Eski burjuva toplumunun şatafatlı ve kentli görünümü yavaş yavaş yok oluyor. Santiago Nasar keten elbiseleriyle bir anlamıyla küçük burjuvazinin çıkış noktasındaki kibarlıkla iç içe geçmiş çapkınlığını da simgeliyor. O incelik ve narinlik içinde kadınları tavlamak için çabalayan bir küçük burjuva.
Márquez’in Kırmızı Pazartesi adlı kısa romanı veya uzun öyküsü cevapsız soruların şekillendiği bir labirent üzerinden gider. Polisiye romanları genel özelliği olan bir suçu veya suçluyu bulmak iken bu romanda cinayet işleyenler hemen belirtse de azmettiriciler ve cinayet nedenlerinde belirsizlik egemendir. İşte bu belirsizlik romanın akıcı bir atmosferde gitmesini sağlarken okuyucunun daha da dikkatli bir şekilde romanı takip etmesini de sağlıyor. Öyle ya; Santiago Nasar gerçekten kendisine isnat edilen suçu işledi mi? Ángela Vicario, gerçeği tüm çıplaklığıyla açıkladı mı, yoksa yalan söyleyerek gerçek sevgilisinin ya da ensest bir ilişkinin ortaya çıkmasını mı engelledi? Bunların hiç birinin cevabını bulamayız romanda. Bu gizem toplumun Santiago Nasar’ın öleceğini bilmesi ve müdahale etmemesi ile daha sürükleyici bir hal alır. Romanın diğer sürükleyici yanı ise ikizlerin Santiago Nasar’ı nasıl öldüreceğidir. Herkes öleceğini bilse de hatta pusu yerini ve ikizlerin ellerinde bıçaklarıyla kasaba da gezdiklerini bildikleri halde. Bu durum romanın sürükleyici bir yanıdır. Herkes cinayeti bekler gibi ve suskunların büyük çığlığa dönüştürmeden bekliyorlar gibi. Ben bu durumun bir rüya halinin betimlemesi olarak görüyorum. Bu söylediğimi romanın ana teması olan bir cinayete bütün halkın seyirci kalması ve cinayeti önlememek için müdahale etmemelerini anlamamanızı belirtmek isterim. İçerik bu müdahale etmeme durumunu romanda bize zaten açıkça gösteriyor.
Fakat romanın kurgusu bir rüya halinin şekillendirilmesidir. Bu rüya hali aslında insanın bilinçaltından çıkan rüyaların nesnel gerçekliği pek bozmadığı ve onu daha da genişlettiğini bilmenizi isterim. Gerçeklikle rüyalar arasında diyalektik ilişkinin varlığını bu roman bize gösteriyor. Saçmanın arandığı bir roman değil bu tabiî ki. Bilincin nesnel gerçekliği uyumunun rüyalarla açığa çıkarılması diyebiliriz. Roman için yapılan değerlendirmelerde Güney Amerika edebiyatının ortaya çıkardığı Büyülü Gerçeklik ve Karnavalist kavramıyla da romana bakanlar var. Fakat yazılanlardan anladığım kadarıyla romanda açık olduğu halde kimse bu romana bir rüya halinin kurgulanması olarak bakmamış.
Romanın son bölümünde bıçaklanma olayından sonra bir rüya haliyle Wene halasıyla konuşur Nasar, bir yandan deşilmiş bağırsaklarını elinde tutarak. “Ama tavşanlardan birinin iç organlarını kökünden söküp dumanı tüten işkembeyle bağırsakları köpeklerin önüne attığında Santiago Nasar’ın nasıl dehşete kapıldığını hatırlayınca bir an korkuyla ürpermeden edememişti.” Bu durum roman içinde kahramanın kandan korktuğu ve işkembe, bağırsaklarının böyle parçalanarak köpeklere atılmasından tiksinmesini gösterirken kahramanın bilinç altına yerleşmiş korkusunu da işaret ediyor. İşin diğer yanı kahramanımız öldüğü saatte evde tavşan yahnisi yapılıyor. Ölümü ise tavşanın ölümü gibidir. Bağırsakları ve iç organları parçalanmış elinde tutarak Wene halaya beni öldürdüler, diyor. Belki tek sevdiği bağlandığı kişi Wene haladır. Bütün bunlar aslında karabasan halinin temel özellikleridir. Yazar belki Santiago’nun arada bir terlediğini de işaret etseydi romandaki karabasandaki hali daha netleşirdi.
