Aydının durup nesneyi anlamasına, dokunmasına, tarihte yitip gidenin ortaya çıkarmasına izin vermez kapitalizm. Böyle bir dünyada, dünyamız nedenleri sorgulanmamış ayakları havada nesnelerin çöplüğüne döner; toplumda hiçbir şey içsel olgulara dönüşmez. Toplum bu sanal alemde, sahicilik duygusunu yitirir.
Yaratıcılık sorunu üzerine dolu yazı yazıldığı halde, yaratıcılığı var eden koşullara dair yapılan araştırmalar çok azdır. Yaratıcılık daha çok bireye gömülü, bireyde içkin bir olgu olarak görülmüş; bireyle toplum arasından toplumun varoluşuyla yaratıcılık arasındaki ilişki dışta tutulmuştur. En önemlisi insanın antropolojik kökenlerine dair yeterli çalışma yapılmamıştır. İnsanın hayvandan insana dönüşmesi hep göz ardı edilmiş, kültürel bir varlık olarak insan imgesi başa alınmış, psikolojik değerlendirmeler ona göre yapılmıştır.
Psikiyatri ve çoğu bilim dalı insanı olmuş ve tamamlanmış olarak görüyor. Bu aslında evrim kuramını pek dikkate almadan, tanrının yarattığı bir dünyada yaşama fikrine dayanıyor. Bunun bir yanı da insanın kendine yüklediği mükemmeliyetçilikle ilgili. Bu yüzden insanın ikinci doğası ve hayvandan insana dönüşle bilincin oluşması süreci pek dikkatli incelenmemiş bana göre.
İnsan, hayvandan insana dönüşürken çok çeşitli hastalıklar geçirerek bu duruma gelmiştir. Daha doğrusu hayvansal güdülerinden kurtularak. Ama bu durum onun hâlâ psikolojik sorunları olmadığı anlamına gelmez. İnsan şizofreniden, melankoliden, halüsinasyonlardan, çok çeşitli psikolojik rahatsızlıklardan geçerek insanlaşmıştır.
Şu an diyeceklerimi başka bilim insanları demiş mi bilemiyorum. Fakat bu sonuç benim okuduğum antropoloji ve psikiyatri kitaplarının bende yarattığı bir sonuç.
İnsanın insanlaşması sürecinde birinci olgu, onun rüya görmesidir. Yapılan araştırmalar memeli hayvanların rüya gördüğünü ispatlamıştır. Memeli hayvanların özeliği bu. Peki insan rüyadan düş görmeye nasıl geçmiştir? İnsan öncelikle onun temel özelliği olan kolektif yaşam tarzının içinde şekillenmiştir. Tarih boyunca insanlar daha çok klanlar şeklinde yaşamıştır. Bu klanların genel sayısı 130 ve 200 civarıdır. Bu toplu yaşam dışarıdan gelecek saldırıları karşı onları koruyan ve zorunlu görev bölüşümü yapmasını sağlayan bir yaşam. İnsanların gıda ihtiyaçlarını sağlayan bir alan seçmeleri yine zorunluluklarından biridir. İnsanın her obur olmaları onun beyninin şekillenmesinde önemli etkendir.
Bunun yanında insanoğlu en çok ana sütüne ihtiyaç duyan hayvandır. En az iki üç yıl olsa da günümüzde hâlâ yedi yaşına kadar ana sütüyle beslenen çocuklar vardır. Ben eski çağlarda bu sürecin daha uzun olduğunu düşünüyorum. On yıl gibi. Fakat anne sütünün varlığı onlarda temel gıda ihtiyacını karşılayan bir ihtiyaç. Annenin tapınca dönüşmesi ve doğurganlığının kutsanması bu süreçle ilgili.
Bütün memeli hayvanlar rüya görse de acıkma veya aç kalma süreleri, açlığa direnç koyma süreçleri farklı olabiliyor. İnsanlığın her obur olması, çok çeşitli gıda ihtiyaçlarına uygun bir yaşam yeri kurmaları onların zorunluluğu oluyor. Açlık ve gıda arasındaki ilişki onların yaratıcılığını ve sürekli gözlemci olmasını zorlayan bir ilişkidir.
