Yaratıcılık her şeyden önce eleştirel bakış gerektirir. Yeni bakış acısıyla önermeler getirmek, düşünceler ileri sürmek sorgulamak, aralarında ilişki kurulmamış düşünceler ve olaylar arasında bağlantı kurmaktır. Farklı olmak, özgün olmaktır.
Türkçeye Fransızcadan geçen “imge, imgesel” sözcüğünün akla gelen ilk anlamı hayal gücüdür. Anlatılanların okuyucu veya izleyici tarafından zihinlerinde yeniden canlandırılmasına imgelem denir. İmgesel anlatımda çağrışımlar ve hayal gücü ön plandadır. Dolayısıyla bireyin düşün dünyasına veya kültürel birikimine göre imgelerin uyandırdığı izlenim ve içerdiği anlam kişiden kişiye değişir.
Her ne kadar sanatta imgelere başvuruluyor desek de imgelem her insanın yaptığı, yapabildiği bir şeydir. Yani sadece sinema yapanların ya da edebiyatta kurgu kuranların becerebildiği bir şey değildir. İnsana özgü bir yetenektir. Burada esas olan imgeler arasında kurulan ilişkidir. İmgeler arasında kurulan beklenmedik yeni ilişkilere “yaratıcı imgelem” diyoruz. Bu başkasının imgeler arasında göremediği ilişkiyi görmek ya da ilişkileri başkalarından farklı olarak görmektir.
Başlığı es geçmeden diyalektiğin ne olduğuna da Marx’tan kısa bir alıntıyla not düşelim. “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel’e göre, ‘İdea’ adı altında bağımsız bir özneye de dönüştürdüğü insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci, gerçek dünyanın yaratıcı gücüdür ve gerçek dünya sadece ‘İdeanın’ dış, görüngüsel biçimidir. Bende ise tam tersine, idea, insan zihninde yansıtılmış ve düşünce biçimlerine tercüme edilmiş maddi dünyadan başka bir şey değildir.” (Kapital, cilt 1, Sol Y., 1986, s. 28) Kendimizden şöyle bir tümce eklersek meramımızı daha iyi anlatmış oluruz. Bizler yani emeği ile geçinenlerin yaşamdaki imgeleri sermaye sahiplerinden, savaş çığırtkanlarından, dünyayı maddi bir sömürü aracı olarak görenlerin tam karşısındadır.
Marx’ın, Hegel’den aldığı ve maddi süreçler üzerine oturttuğu diyalektik kavramını “tarihsel sürecin tez-antitez-sentez biçiminde yeni aşamalara geçerek ilerlemesini ifade eder.”
Marksist diyalektik ise doğanın olduğu gibi toplumun da çelişkiler ve çatışmalar üzerinden gelişen ilerlemesine işaret eder. Doğayı ve toplumu düşünmenin ve yorumlamanın bir yöntemi olan diyalektik, her şeyin sürekli olarak bir değişim ve akış halinde olduğu aksiyonumdan hareketle evrene bakmanın bir yolunu oluşturur.
Madem doğa sürekli bir değişim ve dönüşüm halindedir o doğanın bir parçası olan insanın da bu sürekliliğe tabi olması gerekmektedir; dahası bu bir zorunluluktur. Değişen ve dönüşen insanın bu akışta ihtiyaçları da değişecektir. Dolayısıyla sahip olmak isteyeceği şeylerin de sayısı gün geçtikçe artacaktır. Bu ihtiyaç ve istekleri karşılamak için yaratıcılığa gereksinim duyar. İşte bu noktada “yaratıcı, yaratan” sözcüğünden rahatsız olanlar devreye girer. Biraz yukarıda sözünü ettiğimiz “yaratıcı imgelemin” düşün dünyasına egemen olmaması için müdahaleler başlar. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Anadolu topraklarında bilimsel yaratıcı düşüncenin en keskin engellenişi 17. yüzyıla dayanmaktadır. İlerlemeye ve farklı düşünceye tarih boyunca tahammül edilmemiş olmakla birlikte çok yaygın bilinen bir olayı hatırlatmak gerekir. Bilinen anlatıdır ünlü seyyah Evliya Çelebiye göre:
“İptida, Okmeydanı’nın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek tâlim etmiştir. Bâdehu Sultan Murad Han, Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nde temaşa ederken, Galata Kulesi’nin taa zirve-i belâsından (tepesinden) lodos rüzgârı ile uçarak, Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek, ‘Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir âdemdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekâsı caiz değil.’ diye Gâzir’e (Cezâyir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum oldu.” (Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme)