“‘Bağrışmaları duyduk.’ dedi bana karısı, ‘ama piskopos için yapılan şenlikler olduğunu sandık.’” Tam kahvaltıya yeni oturmuşlarken, Santiago Nasar’ın salkım saçak iç organlarını elleriyle tutarak kan revan içinde içeri girdiğini görmüşlerdi. Poncho Lanao bana şöyle dedi: “Hiç unutamadığım şey, o korkunç bok kokuşuydu.” Oysa büyük kızı Argenida Lanao, Santiago Nasar’ın, adımlarını ölçe biçe her zamanki zarif haliyle yürüdüğünü, kıvırcık saçları darmadağınık olmuş Arap yüzünün her zamankinden daha yakışıklı olduğunu anlattı bana. Kahvaltı masasının önünden geçerken onlara gülümsemiş, evin arka kapısından çıkıp gidene kadar yatak odalarının içinden yürümeyi sürdürmüştü. “Korkudan donakalmıştık.” dedi bana Argenida Lanao. Halam Wenefrida Márquez, ırmağın öte yanındaki evinin avlusunda bir tirsi balığının pullarını temizlemekle uğraşıyordu, Santiago Nasar’ın eski rıhtımın merdivenlerini inip kendinden emin adımlarla evine doğru yürüdüğünü görmüştü.
“Santiago, yavrum!” diye bağırmıştı. “Neyin var?”
Santiago Nasar, onu tanımıştı.
“Beni öldürdüler Wene Hala.” demişti.
Son basamakta tökezlemiş, ama kendini hemen toparlamıştı. “Hatta bağırsaklarına bulaşan toprağı eliyle silkelemek titizliğini bile gösterdi.” dedi bana Wene Halam. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan evine girmiş, mutfağın içine yüzükoyun yığılıp kalmıştı.
Márquez sanırım rüya üzerine bol bol düşünmüş. Bol bol düşünmüş derken Kırmızı Pazartesi’yi yazdığı yaşlar bir yazarın olgunluk yaşları. Elli üç elli dört yaşında yazmaya başlamış. Bundan önce yayınlanmış altı eseri var. İnsanın rüyalar üzerine düşünmesi için gerekli bir yaş gibi. Genç yaşta rüyalar üzerine düşünse de, yazarın hayatında fazla yer almaz rüyalar. Oysa kırk yaşından sonra bir karabasan gibi çöker toplumsal sorunları yaşayan insanların başına rüyalar. Bir çocuk gibi her gece başka yere sürükler insanı. Sabahları uyandığında o rüyaların yarattığı selden kalan kumlar hala sıcaktır bilincimizde. “Bir rüya ile başlayan kurgu, aslında olacakların önceden belli olduğunu daha ilk satırdan anlatmış olur. Nasar rüyasında sıklıkla badem ağaçlarını görmektedir. Badem ağaçları ilk cemrenin suya düşmesiyle çiçek açan ve tam da bu aceleciliği sayesinde ilk soğuklarda kırılan bir ağaç türüdür. Çiçeği bekaretin, masumiyetin simgesidir. Márquez’in bu motifi eserinde içermesinin en temel sebebi Santiago Nasar için bir ayna işlevi görmesidir. Nasar, kasabanın çoğunluğunun aksine göçmen bir Arap olmasının yanında varlıklı, genç ve yakışıklıdır. Romanın ilerleyen sayfalarında Nasar’ın suçlu olup olmadığını anlayamayız ve işte bu yüzdendir ki yazarın dikkat çekmeye çalıştığı nokta suçun kendisi değil, toplumun suçu ispatlanmayan bir kimseyi namus adına vahşice öldürüşüdür.” (1)
Eser semboller üzerinden giderken insanların rüya görmesiyle, sembol oluşturması arasında diyalektik bir bağ var mı, sorusuna da sanki cevap vermeye çalışıyor gibidir. Roman bir anlamda rüyaların sembollerle şekillendiğini anlatıyor bize. Badem ağaçlarına don vurmasıyla rüya gören kendini özdeşleştirebilir veya beyazlar içinde görebilir.
Roman genel dokusu ölüm simgesiyle şekillenir. Ölüm ve rüya hali romanın genelini kapsayan bir dokuda ilerler. Hatta ikizlerin roman içindeki geçişleri bir rüya halinin geçişi gibidir. İkizlerin romanın kahramanı Santiago Nasar’ı öldürmek istemeleri ama bu öldürme eyleminin olmaması için Santiago Nasar’ı öldüreceklerini herkesi söylemelerine rağmen kimsenin onları engellememesi, gerçekçilikle ilgisi bir durum gibi görünse de bir rüya halinin uzantısıdır. Rüya da bir insanın kendi ölümünü görmemek için ortaya çıkan rüyalardaki bir karşı duruşun devamıdır sanki. Bu engellememe durumu aynı zamanda toplumsal gerçekliği karşılasa da bir yandan rüyadaki ölümüne karşı koyamamanın çaresizliğini karşılar. Bir nefes darlığı hali, üstünde bir ağırlık varmış gibi, yuvarlanacak gibi bir uçuruma.
