Eli tezgâhta duran ellerin yanına koydu. Mallarının, düzenli ve bakışımlı durmasına özen gösterirdi. Biri bir santimetre solda kalmıştı, sağa çekti. Yerli yerinde durduğundan emin olduktan sonra usulca okşadı eli. Kesik de olsa kadın eliydi.
“Abicim, en güzel Rus kadının eli, size yalnızca beş dolar…”
Seyyar satıcı İnye açınır-kapanır uzunca bir masadan oluşan tezgâhının üzerinden bileğinden kesilmiş kadın elini aldı. Özenle dizilmiş malların üzerine eğilmiş, şişman, pantolonu göbeğinin üzerinden neredeyse düşecekmiş gibi duran adama uzattı.
Adam eli aldı, evirdi, çevirdi. Düşünüyordu. Acaba beş dolar eder miydi bu el? Bu satıcılara güven olmayacağını çok iyi biliyordu. Onlar sana ölmüş eşeği doru at diye satabilirlerdi, sen de onların güzel sözlerine kanıp ne denli kârlı bir alışveriş yaptığını düşünürdün. En iyisi biraz daha dolaşmalıydı. Belki daha güzeline, daha incesine rastlardı. Parmakları teker teker iyice yokladı, inceledi. Kesik bilekten eline kan bulaştı. Cebinden bir ıslak mendil çıkardı, kanı sildi. Olmaz dercesine başını sallayıp, bir başka tezgâha yürüdü.
Satıcı İnye ince, uzun boylu bir adamdı. Sanki kemiklerinin hemen üzerindeydi derisi, hiç et yoktu deri ile kemik arasında. O da bunu gizlemek istercesine bol bir pantolon, üzerinden dökülen bir gömlek giymişti; üzerine de yine bol bir ceket. Ceketinin bir kolu boşlukta sallanıyordu. Belli ki kolu omuz başından kesilmişti. Kumral, gün ışığında rengi daha da açılan saçları ve sakalı karmakarışıktı. Görünüşünden günlerdir yıkanmadığı, hatta saçını bile taramadığı anlaşılıyordu. Halinden anlaşılana göre, belki başka şehirden gelmişti, otelde kalacak parası yoktu, inşaatlarda ya da parklarda uyuyordu.
“Şişko moruk, sen ne anlarsın elden? Hele kadın elinden? Rus kadını gördün mü hiç? Daha yeni kesilmiş, taptaze…”
Eli tezgâhta duran ellerin yanına koydu. Mallarının, düzenli ve bakışımlı durmasına özen gösterirdi. Biri bir santimetre solda kalmıştı, sağa çekti. Yerli yerinde durduğundan emin olduktan sonra usulca okşadı eli. Kesik de olsa kadın eliydi. Bir an daldı. Sımsıcak, yumuşacık, kesik olmayan bir el geçti düşünden. Bir kadın elinin yüzünde dolaşan okşayışları… Gözlerini kapadı kısa bir süre. Belli belirsiz içini çekti. Sonra silkindi hemen. Sırası mıydı, bir kadını, bir kadının okşayan ellerini düşünmenin?
“Bu el, ağabeyciğim, yumuşak… Başka yerde bu fiyata, böyle kaliteli mal bulamazsın. Yarı fiyatına…”
Hemen yanında duran arkadaşı Anyi’ye baktı.
Anyi’nin tezgâhında ise gözler diziliydi. Renklerine göre sıralamıştı Anyi gözleri. En önde mavi gözler vardı. Nedense renkli gözlerin daha güzel olduğunu düşünürdü. Bu yargısının nereden kaynaklandığını kendisine sorma gereği bile duymamıştı. Mavi gözler, kimi iri, kimi daha küçük, menekşe moruna yakın renkte, açık mavi, gök rengi. Mavilerin arkasına, ikinci sıraya yeşil gözleri dizmişti. Kimi yosun yeşili, kimi yaprak. Kimi gözler ise yeşille sarı arasında bir renkteydiler; hani ilk bakışta yeşil mi, sarı mı oldukları kestirilemeyenlerden, ortadaki sarıdan yeşile doğru halka halka genişleyen. Yeşillerin arkasında ela, siyah gözler sıralı. Kiminin kirpiklerinde bir ıslaklık kalakalmış, kimi ise ürkekçe bakıyor. Duruşlarında geçmiş yaşamlarından izler saklıydı, Anyi o izlerle birbirinden ayırabiliyordu onları.