Acıkınca midenin çok çeşitli salgılamalar yapması bilinen bir durum. Bu salgılamaların beyinde fizyolojik etkiler yaptığı da bilinir. Bana göre rüya sırasında gördüğümüz beyaz zemin, anne memesinin yarattığı süt istemi üzerinden şekillenen beyaz zemin. Anne memesinin bilinçte oluşturduğu beyaz ışık topu. Rüya halinin bir çeşit meme emmeye duyulan ihtiyaç hali olduğunu düşünüyorum. Rüya halinin yatış biçimi veya çok çeşitli fizyolojik salgılarla ağızdan suyun gelmesi bu ihtiyaç halinin uzantısı olarak geliyor bana. Günümüzde bütün insanlarda olmasa da açlıkla rüya hali içindeki bir ilişki bu bana göre. Rüyanın karabasana dönüşmesi daha çok insanın kültürel bir varlık olarak insan olmasıyla ilişkili. Demek ki açlığın yarattığı tepkimeler ile rüya arasında ilişki var. Bu tepkimeler sonucu açlığı yatıştırmak için anne memesine sarılmak birbirini tamamlayan bir ilişki. Beyaz ışık da bu süreçle ortaya çıkıyor. Memeli hayvanlarda rüya halinin oluşmasıyla anne sütüne duyulan ihtiyaç arasında bir ilişki var demek ki.
Bütün memeli hayvanlar arasında anne sütüne uzun süreli ve kısa aralılarla ihtiyaç duyan tek memeli hayvan bence insan. Bu ise rüya halinin farklılaşmasını sağlayan bir süreç. Bunun önce halüsinasyonlara dönüştüğünü sonra düşe ve fantazyaya (düş evrenine) dönüştüğünü düşünüyorum.
Alttaki alıntı, Saffet Murat Tura’ya ait. Haset ve Şükran adlı Melania Klein’in kitabının ön sözünden.
“Klein’a göre bilindışı fantezi tüm ruhsal süreçleri temellendirir ve her türlü ruhsal işlevselliğe eşlik eder. Oysa Freud fantezi faaliyetinin dış dünyada uğranan düşkırıklıklarını, engellenmeleri telafi etmeye yönelik olduğunu düşünmüştü. Klein bilinçdışı fantezi faaliyetinin içgüdüsel işlevselliğin doğrudan bir ifadesi olduğunu düşünür. Çok daha faal ve dış dünyada olup bitenle alakalı bir bilinçdışıdır bu.
Klein fantezi faaliyetinin doğumla birlikte başladığını kabul eder. Bu tespit çocuğun daha doğuştan gelen ve filogenetik olarak aktarılmış içsel nesne imajları ile dünyaya geldiğini varsaymayı gerektirir.
Bunlar meme, penis gibi beden parçalarını da içerir. Söz konusu imajlarla bağlantılı içgüdüsel fantezi faaliyeti genitallik öncesi fanteziler şeklindedir. Klein’a göre fantezi faaliyeti bilinçdışı birincil süreç düşüncesinin esasını oluşturur.”
Klein daha çok anneyle çocuk arasındaki bir obje olarak memeyi koysa da soruna insanlığın insanlaşma sürecinde süte duyulan ihtiyaç olarak yaklaşmamış, memeli hayvanlarla insan arasından bakmamıştır. O daha çok çocukla anne arasındaki ilişkiye girmiş, çocuğun düş evreninin oluşmasında anne memesini bir obje olarak değerlendirmiştir. Bu olgunun doğuştan gelen ve genetiksel güdüler olduğunu söylemiştir.
Güzel tanrıçaların yaygınlaşması ise şişman kadın kültünden sonra gelişmiştir. Artık kadın kentin perisi, dansla güzelleştireni ve sanatı ortaya çıkartandır. Güzel tanrıça kadın bir anlamda sanatı da simgeler. Fakat bu güzel tanrıça daha çok şehirleşmeyle birlikte ortaya çıkmıştır. Site devletlerinin ve şehirlerin oluşmasıyla şekillenmiştir bir anlamda. Kadının kullanım nesnesi haline dönüşmesi şehir kültürüyle ortaya çıkmıştır. Memenin kapatılması, saçın örtülmeye başlanması, cinselliğin tabu haline getirilmesi, anaerkil toplumun bitip ataerkil topluma geçişi simgeleyen olgulardır. Köleci toplumla birlikte kadın, erkek egemen kültürün hegemonyası altına girmiştir.