“O arada kimliği hiçbir zaman belli olmayan birisi, zarf içine konulmuş bir kâğıdı kapının altından atmıştı, içinde onu öldürmek için birilerinin pusuda beklemekte olduğu Santiago Nasar’a haber veriliyor…” Romanda geçen bu bölümde ailenin umarsızlığı veya dikkatsizliği anlatılmaya çalışılsa da diğer yandan bir rüya halinin devamı olarak görmek lazım bunu. O nefes darlığı ve karabasanın devamı. Rüya da hiç kimse kurtaramaz onu o ağırlık ve çaresizlik işte karabasanı yaratan o baskınlaşmış bilinçaltı diyebiliriz.
“Öndeki kapı, bayram günleri dışında, kol demiri olarak takılı dururdu hep. Ama yine de Santiago Nasar’ı öldürecek olan adamlar onu arka kapıda değil, bu ön kapıda bekliyorlardı.” Bu olması zor rastlantı yine o rüya halinin devamı gibidir. Kişi ne yapsa da ne eylese kendini öldürenlerle karşılaşacaktır. Bu karabasandan çıkış yoktur. Bu baskılandırma durumu rüyalarda bir uçuruma düşüş gibi karşımıza çıkar. Nasar öyle gizli kapaklı biri değildir herkesin gözü önündedir. Herkes onu görüyor ama olageleceklere dair uyarı da bulunmuyor. Sanki kentin içinde bir hayalet dolanıyor. Herkes o hayaleti görüyor ama yaklaşamıyor. Aslında bu durum romanın rüya hali.
“Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş; ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı.” Bu rüya halinin romana yayılışı derken aynı zamanda tarih boyunca şekillenmiş belirli sembollerin ortak kullanılması da diyebiliriz. İnci ağacı bir hayırsızlığı simgelerken, kuş pisliği kirlenmenin boyutunu anlatan bir metafordur. Bütün bunlar yine bir rüya haliyle karabasanla verilir. Bu göndermeler romanın rüya halini belirten göndermelerdir aynı zamanda.
“Randevularına gittiği zaman belinde 357 Magnum marka silahını taşırdı. Kendi deyişine göre bu silahın zırhla kaplı mermileri bir atı ikiye bölebilirdi. (…) Uyurken tıpkı babası gibi yastığının kılıfında bir silahla uyurdu. Ama o gün evden çıkmadan önce şarjörden mermileri boşaltmış, tabancasını gece masasının gözüne koymuştu.” Aslında Nasar ava gitmeyi seven biri ve çaka satmayı. Romandan anlaşılacağı gibi silahsız dışarı çıkmayan ve üç dört silahı bulunan biri. Herhangi biri Nasar’ın silahsız dışarı çıkmayacağını tahmin edebilir. Bütün bunlara rağmen cinayet işleniyor. Cinayetin mitolojik havası tragedyalarda olduğu gibi insanın kaderinden kaçamayacağına dair bir atmosferde şekilleniyor. Bu eserin tragedya yanı diyebiliriz. Kaderin toplum tarafından ağlarını örmesi görebiliriz ama bütün bunlar romanın bir rüya halinin betimlenmesi gerçeğini değiştirmeyeceği gibi daha da güçlendiriyor. Bu anlamda güçlü bir trajik etki karabasan haliyle bizim romandan daha çok etkilenmemizi sağlıyor. İşin diğer yanı ise insan rüya haliyle tragedya veya kader bağlamında düşünmeden edemiyor. Acaba kader anlayışını bir yanı insanın içinden çıkamadığı karabasan anlayışının toplumsallaşması mı? Sanırım böyle bir ilintiden söz edebilmenin imkânı var. Bunun uzantısı sanat alanına tragedyanın çıkışındaki kısmi etki diyebiliriz.