Her ne kadar tarihçiler Evliya Çelebi’nin bu anlatısının gerçeği yansıtmadığı, başkaca kaynaklarda geçmediğinden bir kurgudan ibaret olduğunu söyleseler de (ör. İlber Ortaylı vd.) Sultan Murad’a atfedilen sözlerden “Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir âdemdir. Her ne murad ederse, elinden geliyor. Böyle kimselerin bekâsı caiz değil.” sözleri doğada sabit kalmayan ilerleyen her şeyden egemen düşüncenin rahatsız olduğudur. Tarihte benzer çokça olay vardır. Galileo Galilei’den Papaz Bruno’ya kadar. Bilindiği üzere Giordano Bruno, evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu; evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylemiştir. Bu düşünceler devrin Roma Katolik Kilisesi’nin Engizisyon Mahkemesinde aykırı düşünceler olarak değerlendirilip, Bruno yargılanarak sapkın ilan edilmiş ve Roma’da konuşamaması için yüzüne demir maske geçirilerek diri diri yakılarak idam edilmiştir. Galileo Galilei ise ölüm karşısında savunularından vazgeçtiğini beyan ederek yaşamayı seçmiş, on yıllık suskunluk döneminden sonra yeniden yazmış fakat Engizisyon Mahkemesi peşini bırakmamış ve ev hapsine mahkûm etmiştir. Bu süreçte sağlığı bozulan Galileo 8 Ocak 1642’de hayatını kaybetmiştir. Ölüm döşeğindeki “E pur si muove” (yine de dönüyor) ifadesi, yıllar sonra pek çok yerde ilham kaynağı olmuş ve bilim dışındaki eserlerde de kendine yer bulmuştur. Bu sözü, Galileo’nun Dünya’nın Güneş etrafında döndüğüne olan inancından vazgeçmediği gibi teorisini savunmaktan da vazgeçmediğini ifade etmek amacıyla söylediğini biliyoruz. Aynı zamanda bu söz bilimsel düşünce özgürlüğünün ve sorgulamanın önemini vurgular.
Yaratıcı düşünceye karşı olan ve ilerlemeyi kendileri için tehdit olarak gören egemenlerin tarih boyunca yaptıklarını Milattan Öncesi dönemden örnekleyelim. M.Ö. 470-399 arasında yaşayan Sokrates bazı Atinalılara karşı düşüncelerini ifade ettiği ve gençlerin ahlakının bozulmasına neden olduğu suçlamaları sonucunda baldıran zehri içirilerek ölüme mahkûm edilmiştir. Sokrates felsefenin “sözcüklerle değil, kavramlarla” yapılabileceğini savunmuştur. Onun diyalektik yöntemi benimsemesinin temel amacı da insanların ruhlarındaki ahlaki özlerin sorularla ortaya çıkarılması, sorgulamalarla kanıların çürütülmesi ve hakikatin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Belki de o dönem soru sorarak insanın “ahlaki özlerinin” ortaya çıkmasından korkanlar günümüzde de sorularla, imgelerle, ezbere dayanan, sorgulanmayan düşüncelerin çürütülmesinin önüne geçme çabasındadırlar. Bu yüzden zihinlerindeki karanlığı egemen kılmak istemektedirler. Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi onun düşüncelerinin karanlıkla mücadelesini engelleyememiştir. Onu ölüme mahkûm edenler tarihin çöplüğünde yok olup gitmişlerdir fakat O, fikirleriyle yüzyılların ötesine taşınmıştır.
Karanlık ve aydınlık savaşı hep sürecektir.
“Karanlık ile aydınlık arasındaki savaş, insan denilen varlık var olduğu sürece devam edecektir. Karanlığa rağmen var olma çabaları ise aydınlığa duyulan inanç ve umutla başarıya ulaşır.” (Institutfür Sozialforschung [Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü], bilinen adıyla Frankfurt Okulu Martin Jay / Diyalektik İmgelem).
Burada Jay’ın “insan var olduğu sürece” derken “sınıflar var olduğu sürece” demek istediğini varsaymak gerekiyor.