Düş evreninin oluşmasında bir başka etken ise mastürbasyondur. Benim okuduğum kitaplarda mastürbasyonla düş kurma veya düş evreninin oluşması arasındaki ilişkiye dair pek kaynağa rastlamadım. Cinselliğin bir obje olarak önemli bir etken olduğunu söyleyen kaynaklar olsa da bilincin şekillenmesi sürecinde düşle mastürbasyon ilişkisine dair fazla gönderme yok. Bazı memeli hayvanların mastürbasyon yaptığı bilinir. Fakat bunun fizyolojik etkileri veya nasıl bir düşsellik içinde olduğu yeteri kadar irdelenmemiştir. Mastürbasyonun belirli bir haz sağladığı bilinse de bu hazzın hayvanlarda nasıl şekillendiğine ilişkin yeterli cevap yok. Onlarda da düş kurma yetisinin kısmi olarak var olduğunu biliniyor. Fakat bu yetinin dayanakları nedir veya süreçleri pek bilimsel makale yok. Varsa bile ben okumadım. Hayvanların düş kurduğuna dair beyin dalgaları üzerinden araştırmalar yapıldığı biliniyor. Fakat bu deneyler daha çok onların düşlerinin süreçlerine dair cinselliklerini pek kapsamıyor.
İnsanlar mastürbasyon sürecinde düş kurarken cinsel obje olarak karşı cinsi almıştır. Eşcinsellerde bu süreç anlaşılan farklı. Onlar ise daha çok cinsel obje olarak kendi cinslerini düşsel evrenlerinin içine almışlar. İnsanın düş kurduğu bu alan onun kendini de özgür hissettiği bir alan anlaşılan. Ne kadar toplumsal baskı veya yasaklar olsa da insanlar kendilerine sansür uygulasalar bile bu alanda biraz daha özgür hissederler kendilerini. Düş kurmak insanların kendi varlıklarını özgür duyumsamakla iç içe. Eşcinsellik bu anlamda bir sapma gibi görünse de sanırım, hayvansal güdülerimizin ve anaerkil toplumun getirdiği bir sonuç. Sanırım eski toplumsal süreçlerde karşı cinslerle ilişki olduğu gibi aynı cinslerde ilişkiye giriyordu. Tabuların ve yasakların fazla olmadığı bu toplumda, eş seçimi de ister istemez günümüz statükolarına pek benzemiyordu. Güney Amerika ülkelerinde yaygın olan eşcinsel ilişkinin geçmiş klan sistemiyle ilişkili olduğu söyleniyor.
Antik Yunan veya Minos uygarlığı sürecinde evlilik öncesi veya evliliğe hazırlanma bir eğitimle iç içe şekillenir. Eğitmen evliliğe hazırlanma sürecinden önce evlenecek kişiyle bu pratiği birlikte yapar. Bu ilişki daha çok aynı cinslerin ilişkisidir. Safho’nun okulundaki işlevi budur. Aynı zamanda eğitmenlerin ve filozofların öğrencileriyle yatması daha çok onları evliliğe hazırlamak içindir. Toplumsal kapanma ve cinselliğin tabulaşması sonucu ortaya çıkan bir ilişki bu. Süreç içinde anlaşılan Anadolu ve Mezopotamya’da bu süreç sağdıç ilişkisiyle şekillenmiştir.
İnsan rüyalardan halüsinasyonlara geçmiştir. Bu süreç acılı olup toplumsal bir varlık olarak şekillenmesini sağlamış ve onun düş kurma süreçlerine geçmesini sağlamıştır. Anladığım kadarıyla çakranın oluşması ve hâlâ günümüze kadar gelen şizofrenik hastalıkların temel ayakları bu süreçle ilgili. Bu olgudan yani halüsinasyon sürecinden çıkarken önemli olgulardan birisi, anne sütünün yarattığı birleştirici güç ve toplumsal hareket etme kabiliyeti. İnsanların sürü halinde yaşaması bilgi ve deneyimlerini aktarması ve sorunların çözümü için kolektif hareket etmeleri önemli bir etken. Fakat bunun yanında önemli bir etken daha var o da oyun oynama güdüsü.