Bu rüya belki de Márquez’in çoktan beri gördüğü bir rüya. Çünkü bu olaya dair yaşanmışlıkları var. Demek ki bilinç altına yerleşmiş ve kendini sürekli rüyalarla gündeme getiren bir olay. Márquez sanırım romanda kahramanla kendi arasında bir bağlantı kurmuş, bir özdeşlik yaşamış. Bu durum onda vicdani sorgulama yaratmış. Bu romana Márquez’in Kolombiya halkı adına bir özrü olarak da bakabiliriz. Milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı bir tavır. Bu romanda net görülmese de.
Nazlı Karakelleoğlu Kırmızı Pazartesi romanına dair çalışmada şöyle diyor: “Rüya sembolü, romanın ilk sayfasından itibaren kullanılmaya başlanmış ve eser boyunca kullanılan sembollerin temelini oluşturmuştur (…) Büyülü gerçekçilik etkisinde yazılan romanda, rüya imgesi gerçekliği ve olağanüstülüğü iç içe bulundurduğu için sıkça kullanılmıştır.” Aslında romanın yazılış biçiminin kendisi rüya halidir. Bu anlamda merkezde biçim olarak rüya hali vardır büyülü gerçekçilik veya karnaval havası bu rüya halinin üstünden şekillenir. “Onun esere ilişkin izlenimine ve eserdeki iletiyi algılayışına müdahale edemez. Yazarın bu durumu bilincin düş esnasında yaşadığı çaresizliğe benzemektedir; olanı dahası olacak olanı görür fakat engelleyemez ya da olayın yönünü değiştiremez. Kısacası, bilinçdışı, büyülü gerçekçilik ve düş eşkenar bir üçgeni oluşturan benzer kenarlardır denilebilir.”(2)
Fahriye Çakır Rıfat Günbay’ın yazdığı bu makale daha çok bilinçaltı ve düş ilişkisinin belirlendiği bu yazıda, bir karabasan hali olarak yazıldığını söylediğim bu anlatıya dair pek gönderme olmasa da sorun daha çok bilinçaltının edebiyattaki etkisini gösteren bir yazı. Bütün bu açıklamalar yine de romanın bir karabasan halinin yazıya geçirilmiş hali olduğunu ve karabasan halini engelleyen bir şey olduğunu söylemez.
Beyaz keten pantolon bir yandan kefen bir yandan melek imgesi verir. Bir yandan düğüne giden bir insan imgesi. Fakat bu keten elbise romanın başından sonuna doğru giden rüya halinin bir başka uzantısı gibidir. Onun melek imgesi katarken bu durum rüyadaki beyaz ışıklı halenin Santiago Nasar olduğunu söylemek isterim. “Onu öldürecekleri gün, annesi oğlunu beyazlar giymiş görünce günlerini şaşırdığını sanmıştı. “O günün pazartesi olduğunu hatırlattım ona.” Pazartesinin bir kutsallığı var mı, bilemiyorum. Belki haftaya başlamanın önemini belirtmek için kullandı. Fakat beyazlar oğlunu bir melek gibi gösterirken ana sevgisinin güzelliği ve beyaz halesiyle rüyasının ışığıdır Santiago Nasar’ın.
Arap olarak gösterilse de Nasar ve ailesi bu aileye Müslüman bir aile demenin imkânı yok. Çoğu değerlendirmelerde sembollere dayanarak bu aileyi bir Ortadoğu ailesi veya zor bir ihtimal olan Türk bir aile olarak gösterme çabalarını anlamaya çalıştım. Çoğu toplumda feodaliteden çıkışta ortak bakışların olduğunu unutmamak lazım. Bunun yanında rüyalar ve çoğu sembollerde ortaktır. Bütün dinlerin çıktığı alanda Ortadoğu’dur. Bunu gözden kaçırdığımız an mitlere, rüyalara, sembollere dair gerçekçi bakamayız. Yahudilik bu topraklarda doğdu Hristiyanlıkta. İslam’ın çoğu mitsel kaynağı Yahudilik, Hristiyanlık ve güneş tapınçı olan Zerdüştlükten gelir. Bu anlamda yapılan değerlendirilmelerden ne yazık ki daha çok İslami bir bakış egemen. Babasının ismi İbrahim Nasar ve Santiago Nasar isimler ilginç. Dönüşmek için çabalayan bir aile mi bu Arap aile? Yamil Shaium’u ismini de Araplara ekliyor. Yoksa romandaki isimleri yerleştirirken yazar bilerek mi onları böyle kozmopolittik isimlerle gösteriyor. Bu Yamil ismi bir Hristiyan Arap’tan çok, bir Yahudi Arabı karşılıyor. Aynı şeyi Nahir Miguel içinde söyleyebiliriz. Bu keşmekeşlik bu ailenin Kolombiya toplumuna uymak için nasıl çabaladığını göstermek için mi? Bence de bu çabayı göstermek için.