Anyi arkadaşının söylediklerini duydu. Satıcılar arasında günü güzelleştirmenin bir yolu da arkadaşların birbirleriyle karşılıklı atışmalarıydı. Sattıkları organların hangi dünyadan, hangi bedenden kopup geldiği, yaptıkları işin etik olarak sorgulanıp sorgulanmayacağı onları pek ilgilendirmiyordu.
“Bu gözler, ağabeyciğim, İnye’nin ellerinden öperken bütün şişkolara da saygılarını sunar.”
İnye arkadaşına yanıt vermek için çarpıcı sözler ararken, ötede, o bin yıllık çınarın bulunduğu sokağın köşesinden çıkıp, onlardan yana gelen zabıta arabalarının yanıp sönen mavi ışığını gördü. Bir ivecenlik sardı bütün bedenini. Yakalanmamalı, bir an önce kaçmalıydı. Geçen hafta yakalanmış, tezgâhındaki bütün mallar yere saçılmıştı. Üstelik o gün kadın göğsü satıyordu. Göğüsler patlamış ezilmişti ve üzerlerinden bir sürü ayak geçmişti. Artık onları satabilmesinin olanağı kalmamıştı. Bir haftalık kazancını bir yakalanmayla kaybetmişti. Islık çalarak arkadaşlarını uyardı. Tezgâhını toplayıp hızla kaçmaya başladı.
Anyi ıslık sesini duyduğunda birdenbire telaşlandı. O da bu meydanda satış yapan herkes gibi zabıtalara defalarca yakalanmıştı. Kaç kez malları yerlere saçılmış, ezilmiş, işe yaramaz hale gelmişti. Birdenbire telaşlanınca bugüne değin yapmadığı bir şeyi yaptı; sakarlığı tuttu, ayağı tezgâhına takıldı. Sendeledi. Neredeyse düşecekken kendini toparladı ama gözlerin yere saçılmasını engelleyemedi. Özenerek sıraladığı gözler, şimdi çamurlar içine dağılmışlardı. Telaşı daha da artmıştı. Aceleyle mallarını toplamaya çalışırken yanı başına kadar gelen bir zabıtanın lacivert pantolonuna takıldı gözleri. Giysisinin omzundaki şeritlerinden komiser olduğu anlaşılan, kırk beş yaşlarındaki zabıta Anyi’nin yerden almak üzere elini uzattığı gözün üzerine bastı. Güç sahibi olmanın verdiği bir edayla bağırdı. Sözcükler dişlerinin arasından tükürüklerle çıktı.
“Defolun buradan. Kaç kere söyledik, yasak. Dükkânlar vergi öderken siz burada kaçak, vergisiz mal satıyorsunuz. Yasak olduğunu bilmiyor musunuz?”
Anyi zabıtanın simsiyah, parlatılmış ayakkabılarını, simsiyah ayakkabının gözler üzerine bastığını gördü. İnce bir çıtırtıyla ezildi gözler. Kurtarabileceği kadarını kurtarmaya çalışıyor, öfkesini dizginlemek, zabıtaya karşı çıkmamak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Karşı çıkacak olursa, başına daha kötü şeyler geleceğini biliyordu. Tutuklanıp içeri bile atılabilirdi. “Sus Anyi, öfkeni dizginle. Sus!” diye tekrarladı içinden defalarca. Gözler simsiyah ayakkabının altında eziliyordu, paracıkları uçup gidiyordu. Kim bilir ne kadar zarar etmişti. Bin bir güçlükle para biriktir, satmak için mal al, onu da zabıtalar ezsin! Ülkeye kaçak gelen Ruslardan, Bulgarlardan almıştı gözleri. Kimini de köylerde, gecekondu mahallelerinde bodrum katlarında izinsiz çalışan işliklerden toplamıştı.