Burada bir alıntı yaparak, bu süreçten nasıl çıktığımızı anlamamız için oyunun kendisini iyi anlamamız lazım. Huizinga, Homoludens (oyun oynayan insan) şöyle diyor:
“Burada çok önemli bir noktayı hemen belirtmek uygun olacaktır. Oyun, en basit biçimlerinde ve hayvan hayatının içinde bile, tamamen fizyolojik, bir olgudan veya fizyolojik olarak belirlenen psişik bir tepkiden daha fazla bir şeydir. Bizatihi oyun olarak, tamamen biyolojik veya en azından tamamen fiziksel bir faaliyetin sınırlarını aşmaktadır. Oyun anlam bakımından zengin bir işlevdir.
Oyunda, yaşamın doğrudan gereksinimlerini aşan ve eyleme anlam katan bağımsız bir unsur ‘oynamaktadır’. Her oyun bir anlam taşır.
Eğer, oyuna bir öz yükleyen bu faal ilkeye zihin dersek aşırıya kaçmış oluruz; eğer ona içgüdü dersek hiçbir şey söylememiş oluruz. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, oyunun bu ‘kasıtlı’ karakteri, bizatihi özünün içinde yer alan maddi olmayan bir unsurun varlığını açık etmektedir.”
Fakat oyunun toplumsal yapıların, kültürel geleneklerin oluşmasında önemli etken olduğunu açıklamaya çalışsa da Huizinga, oyunun bir terapi ve psikolojik rahatlama veya sağaltım sağlamasına ilişkin kitabında fazla değinmemiştir. Oyunun toplumsal terapi ve boşalım sağlama hali insanın hızlı bir şekilde halüsinasyonlar sürecinden düş kurma sürecine geçmesini sağlamıştır. Oyun, yaratıcılık ve düş kurma arasındaki ilişki, insanın hızlı bir şekilde yaratıcılığının ve düş evreninin gelişmesini sağlamıştır.
“Taklidin rol oynadığı durumları düşündüğümüz zaman giysi, üslup, yüz ifadeleri, konuşma, sahne performansı, sanatsal yaratıcılık, vb. şeyleri sayarız saymasına, ancak arzu nedense aklımıza gelmez. Sonuç olarak taklit, bizim için, toplumsal yaşam içerisinde bir dizi toplumsal modelin kitlesel yeniden üretimi yoluyla sürü halinde ve sürüye ayak uydurarak yaşamaya iten bir güçtür.
Taklit aynı zamanda arzuda bir rol oynuyorsa, sahip olma ve elde etme dürtülerimizi sürece bulaştırıyorsa, bu geleneksel görüş, tamamen yanlış değilse de asıl noktayı kaçırmaktadır.
Taklit insanları yalnızca bir araya getirmez, çekip ayırır da. Paradoksal olarak bu iki şeyi aynı anda yapabilir. Aynı şeyi arzulayan insanlar öyle güçlü bağlanırlar ki, o arzuyu paylaştıkları sürece iyi arkadaş kalırlar; paylaşamadıkları anda ise düşman kardeşlere dönüşürler.”
Rene Girard’ın Shakespeare’e dair değerlendirmesinde onun eserlerinde yansıtmacı istekle şekillendiğini söyler. Üstte taklit anlayışını açıyor. Taklit sadece kahramanlarla veya tiple karakterle ilgili değil, aynı zamanda alımlayıcıların arzularını ortaya çıkarmakla ilgili.
Oyun sürecinin içinde bir taklit etme güdüsü olduğunu unutmamak lazım. Bu güdü sanat eserlerinin çoğunda içkindir. Aristoteles, Poetika kitabında, taklit güdüsünün öneminden bahseder. İnsanın insanlaşmasında önemli bir etken olarak görür. Oyun güdüsü toplumsal yaşamın statükolarını belirlerken aynı zamanda insanın toplumsal bir varlığa dönüşmesini sağlayan önemli bir güdüdür.
Halüsinasyonlardan sonra geçilen süreç, düş kurma ve düş evreninin oluşma sürecidir. İnsan dilsiz olduğu halde, yani konuşmadığı halde düş kuruyordur. İnsanlık tarihinden bize kalan mağara resimleri, bu düşsel ve zengin imgelem dünyasını göstermesi ve insanın bugüne nasıl bir çağdan geldiğini göstermesi bakımından ilginçtir.