Roman, alt başlığı olarak da kullanılan “İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü” üzerine kurulmuştur. Buna karşın, metnin ana dokusuna egemen olan, kasvet ve dramatik bir hava değil, sinsi bir gülmecedir. Bahtin’in çoksesli romanın kaynağı olarak gördüğü, Orta Çağ metinleri ve halk anlatılarındaki “yarı komik yarı ciddi” atmosfer, Kırmızı Pazartesi’nin de ana izleği olmuştur. Çiçekli elbiseler veya çiçekli taklar, sanki bir kutsallık var gökten melekler inecek gibi sanki bir bayram havasıyla karşılaşacak gibi beklenen piskopos. Bir türlü gelmeyen piskopos. Bu şenlik havası romandaki ölüm atmosferinden sürekli çıkararak bizi o bayram ve şenlikli dünya atmosferine katar bizi. Ölüm ve yaşam böyle iç içe geçmiş ve karnaval havası ölüm atmosferinin üstündeki sisi kaldırır.
Bütün dünyanın şehvetle kaplandığını sanırsınız ve bu şehveti duyanlar sadece erkeklerdir. Kadınlar korkunç bir baskılandırma içinde erkeğin tatmin aracına dönmüşlerdir. Mutsuzluk, nefret ve hiçbir şeyden haz almama kadınların genel görünümüdür. Yani kadınlarda mutsuzluk egemendir, Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanında. Bu durum dramatik bir etki yaratırken romanda kadınların bahtının olumsuzluklarıyla bizi baş başa bırakır.
FEODALİTEDEN KAPİTALİZME GEÇİŞ
Romanın özelliklerinden birisi feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecini anlatan bir roman olmasıdır. Burjuvazinin egemenliği hissedilmese de ve burjuva mahkemelerinin olduğunu anlıyoruz. Bunun yanında romanda genel ideolojik boyut feodal kültürdür. Piskoposun gelişi ve ona verilen değer kasabayı kapsayan bir durumdur. Namus anlayışından, çeşitli değerlerden, ahlak anlayışından ve dinsel hukuk anlayışından anlıyoruz ki daha burjuva kültürünün oturmadığı bir kasabadır. Bunun yanında Santiago Nasar’a duyulan nefret işçi sınıfının burjuvaziye duyduğu nefret diyemeyiz. Bu nefret feodalitenin burjuvaziye duyduğu nefrettir daha çok.
“Meydanda açık olan tek yer, kilisenin bitişiğinde, Santiago Nasar’ı öldürmek için bekleyen o iki adamın bulunduğu bir sütçü dükkanıydı. Sabahın ilk ışıkları altında Santiago Nasar’ı ilk gören, dükkân sahibesi Clotilde Armenta olmuş, sanki Santiago Nasar’ın üzerinde alüminyumdan giysiler varmış izlenimine kapılmıştı. ‘Daha o zamandan hayaleti andırıyordu.’ dedi bana. Onu öldürecek olan adamlar, gazete kağıtlarına sarılı bıçaklarını kucaklarında sımsıkı tutarak dükkandaki sıralarda uyuya kalmışlardı, Clotilde Armenta da onları uyandırmamak için soluğunu tutmuştu.” Yazar cinayeti kilisenin yanında işletir. Bunu yaparken bize bu tarz cinayetlerin daha çok eski dinin egemen olduğu feodal toplum anlayışına yakın olduğunu duyurur gibidir. “Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı.” Dini bir lideri beklemek ve onun kutsallığı altında kutsanmak istemek hala feodal değer yargılarından kurtulamamak. Santiago Nasar’ın giydiği beyaz keten elbise dikkat çeken bir elbisedir. Alüminyumdan bir elbise olarak görülen bu elbise bir yandan sürekli ışıklar içinde parlayan şehrin içinden gezen ve birazdan yok olacak hayalet andırırken diğer yandan şatafatı coşkulu aşk içinde yaşamı çağrıştırır. Sanki kasabanın def etmek için çabaladığı bir hayalettir bu. Bu def edilmesi gereken hayalet bir yandan eski toplumsal paramparça eden kapitalizm hayaletidir. Cinselliği ve şov yapmayı öne çıkaran bu hayalet bir yanıyla Nasar’da şekillenir.