Aydınlığın karanlığı yenmesinin en etkili yollarından biri sanattır. Sanat, yaratıcılık demektir. Bu yaratıcılık eser sahibiyle sınırlı kalmaz. O eseri anlamak için insanlar zihinsel faaliyet yürüterek imgeler arasında bağ kurar / kurmaya çalışır. Zihinsel faaliyet demek düşünmek demektir. Düşünmek ise yeni ve farklı bakış açıları, yorumları, sorgulamaları beraberinde getirir. Karanlık ise aydınlığa yol açan düşünceyi sevmez. Böylece çatışma başlar.
Yukarıda yaratıcı imgelemden söz etmiştik. Yaratıcılığın engellendiği ya da otosansürün uygulandığı sanatsal çalışmalarda geleceğe dair söz söylemek pek mümkün olmuyor. Bunun en iyi örneği son yirmi otuz yıldır özellikle televizyon dizilerinde görülen içerik yoksunluğudur. Herhangi düşünsel bir form taşımayan, birbirine benzer konuları olan, ana karakterlerin yalılarda yaşadığı, genellikle varsıllar arasındaki daha fazla kazanma, birbirlerinin kadınlarını ya da erkeklerini elde etme mücadelesini (!) anlatan niteliksiz ticari üretimlerdir. Toplumcu olmayan, suya sabuna dokunmayan bu tür yapıtların düşünsel bir değişime yol açması da beklenemez. İşledikleri konularda ne düne ne de yarına çağrışım yapacak olaylar arasında bağ kuracak bir ilişki yoktur. Hatta biraz iddialı olacak ama imge yok demek de abartı olmayacak. Üstelik son zamanlarda söz konusu dizilerin önemli bir kısmı yayınlanmış kitapların uyarlamalarıdır. Bu yapıtlar “Gerçek hayattan uyarlanmıştır.” denilerek bireylerin veya bir ailenin yaşamını konu edindiği mutlaka izlenmesi gerektiği duyurusuyla pazarlanmaktadırlar. Ücretli olan ve şifreli yayın yapan kanallarda genele göre daha nitelikli yapıtların olduğunu da belirtmek gerekir. Ne yazık ki geniş kitleler az sayıdaki bu yapımlara başta ekonomik nedenler olmak üzere çeşitli gerekçelerle ulaşamamaktadır.
Aydınlığın karanlıkla olan savaşından zaferle çıkması için yaratıcılığının sürekli olması gerekiyor. Girişte de dikkat çekildiği gibi aydınlık – karanlık çatışması, özünde sınıf çatışmasıdır. Bu karşıtlık diyalektiğinde eğer yaratıcılık engellenir, baskı altına alınırsa ileriye taşıyıcı ürünler ortaya çıkarması mümkün olmayacak. Değişim ve dönüşüm elbette engellenemez; tarih boyunca bazen hızlı bazen de yavaş gerçekleşmiştir. Rejimler tarafından baskı altına alınan sanatçıların yaratıcılık yeteneklerinin törpülenmesi, hareket alanlarının sınırlanması elbette ki olumsuz sonuçlara yol açar. Özellikle sanatçıların benlikleri kontrol altına alınıp güç erkinin oyuncağı haline getirilirlerse artık orada yaratıcılıktan söz etmek mümkün olmayacaktır. Bu tür insanlar saf değiştirmekle kalmayıp nemalandıkları ‘ellere’ söz yazıp, bestelemekte ve bunu sanat diye topluma sunmaktan da beis görmemişlerdir. (“Eller, eller” şarkısını hatırlayalım)
Yetmişli yılların sonlarında TRT televizyonunda yayınlanan Yukarıdakiler-Aşağıdakiler adlı bir dizi vardı. (İng: Upstairs Downstairs adlı eserden uyarlanan) Bir malikânede geçen olaylar anlatılıyordu. Belami Ailesi ve aileye ait konakta çalışan insanlar arasındaki ilişkiler konu ediliyordu. Malikânenin üst katında yaşayanlar efendi, alt katta yaşayanlar ise hizmetçilerdi. Burada verilen mesaj gayet açıktı. Aşağıdaki hizmetçiler yani toplumu oluşturan geniş kitleler, yukarıdaki efendilerine, sermayeye, onun sahiplerine, egemenlere hizmet etmekle mükelleftirler.