Fakat daha ilginci bizdeki kör ressamdır. Bizde kör ressam var bilirsiniz, Eşref Armağan. Elleri ile dokunarak resmediyor çoğu şeyi. Hatta koca binayı. Yani elleriyle kopyalıyor beynine her şeyi. İlkel yerliler de öyledir, doğada ne varsa elleriyle dokunur koklar anlamak ister ve o nesneyi, canlıyı beynine kazımak ister. Elle dokunulmayan şey, ona göre beyinde canlanmaz. Hafızanın oluşumunda elin önemini vurgulaması anlamında önemli bunlar. Elle dokunma, koklama, bütün özelliklerini anlama. Brezilyalı yerlilere ve çoğu ilkel yaşayan topluluklara dair yapılan araştırmalarda, onların çevrelerinde bulundukları her nesnenin, objenin bütün özelliklerini içlerine sindirmiştir. Ad koymuşlar, kavramlaştırmış ve bilgi dünyalarına katmışlardır.
Bu anlamda Walter Benjamin’in flanörü sanki bu güdüden doğmuştur. Hatta kaplumbağasıyla gezinen Parisli kadınlara benzetir onları Benjamin. Walter Benjamin de aydını, düşünürü bir flanöre benzetir hafif adımlarla Paris pasajlarında yürüyen. O pasajda o, yitip gideni anlamaya bulmaya çalışır. Her şeye dokunur, gözler, anlamını sindirir, tarihin yok ettiğini yeniden var etmeye çalışır. O aydın bir anlamıyla elleriyle yavaş yavaş nesneyi anlamaya çalışan Eşref Armağan’dır veya ilkel bir yerli. Walter Benjamin’e göre aydın sanki zamana ayak uydurmaz, onun dışında kalandır veya kendini o güdüye fazla teslim etmeyen ve merak güdüsünü hiç yitirmeyendir. Daha doğrusu aydın, kapitalist hız içinde yaşamamalıdır. Aydın ancak normal doğal hızıyla devam ederse nesneyi sindire sindire tarihte yitip gidenleri ortaya çıkarabilir. Aydını yavaş yürüyen her şeyi sindiren, nesnelliği bütünlüğü içinde vermeye çalışan kişi olarak görür.
Oysa kapitalizm bu aydına tahammül edemez. Onun için aydın duramaz, kapitalizmin yarattığı hızı sürekli hale getirtir. Hatta hızın öncüllerinden biri olur. Hıza dayalı kapitalist yapıda aydın artık nesneyi kavramaktan uzak bir meta oluşturana ya da meta satıcısına dönüşür. Aydının durup nesneyi anlamasına, dokunmasına, tarihte yitip gidenin ortaya çıkarmasına izin vermez kapitalizm. Böyle bir dünyada, dünyamız nedenleri sorgulanmamış ayakları havada nesnelerin çöplüğüne döner; toplumda hiçbir şey içsel olgulara dönüşmez. Toplum bu sanal alemde, sahicilik duygusunu yitirir.
Walter Benjamin haklıdır. Sadece aydınlar değil büyük çoğunluk bir çöplükte yaşıyordur. Bizim olan, bizim tarihimizi var eden nesneler, eylemler, ayakları havada sorgulanmamış idealar gibi bizden uzakta, hepsi birbirleriyle ilişkisiz gökte asılı kalırlar. Bizim olanı geri alabilmenin tek yolu vardır hayatı durdurmak ya da benim anladığıma göre doğal flanör yaşama geri dönmek. Walter Benjamin’in flanörü bütünüyle toplumu, dünyayı anlamakla ilgilidir. Ona göre kapitalist hıza ayak uyduran özneleşmez, bu çöplüğün bir parçası olur. Günümüz insanının arayış ve sorgulaması güdüsünü yitirmesi ve aydınların meta üreticisi haline dönmesiyle kapitalist hıza ayak uydurması arasında ilişki var. Bunun dışında bilinç parçalanmasının en önemli nedeni, insanın toplumsallaşma güdüsünün yitimi ve dünyayı anlamaya yönelik merak güdüsünün yitirilmesidir.
Devrimciler için önemli soru şu siz metalardan bir meta mı olacaksınız, yani kapitalist üretimin dayattığı hızın bir parçası mı? Yoksa nasıl bir hız ve bu hızı yavaşlatan, insanileştiren nasıl bir sosyalizm düşünüyorsunuz? Aydın bu hıza karşı nasıl hareket etmeli?