“Yalnızca duru suyla yıkanmış beyaz keten giysisi vardı üstünde, çünkü teni öyle narindi ki, kolanın hışırtısına hiç dayanamazdı.” Gerçekten böyle bir durum var mı? Bilemiyorum. Kolalı elbiselerle sokağa çıkma bunun yarattığı bir alerji. Yazar bu durumu yaşamışsa ya da bir anlatmışsa ilginç. Demek ki nişasta ile yapılan kolalanma işleminde bu tarz durum ortaya çıkıyor. Artık giyimin bir sanayiye dönüşmesinden sonra bu elbise kolalama işlemi de yavaş yavaş sona eriyor. Eski burjuva toplumunun şatafatlı ve kentli görünümü yavaş yavaş yok oluyor. Santiago Nasar keten elbiseleriyle bir anlamıyla küçük burjuvazinin çıkış noktasındaki kibarlıkla iç içe geçmiş çapkınlığını da simgeliyor. O incelik ve narinlik içinde kadınları tavlamak için çabalayan bir küçük burjuva. Çıtkırıldım biridir sanki Santiago Nasar. Tuhaftır kadın bedenini elde etmek için ortaya çıkan tuhaf bir şeytani hal ve nezaketle yaşayan narin biri. Sonrası ise emeği tahakküm altına almanın hikayesidir. Günümüz dünyası ise bu temiz elbiseli beyazlılar dünyasından çok uzaklaştı. Sportif giyinmek adına tişörtler, inçe hemen yırtılacak gibi keten veya kot pantolonlar, naylon gömlekler dünyasında iki günlük tüketilen giysilere artık kola ve ütü de gerekmiyor. Hazır giyim dünyası eski kalın, uzun süre dayanıklı, kaliteli, ütülü ve temiz elbiseleri çöpe attı.
Uğursuzlukla rüya görmek arasındaki bağlantıyla başlıyor roman. Sanırım çoğu halkta ve insanda böyle bir saplantı veya gerçeklik yitimi var. Diğer yan ise rüyalarla nesnel dünya arasında beyinin işleyişini tam çözemediğimiz belirli bağıntılar var. Roman bu bağıntılara işaret ederken bizimde bu bağıntılara düşünmememizi sağlıyor. Rüya görmekle günü hayra yormak arasında nasıl bir ilişki kurulmuş veya nasıl bir bilinç durumu bu daha çok bilim insanlarının açığa çıkarması gereken bir durum. Yazarın böyle bir olguyla romana girmesi romana güzel bir giriş yapmasını sağlamış. Sonra bir kasaba veya tam kentleşmemiş bir topluma veya toplumsallığa yönlendirirken bizi daha çok feodalitenin egemen olduğu bir toplumsallığa yönlendiriyor. Rüyalarla günü anlama veya çözmeye çalışma hali daha çok feodal toplumun ruh hali. Gerçi günümüzde ise hızlı bir şekilde yıldız falcıları televizyonlarda, gazetelerde yerine almaya başladı. Burjuvazinin gericileşmeşiyle şekillenen bir dünyaya hızlı bir şekilde gidiyoruz.
“Aslında iki kardeşin arasında ilk uyuşmazlık patlak vermişti. Görünürde tıpatıp birbirlerine benzedikleri halde iç dünyalarında yalnızca çok farklı olmakla kalmıyorlar, zor durumlarda birbirlerinden tümüyle zıt karakterde oldukları ortaya çıkıyordu. Biz arkadaşları bunu daha ilkokuldayken fark etmiştik. Pablo Vicario, kardeşinden altı dakika daha büyüktü, yeniyetmelik dönemine kadar da ondan daha hayalperest, daha kararlı biri olmuştu. Pedro Vicario, bana her zaman daha duygusal biri olarak görünmüştü, yine de daha otoriterdi. 20 yaşına geldiklerinde askerlik şubesine birlikte gitmişler, Pablo Vicario, ailesinin başında kalabilmesi için askerlikten muaf tutulmuştu. Pedro Vicario, askerlik hizmetini on bir ay boyunca kolluk kuvvetlerinde devriye görevi yaparak tamamlamıştı. Ölüm korkusuyla daha da pekişen ordu disiplini, onun emretme eğilimini, büyük kardeşi yerine karar verme alışkanlığını geliştirmişti. Onbaşı rütbesiyle terhis olup askerî tıbbın en sert yöntemlerine, Doktor Dionisio Iguarân’ın arsenik iğneleriyle permanganat lavmanlarına bile direnen belsoğukluğu hastalığıyla askerden dönmüştü. Ancak sonradan hapisteyken onu iyileştirmeyi başarabilmişlerdi. Pedro Vicario, tam bir asker ruhuyla sol böğründeki kurşun yarası izini her isteyene göstermek için gömleğini yukarı sıyırmak gibi yeni bir alışkanlıkla geri döndüğünde, dostları olan bizler, Pablo Vicario’da kısa sürede küçük kardeşine karşı acayip bir bağımlılık geliştiği düşüncesinde birleşmiştik. Hatta kardeşinin bir savaş madalyası gibi sergilediği büyük adamlara yaraşır belsoğukluğu hastalığı karşısında bir tür hayranlık duymaya bile başlamıştı.”