Görünüşte aynı malikânede yaşıyorlar, benzer insanlar, aynı mutfakta pişenleri yemekteler, aynı havayı solumaktadırlar. Tek fark yukarıdakilerin izni olmadan aşağıdakilerin hiçbir şey yapamıyor olmasıdır. Onlar sadece izin verilen ya da yapılması istenen kadarını yapabiliyorlar. Olur ki ufak tefek izin verilen alan dışına çıkışlar gerçekleşirse mutlaka paylanarak özür dilemeleri sağlanmaktadır.
Upstairs Downstairs kitabının yazarı Paloma Valdivia’nın “Dünya üzerinde iki çeşit insan vardır. Yukarıdakiler ve aşağıdakiler. Aslında hepimiz aynıyız, ufak tefek farklılıklarımız olsa da…” diyor. Peki, bu gerçekten böyle midir? Aynı mıyız? Aşağıdakilerin durduğu yerden yaşama bakmayıp yukarıdakilerin gözüyle bakınca aynı gemideymişiz gibi görünüyor. Aynı gemide olmak demek yukarıdakilerin güvertede, aşağıdakilerin ambarda olması sorun teşkil etmiyorsa “ufak tefek farklılıklara” rağmen hepimiz aynıyız.
Bizde de yönetenler ne zaman sıkışsalar ağızlarına pelesenk ettikleri “gemi batarsa hepimiz batarız” tümcesi bu filimden esinlenme olsa gerektir. Gemi batarsa yukarıdakilerin kaybedecekleri çok şeyleri olabilir fakat aşağıdakilerin kaybedecekleri tek şey geminin ambarı olacaktır.
Eğitimde Yaratıcılık
Yaratıcılık her şeyden önce eleştirel bakış gerektirir. Yeni bakış acısıyla önermeler getirmek, düşünceler ileri sürmek sorgulamak, aralarında ilişki kurulmamış düşünceler ve olaylar arasında bağlantı kurmaktır. Farklı olmak, özgün olmaktır. Problemlere değişik çözüm yolları sunmak, önce kendini sonra da yaşadığı dünyayı değiştirmeye çalışmaktır.
Yaratıcı bir insan olabilmek için belli bir entelektüel birikim sahibi olmak, deneyimlerden yararlanmak, hayal gücünü kullanmak ve önce özgün fikirler sonra ise eserler üretmek gerekir. Yaratıcılıkta gidilen yol orijinaldir. Yaratıcılık yalnızca sanat eserleri için geçerli değildir. Günlük yaşamda ve bilimsel çalışmalarda yaratıcılık geçerlidir. Corbusier’in deyimiyle “Yaratıcılık sabırlı bir araştırmadır.” Matisse’ye göre ise “Görmek yaratmanın başlangıcıdır.” Bu iki düşünürün tümcesini tek tümce haline getirerek “Yaratıcılık sabırla yapılan araştırmanın sonucu görmek ve bunun sonunda da yaratmaktır.” diyebiliriz.
Ülkemizde uygulanan ve sürekli değiştirilerek yazboz tahtasına çevrilen eğitim sistemi ile ne kadar yaratıcı insanlar yetiştirebiliriz sorusunu sormadan edemiyor insan. Belli bir akışta, süreklilikte yürütülmeyen çalışmalardan olumlu sonuç elde etmek pek mümkün olmuyor. Özellikle son yıllarda sürekli değişen ve ileriye gitmesi gerekirken geriye doğru yol alan eğitim politikaları zihinsel olarak körleşen insan yetiştirmek hedefindedir. Biat eden bireylerden oluşan toplumların yaratıcı toplumlar olması mümkün değildir. Yaratıcı düşünce soru ile başlar. Soru sormak yoksa sorun da yok demektir. İşte tam da bu nedenle sorgulamak ve sormaktan korkulur, şüphe etmeden kabullenmek gerekir fikriyatı işlenir.