Son aşama olarak düş ve düş evreninden sonra oluşan düşüncedir. İnsanın düşünceyi oluşturmasıyla soyutlama yapmaya başlamıştır. Bu bir bilinç sıçramasıdır. İşaretler dünyasından çıkıp kavramlar dünyasına geçiştir. Fakat burada es geçilen önemli olgu, insanın varoluşunun ve düşüncenin daha şekillenmesi ve gelişmesini sağlayan düş ve düşlem dünyasının önemidir. Düş ve düşünce arasında diyalektik bağ vardır. Görsel dünyanın hızlı artışıyla, görsellikle, düş ve düşünce arasındaki ilişki göz ardı ediliyor. Mitler, masallar dünyasının, insanlığın evreninin oluşmasında önemli etken. Fakat bu çelişkili dünya artık çok geride kaldı. İnsanlık 21. yüzyıla girdi. Bu yaratılan gerçekçi olmayan sanal algı insanın düş evreninin ve düşünsel boyutunun gelişimine engel teşkil etmekte. Görsel dünya insanlığın düş evrenini ve düşünsel dünyasını geliştirmeye hizmet etmelidir.
Fakat mitoslar insanlığın evrensel bilincini işaret eden önemli bir kültürel durumdur. Düş evreninin oluşmasında mitosların etkisi büyüktür. Sanırım mitlerde anlatıcının genel ilkesi, karşısındakilerin düş kurma yetisiyle ilgili. Bu yüzden mitos anlatıcısı sürekli düşte gezen, düşler kuran, bir düş anlatıcısıdır. Simge ve onunla bağıntılı imge, toplumun düşsel evreni üzerinde oluşur. Gerçekliğin oturduğu merkezde bu toplumun düşsel evrenidir. Mitsel anlatıcı için düşünmek, düşlerin içindedir ve düşlerin içine yeni rüyalar, düşler katarak olur. Anlatıcı bütün düşleri ve rüyaları dinler yeni mitoslar yaratmak için. Eserin sahiciliği daha çok kitlelerin aldığı hazla orantılıdır. Onlara göre her rüya, düş gaipten gelen bir ses ya da tanrısallığın işaretidir.
Ritsos’a dair yazımda şöyle diyorum:
“Ritsos’un şiirinde, aynı zamanda şiirsel üretimi bir mitsel üretim olarak görmek vardır. Bu Ritsos’un şiirine dair söylenen teatral anlatının yanında aynı zamanda bir mit anlatıcılığıdır. Şiirin mit anlatıcılığı yanını küçük anlatılarla güzel yakalamıştır. Zengin Antik Yunan mitolojisinin içinde şiiri yeniden üretmiştir Melankolik duygusallığıyla Ritsos. Mitlerde anlatıcının genel ilkesi, karşısındakilerin düş kurma yetisiyle ilgili. Bu yüzden mitos anlatıcısı sürekli düşte gezen, düşler kuran, bir düş anlatıcısıdır. Simge toplumun düşsel evreni üzerinde oluşur. Gerçekliğin oturduğu merkezde bu toplumun düşsel evrenidir. Mitsel anlatıcı için düşünmek, düşlerin içindedir ve düşlerin içine yeni rüyalar, düşler katarak olur. Anlatıcı bütün düşleri ve rüyaları dinler yeni mitoslar yaratmak için. Eserin sahiciliği daha çok kitlelerin aldığı hazla orantılıdır. Onlara göre her rüya, düş gaipten gelen bir ses ya da tanrısallığın işaretidir. Bildiğiniz daha çok mantığın ve matematiğin dayatıldığı bir çözümleme değil bu. Yine de buna irrasyonel mantık diyemeyiz. (…) Toplumun belirli çizgiler içinde, belirli yasalarla yaşamasını sağlıyor mitos. Anlatıcı bu mantığı ve matematiği vermeyi kendine görev ediniyor. Mitos toplumsal yasaların kalıcılığını ve belirginliğini sağlıyor.”