Aslında çevirmen belsoğukluğu diye çevirse de ikinci kullanışı olan frengi diye çevirseydi daha etkili olurdu. Frengi daha çok Frenk hastalığı diye bilinir. 18. yüzyıldan sonra Osmanlıdan ortaya çıkan bu hastalık Fransa’ya gidenlerin getirdiği bir hastalıktır. Bu yüzden bizde frengi (Frenk hastalığı) diye bilinir. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde İstanbul’da çok yaygın bir hastalıktır bu. Yazar burada kasaba dışına çıkan ve dışarıdan getirilen bu hastalığı gösterirken bir yandan şehirleri merkez alan burjuvazinin o hastalıkları nasıl taşıdığını gösterir bize. İşin ilginç tarafı ise Pedro Vicaria ve kasabalılar bu durumdan övünür. Kapitalizmin ince ince oyarak feodalizmi nasıl parçaladığına dair ilginç bir durumdur bu. Bunun yanında iki ikiz kardeş arasındaki farklılıkları tasvir ederken direk toplumsal olay ve olgulara dayanarak bunu yapması yazarın ne kadar gerçekçi olduğunu göstermesi anlamında önemli.
“Keyifli olduğu bir gece mürekkep hokkası yeni bitirdiği mektubun üzerine devrilmiş, mektubu yırtıp atmak yerine altına bir dipnot eklemişti: ‘Aşkımın kanıtı olarak sana gözyaşlarımı yolluyorum.’ Bazı zamanlar ağlamaktan usanç getirerek kendi çılgınlığını alaya alıyordu. Postanede çalışan kızı altı kez değiştirmişler, altısının da işbirliğini sağlamıştı.” Aşkın acısıyla dolduğu o günler gitgide bitiyor. Mektuba gözyaşlarını damlatan solgun veremli aşıklar çağı bitiyor. Kapitalizmin her şeyi metalaştırdığı dünyada bu açıklı aşk hikayelerine de yer kalmıyor. Feodal toplumdan kapitalizme geçişte bu aşk hikayeleri dünyanın çoğu yerinde yaygın bir aşk hikayeleriydi. Kapitalizm her şeyi metalaştırırken aşkın bu biriciklik duygusunu da yok etti.
“Kahve fincanını almaya geldiğinde Santiago Nasar, kızı bileğinden yakalamış, Artık kendini yetiştirmek zamanı geldi kız, demişti. Victoria Guzman da hemen elindeki kanlı bıçağı göstermiş ve hiç gülmeden, Çek elini kızımdan! Yaşadığım sürece onu yemene izin vermeyeceğim! Diye bağırmıştı. Victoria Guzman’ı genç kızlığında İbrahim Nasar baştan çıkarmıştı. Çiftliğin ağıllarında birçok yıl onunla gizli gizli sevişmiş, ateşi sönünce de evine hizmetçi olarak almıştı. Kadının daha önceki kocasından olma kızı Divina Flor kendini Santiago Nasar’ın gizli zevklerinin oyuncağı olarak görüyor, bu düşünce onu şimdiden korkutuyordu.” (…) “…beklediklerini bilmediğini söylemişti. Bununla birlikte aradan yıllar geçince Santiago Nasar kahvesini içmek için mutfağa girdiğinde olup biten her şeyi bildiklerini kabul etmişti. Ana kız, bu gerçeği, saat beşten sonra biraz süt istemek için gelen, bu arada cinayetin nedenleriyle katillerin pusu kuracakları yeri söyleyen bir kadından öğrenmişlerdi. Victoria Guzman bana ‘Bunların sarhoş palavraları olduğunu düşünerek Santiago Nasar’a haber vermedim.’ dedi. Bununla birlikte annesinin ölümünden sonra kendisini görmeye gittiğimde Divina Flor gerçeği söyledi. Annesinin Santiago Nasar’ın öldürülmesini içtenlikle istediği için ona durumu bildirmediğini anlattı.” Victoria Guzman da kesin bir tavırla kendinin de kızının da Santiago Nasar’ı öldürmek için beklediklerini bilmediklerini söyleseler de kitaptan aldığım bu iki bölüm Santiago Nasar’ın kişiliğini göstermesi acısından önemli olduğu gibi onun hoppa ve çapkın biri olduğunu da gösteriyor. Açıkça yaptığı bu tacizler Nasar’ın cezalandırılması için yeterli olan tacizler. Toplum bu tacizleri yapanların cezalandırmasını meşru görürken Bayardo San Roman tarzını ise olumlu görüyor. Oysa o pazarda hayvan seçer gibi kasabada gördüğü bir kızla hemen evlenmek ister. Ondaki zenginlik her şeyi seçme hakkını eline vermiştir. Bu anlamda dışarıda gelen daha zengin bir burjuva iken Nasar içlerinde olan daha az bir burjuva adayıdır. Hızlı bir şekilde dışarının güdümüne yani büyük güdümüne girmeyi bize gösterirken roman iç parçalanmalarından nedenlerini sunar. Evet Santiago Nasar’lar yok edilecektir, daha büyük bir burjuvazinin güdümüne girmek adına.
