzında kalmışsa öz dişin, yay ağzını azıya kadar… Deniz, güneş, kum, ödül, festival, mikrofon… Daha ne olsun mutluyuz işte!
Bir araya gelmek de bir dert, şu sefil zamanlarda. Misafir ağır, komşuluk sağır, arkadaşlık maslahatgüzarlık seviyesinde. Hayatın içinde boğulan çırpınıyor, gören el salladığını zannediyor. İmdaat! Mutluluk mutlak değil ama mutlaka bir gün kırma hevesindeyiz mutluluğun belini, hayalsiz yaşanmıyor… Hayatın içi yakıcı; ezenler ve ezilenler çatışkısı/karmaşası… Ama sanal medyaya baksan insan sınıfı ikiye bölünmüş gibi, yalnızlar ve mutlular… Yalnızlığı kutsayansa en çok kendi bağırıp kendi ağlıyor yalnızlığına… “Kimseyle görüşmüyorum, herkesten kaçıyorum.” diyor bir övünç gibi ama bakışındaki “ben yalnızım buğusu” buram buram tütüyor… Ve ayrıca gökyüzünde yalnız gezmiyor yıldızlar; hepsinin birbiri üzerinde etkisi var. Uzay zamanı büküyormuş kütle ama büyük kütlenin etkisine giriyormuş küçük kütleler de. Yaşam da öyle, zenginler büyüdükçe yoksul kitlenin de beli bükülüyor hayat/zamanda.
Bunaltılı bu çağ… Çağa ayak uyduramadı çağın ilerisinde koşanlar. Çağ kuyrukçuları anlayamadı ne dünyayı, ne tarihi, ne doğayı, ne kendini. Hep birileri doldurdu, gözesiz, kaynaksız kuyusunu, bir dönem taştı, sonra kurudular…
Bana, sana özgü değil bu boğuntu. Bir tatlı huzur almak için orta sınıfa geçmişlerdi, kendilerini aşındırarak… Ve tam huzura ereceklerine inanmışlardı ki bir gün paldır küldür ittiler onları da sınıf aşağı. Ah minik burjuva oyalanmaları! Kaybetti boncuklarını, şimdi nasıl oyalayacağız ki hayatın kenarlarını!
Bunaltı ağır bir yük gibi görünse de ruha, inanmayın! Bedene yüklüyor uyanık ruh tüm ağırlığı. Sonra da buhar olup uçuyor, sarsılan bükülen beden oluyor… Ve bu ruh bunaltısı nedense en çok da minik burjuvayı ziyaret ediyor.
Diptekinin bunaltısı niye ağır olsun, kaybedecek ne ağırlığı var ki ruhunda yekûn tutsun… Minik burjuva alışkanlıkları, kaybediş sancıları… Bunaltıyor. Ve statükonun konforuna yaslanmış olanlar, bilmeliydi; statüko dediğin kaygan bir zemin… Ve şimdi yalnızız, dertliyiz, hastalıklıyız, geleceksiziz… Geleceğimizin teminatı, kaybettiğimiz geçmişimiz mi olacak şimdi…
Görece ve görsel yansımalar ise mutluluk değil, yanılsama olmalı. Mutluluk kolektiftir, bireysel mutluluk ise bencilliktir. İnanmazsanız herkesin mutsuz olduğu bir ortamda mutlu kalmayı deneyin.
Tek kelimeyle MUHTEŞEM