Kişinin kendi benliği ve yaratıcılığının oluşmasında en önemli etken kişinin kendisiyle yaptığı iç konuşmalardır. Bu iç konuşmalardaki teatral yapı, dışa taşarak sanatsal eylemliğe dönüşür çoğu kereler. Aslında iç konuşma olarak görünse de kişinin sadece kendiyle konuşması değildir bu. Bir toplumla yüzleşiyor, dertleşiyor ve içinde birikmiş sızıyı böylece boşaltıyor. Aynı zamanda topluma uygun kendini yeniden ifade etme yollarını arıyordur. Çoğu şiir veya sanatsal eserler bu iç konuşmaların farklı bir şekilde uzantısıdır.
Yoğun baskının ve korkunun arttığı toplumlarda rüyalar işlev kazanır. Karanlığın içinde gündüze kavuşma arzusunu simgelediği gibi kurtuluş için bir sığınak bir nefes alma ve korkuya baskıya direnme alanıdır. Mitlerin önemli çıkış noktasında bu rüya hali vardır. Bir yanı genel üretilen düş evreniyken diğer yandan bir rüya halinin şekillenişidir. Bunun yanında baskıdan kaçmanın bir yoludur rüyalar. Toplum bir karabasan halinde yaşar ve her sabah kalktığında akşam gördüğü rüyanın peşine düşer. Bu travma hali bir yandan gerçeklikten kaçışı simgelerken diğer yanda özgürlüğe kaçışının garip bir yoludur.
Faşizmin baskısı, yoğun sömürüsü açlık ve kıtlıktan kurtulma arzusunu yoksulların genel ruh haline dönüştürür. Bu baskıdan kurtulmak için kumar tutkusu ve şans oyunları bu ruh haliyle ortaya çıkar. Bunun yanında risk alma ve riskle yaşama güdüsel bir olguya dönüşür. Bütün bu durumlar gecenin içinde karabasanlarla, tatlı rüyalarla kendi varlığını sürdürür. Günümüzde bu rüya halini, sanallaşmayı sürekli körükleyen görsel dünyanın hayatın her alanına yayması da var. İnternet bağımlılığı, televizyon başından ayrılamamak ve her şeye seyirci olmak. Kahramanlık noktasında atıllığını hiç olmazsa bu rüyalarla atıyor ya da internet veya televizyondan özdeşleştiği kahramanlarla şarj oluyor. Bütün bu olagelenler onun toplumsal olay ve olgulara müdahale etmeyen eylemsiz bir varlığa dönüştürüyor. Onun için özdeşleştiği kahramanların dünyasına varmak zor ve imkânsız. Böylece hayata veya hayatına müdahale etmeyi unutmuş insanlar yığını özdeşleştiği kahramanlar sayesinde ruhsal boşalımını sağlamış oluyor. Bununla birlikte toplumda kökleşen rüya hali genelleşiyor ve toplumun hızlı bir şekilde gerçeklik algısını yitirmesini sağlıyor. Faşizm böylece kendi varlığını bu gerçeklik algısını yitirmiş yığınlar üzerinden kuruyor.
Sorun şu: Mitsiz ve rüyasız toplum olmaz. Ne kadar kural koyarsanız koyun bu mitleri rüyaları görmek istemeseniz de toplum bu mitleri ve rüyaları üretir. Zaten kitle kültürü oluşturmak için medyanın yaptığı bu. Bizim yapmamız gereken bunların doğru karşılıkları bulup yeniden üretmek olmalı.
Sokrates’le Aristoteles arasındaki zamanda, felaket yaratıcı insanlar ortaya çıkıyor. Platon, Sophokles, Euripides, Aiskhylos, Pindoras, Zenon, Diyojen, İskender, Lukianos ve benzerleri. 50-100 bin kişinin yaşadığı sitede çıkıyor bunlar. Hepsi yaratıcı muhteşem insanlar. Aynı durumu Rus edebiyatı için de söyleyebiliriz. Puşkin’le Gorki arasındaki 60-70 yılda muhteşem yaratıcı insanlar çıkıyor. Puşkin, Lermontov, Gogol, Belinski, Dobrolyubov, Dostoyevski, Turgenyev, Çehov, Tolstoy ve benzerleri. Bence kişiler kadar yaratıcılığı tetikleyen koşullara bakmak lazım. Örneğin Rus edebiyatında bu insanları bir araya getiren bir dergi var. Belinski’nin kurduğu Çernişevski’nin devam ettirdiği dergi. Çağdaş dergisi.