“Avukat, cinayetin bir onur sorunundan doğduğunu ve yasal savunma amacıyla işlendiği tezini savunmuş, bu da yargıçlarca kabul edilmişti. Davanın sonunda ikizler gerekirse bin kez bile olsa aynı nedenler yüzünden aynı şeyi yapacaklarını söylemişlerdi.” Bir namus cinayeti olarak devam eden roman aynı zamanda Ortadoğu bölgesinde olduğu gibi namus cinayetlerindeki genel indirimi bu romanda görürüz. Namusun onur olduğu Kolombiya toplumuyla Ortadoğu toplumunun ortaklığını görürüz. Fakat bu sorun üzerine düşününce feodaliteden çıkışla kapitalizme giriş sürecinde diyebiliriz çoğu toplumun ortak anlayışı ve bakışıdır namus cinayetleri.
“O gün herkes Santiago Nasar gibi kokmaya başlamıştı. Vicario kardeşler bu kokuyu, belediye başkanının kendilerini hapsettiği ve ne yapacağını bilemediği zindanda duymuşlardı.” Toplumsal kirlenme ve çürümeyi bir kokuyla anlatmaya çalışmış yazar. Herkese her yere sinen bir koku. Sanki bundan sonra olabilecek her türlü insani kayıtsızlığı önlemek için ve bu kayıtsızlık olduğunda bu çürümeyle ortaya çıkacak koku bütün evrene yayılacak insanlığı yok edecek gibi.
Yazıdaki son sözü Gabriel Garcia Márquez’in Kırmızı Pazartesi Adlı Romanında Toplumun Suçla Olan İlişkisi makalesinin yazarı Melike Yazıcı Çangur’a bırakalım. “Eserdeki gerçek suç, imkânsız bir aşkın, cinsellik tabularının ve sadece kadın bedeninde aranan namusun gölgesinde kalmıştır. Vicario kardeşler için suçun gerekçesi namusken, muhtemel suçlu Santiago Nasar içinse suç şehvâni duygularına söz geçirememesinde aranmalıdır. Ángela Vicario’nun suçuysa ailesine karşı sesini yükseltememesi ve istemediği halde Bayardo San Roman’la evlenmesidir. Toplumun sessizlik kadar belirgin bir diğer suçuysa, Santiago Nasar’ı tecavüzcü, Ángela Vicario’yu da namussuz olarak etiketlemesi ve her ikisi için de peşinen ceza kesmesidir. Her iki kahraman için de kendini ifade edebilme şansı verilmemiş olması dikkat çekicidir. Santiago öldürülerek, Ángela da dövülerek ve toplumdan dışlanarak susturulmuştur. Eser boyunca toplumsal yargıların insanların kaderini hızla değiştirdiği, ölümünse olabildiğince basitleştirildiği gözlemlenmiştir. Ölüm en başından bilinen tek gerçek, suçsa aydınlatılamayan tek gizem olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplum ve suç görünmez bir iplikle birbirlerine bağlanmış ve romanın gizli kahramanı haline gelerek okurlar üzerinde çarpıcı bir tesir bırakmıştır. Toplumun suçla olan sınavından başarısız bir şekilde çıktığı gözlemlenmiştir.”
Alıntılar
1= Sena G. Hazir Kırmızı Pazartesi Eserindeki Temel İzlekler
2= Fahriye Çakır Rıfat Günbay, Kırmızı Pazartesi’nin Büyülü Temelli Psikanalist Eleştirisi