Günümüzde üretilen bilgi o kadar çabuk ve hızla değişiyor ki biz farkına varmadan o gözümüzün önünden akıp gitmektedir. Akıp giden bu bilgi ırmağını mutlaka yakalamamız gerekiyor. Bunun için de bol bol okumamız gerekmektedir. Oysa yurdumuzda okuma alışkanlığına baktığımızda yürekler acısı bir durumla karşılaşıyoruz. Son açıklanan raporlara göre karmaşık metinleri okuyup anlayanların oranı OECD ülkelerinde %8.3 iken Türkiye’de bu oran %0.06’da kalıyor. Yani bizde ileri seviye okuma oranı yüzde bir bile değil. (Kaynak Prof. Selçuk Şirin, Oksijen Gazetesi sayı 142, 29 Eylül 2023) Yine aynı haberde MEB’in PİSA’ya alternatif oluşturduğu ABİDE adlı yerli ve milli teste göre ise ortaokul öğrencilerimizin %66’sı temel okuma becerisine sahip değil. Her üç öğrenciden ikisi okuduğundan bir şey anlamıyor. Hatırlatmakta yarar var. PİSA 15 yaş çocuklarına yani başka bir deyimle ortaokul son sınıf öğrencilerine üç yıllık aralıkla uygulanmaktadır. Karmaşık metinlerde ise durumun daha vahim olduğunu yukarıdaki verilerden görebiliyoruz. Bu tabloya göre ülkenin eğitim sistemi yurttaşlarına ana dilinde okuma yazma eğitim dahi veremiyor. Yaratıcılığı gelişkin insan yetiştirmek hayali bile kuramıyor insan. Yaratıcılık için zekâ tek başına yeterli değil onun işlenip doğru yönlendirilmesi gerekir. Bu da ancak bilimsel eğitimle mümkün olabilmektedir. Son yıllarda her konuda uzmanların(!) düşün dünyası üzerine kurmaya çalıştıkları ve kısmen başarılı oldukları hegemonya, özellikle okuyan, farklı düşünen, sistemin değirmeninde öğütülmeye razı olmayan insanlara karşı geliştirdikleri saldırgan dil, yaratıcılığın törpüsü halini almıştır. Öyle ki bu tipler milyonların gözünün içine bakarak “cehaletin basiretine güveniyoruz” demekte beis görmüyorlar.
Yaratıcılık bireyin kendisini tanımasıyla başlar. Birey dünyayı sorgulamadan kendisini sorgulamalıdır. Kendini sorgulayan bireyin dünyayı yani sistemi sorgulaması daha kolay olur. Bu tür bireyler tabulara karşı gelerek, baskılara göğüs gererek hayallerini, ütopyasını gerçekleştirmek için daha fazla emek harcarlar.
Tarih boyunca yaratıcılık yaşamı değiştirmiştir. Bu değişim bilim, sanat ve yaşamın kendisinde süreklilik göstermiştir. Yaratıcılığın köreltilmeden ilerleyebilmesi için örgün eğitimde görev alan başta öğretmenler olmak üzere tüm sorumluların kendisini sorgulayarak ‘ben ne yapıyorum’ sorusunu sormaları gerekmektedir. Şablon, katı, aşırı tekrarlı bilgileri öğrenciye yüklemek yerin kendini ifade etme olanağı, düşündüğünü söyleme hakkı tanınmalıdır. Eğitimcinin görevi yönlendirme, yönetme değil öğrenciyi organize ederek yaratıcılığının ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Kendisinin veya kitabi bilgilerin doğrularını öğretip tekrarlamanın yanında mutlaka öğrenciyi düşünmeye, araştırmaya sevk ederek yaratıcı süreç içine sokmalıdır.
Yaratıcılık en zor şartlarda dahi insanlar için çıkış ve ilerleme yolu olacaktır. Son sözü İngiliz fizikçi ve felsefeci David Bohm’a bırakayım.
“Doğada hiçbir şey sabit kalmaz. Her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişim halindedir. Ancak, önceden gelen öncüller olmadan hiçbir şeyin içinden, hiçbir şeyin birdenbire çıkmadığını keşfediyoruz. Benzer biçimde, hiçbir şey, kendisinden sonra var olan bir şeye mutlak surette yol açmama anlamında, bir iz bırakmadan kaybolmaz. Dünyanın bu genel özelliği, farklı türden muazzam büyüklükte bir deneyimler alanını özetleyen ve henüz, bilimsel ya da değil, herhangi bir gözlem ya da deneyle çelişkiye düşmemiş bir prensiple ifade edilebilir: her şey başka şeylerden gelir ve başka şeylere yol açar.” [Causality and Chance in Modern Physics (Modern Fizikte Nedensellik ve Tesadüf), s.1.]
Turan FIRAT
(MayaDergi Altı)