Yaratıcılık doğal olarak toplumsal koşullarla ilgilidir. Kişi toplumdan soyut ve yaratıcılığı zorlayan toplumsal koşulların dışında tek başına çıkmaz. Yaratıcılıkla toplum arasında her zaman diyalektik bir bağ vardır. Siyasetin içinde bir özne olmayan veya kendinde özne olma vasfını görmeyen bir kişinin yaratıcı olmasına imkân yoktur. Yaratıcının temel ekseninde devrimci bir talep vardır. Günün artık böyle gitmeyeceğine dair bir inanç.
Yaratıcılık sadece kişiye özgü değil, toplumsal bir olgudur. Düşünmenin sürekli kısıtlandığı ve özgürlük güdüsünün ne olduğunun unutulduğu şu günlerde, birilerinin kendisini büyük bir yaratıcı gibi sunması kadar tuhaf bir durum yok. En önemlisi sadece yoğun toplumsal sömürü yaratıcılığı körüklemez. Yoksa köleler çok yaratıcı insanlar olurdu. Yaratıcılık sorunu kültürel alanı yarattığı koşullarla ilgilidir. Devrimci yaratıcılığı ortaya çıkaran toplumsal yapılar yoksa ortaya çıkanlar olsa olsa bütünlükten kopuk cin fikirliler olur. Büyük filozofların ve yazarların çoğu bir ortam bütünlüğü içinde ortaya çıkmıştır. Bunun dışında kısmi ortamın oluştuğu yerlerde bazı yazarların bireyselliği dediğimiz olgu, onun psikolojik dünyasıyla ilgilidir. Ya korkunç bir travma yaşamıştır ve bu travma toplumsal olan bütün olguları sorgulamasını sağlamış böylece onda melankolik veya yaratıcı bir kişilik oluşmasını sağlamıştır.
Estetiğin bir toplumsal ihtiyaç üzerinden şekillenmesi aynı zamanda estetik yetinin şekillenmesi de bu toplumsal ihtiyaç üzerinden şekillenir. Estetik yeti bu toplumsal ihtiyaç üzerinden yüksek yetkinlikle iç içe gelişir. Bunun yanında sanatsal yaratıcılık bütün insanlarda içkindir. Yaratıcılığın tanrısal kutsallık taşıdığını söyleyenlerin amacı, toplumsal sömürüyü sürekli hale getirmektir. Zaten böyle bir yaratıcılık anlayışı insanlara bir iktidar veya otorite dayatarak onları sömürmek isteyen anlayışı karşılar. Peki estetik yetinin gelişimiyle toplumsal yaratıcılığın paralel gelişebileceği bir toplumsal yapı nasıl oluşur? Birilerinin birileri için sanat yaptığı toplumsal yapıdan nasıl çıkabiliriz? Her insanda estetik yeti vardır ve yaratıcılıkta, neden o zaman birileri birilerinin adına sanat yapma gereksinmesi duyar? Bu ilişki sınıflı toplumlarla başlamış ama sınıfsız toplumlarla yok edilmesi gereken bir ilişkidir.
Böyle bir dünyada birileri kendilerini şair olarak, filozof olarak, müzisyen ve benzeri olarak dayatır. Mücadele aynı zamanda insan emeğinin sömürüsü üzerinden şekillenen bu otoriteleri yok etmek için olmalıdır. Herkesin filozof olduğu, sanatçı olduğu bir toplumdur bu. Kimsenin kimseye hiyerarşi dayatmadığı komünist toplumdur.
Sürekli düşünsel tartışmaların olmadığı ve dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmek için eyleme geçilmeyen yerlerde, büyük sanat eseri veya yaratıcılık beklemek ham hayaldir. Büyük sanat eserleri düşünsel tartışmalar ve devrimci siyasetin merkezinde estetik nesneye dönüşür. Sanat eserine estetik haz katan eserin içindeki dünyayı değiştirme ve dönüştürme talebidir. Bu talep toplumsallığı içinde taşıyan bir taleptir. Sanat eseri toplumun bu talebi sahiplenmesi için ortaya konmuştur. Adalet veya vicdan adına insan emeğinin sömürülmediği bir dünya adına yola çıkmayan her eser yeterli estetik hazzı içinde barındırmaz.
kapak çalışması: Dana Barqawi