Daha büyük ve gösterişli işliklerden mal alabilecek kadar parası yoktu. Onların malları daha düzgün, daha sağlıklıydılar, üstelik güzel kutularda satılıyordu ve elbette alıcıları da farklıydı. O alıcılar, mal almak için bu meydanlara gelmezlerdi. Varsılların alış veriş yaptığı lüks mağazalara giderlerdi. Bu meydana alışveriş için gelenler ise parasız turistler, yoksullar, işçiler, emekliler, düşük gelirlilerdi.
Zabıta komiseri Anyi’nin işini bitirdiğini düşünerek büyük çınar ağacının altına, öbür satıcılara koştu. Şimdi kovalanma sırası onlardaydı. Bu kez onlar tezgâhlarını kapatıp kaçmaya, kalabalıkta kaybolmaya çalışıyorlardı. Kaçışan satıcıların çantalarından kollar, bacaklar, eller sarkıyordu; kadın göğüsleri, erkeklik organları…
Meydana “Özgürlük Meydanı” denmişti. Bir bakıma doğruydu bu, isteyen istediğini satabiliyordu burada. Satışa çıkarılan her malın mutlaka bir alıcısı da bulunuyordu. Gün ağarmadan, kuşların cıvıltıyla yeni uyanmaya başladıkları anda bomboş olan meydan, güneşin ilk ışıklarını kenardaki ağaçların doruklarına düşürmeye başladığı andan itibaren doluyordu. Satıcılar, işlerine gitmek için yola koyulan işçilerden çok önce meydanda yerlerini almış oluyorlardı.
Meydan satıcılarca paylaşılmıştı. Öyle tezgâhını rastgele bir yere açamazdın. Yere kırmızı boyalarla çizgiler çizilerek herkesin sınırı belli edilmişti. Hatta kimileri isimlerini yazmışlardı parke taşlı zemine. Yoksa her gün tezgâh yeri yüzünden çıkacak kavgaları önlemek olanaksızlaşırdı. İçlerinde bazıları, bileği güçlü olanlar, diğerleri üzerinde korku yaratabilenler birden çok sayıda yeri kapmışlardı ve onları bazı satıcılara kira karşılığı veriyorlardı. Küçücük bir sürtüşme başlamaya görsün, kısa sürede bu farklı iki bölgeden gelme satıcıların kavgasına dönüşüyordu. İşte böylesi zamanlarda zabıtaların varlığı, satılacak organların ezilmesi, polislerin gelmesi ve karakolda yenecek dayaklar, hepsi unutuluyordu. Eline bir sopa geçiren herkes, kendi bölgesinden olanların safında kavganın içine dalıyordu.
Satışlar hava kararıncaya, mallar iyice seçilemez hale gelinceye değin sürerdi. Tüplü lambalarıyla tezgâhlarını aydınlatıp satışı sürdürenler de olurdu ama bu uzun sürmezdi. İşyerleri boşalıp, işçiler evlerine döndükten sonra, sokaklarda yalnızca birkaç sarhoş ve birkaç turistten başka kimse kalmadığı zaman, artık alıcı beklemenin de bir anlamı kalmazdı. O zaman ıssızlaşırdı meydan.
Gece karanlığına yerlerde zabıtaların ezdiği organlar ve onları örtecek kadar çok miktarda çöp kalırdı.
Zabıtalar gittikten sonra eski yerlerini aldı satıcılar.
İnye beş dolar veren yaşlı bir adama bir çift el satmıştı. Elleri bir kâğıda sarmış, sonra da kanlar damlayıp, bir yere bulaşmasın diye, paketi bir naylon poşete koyup adama uzatmıştı. Anyi ise tezgâhını yeniden kurduğunda taşradan gelen bir delikanlıya iki çift göz satmıştı. Üstelik de başkalarına sattığı fiyatın iki katına. Taşralı genç, kalabalıkların ve böylesine büyük şehrin yabancısı olmanın verdiği ürkeklikle söylenen fiyatı kabul etmiş, elleri titreyerek cebinden parayı çıkarıp Anyi’ye vermişti. Pahalıydılar ama kendi kasabasında böyle gözleri nereden bulabilirdi ki? Bir çift yeşil almıştı, bir çift de ela.
“Dostum, benim siftah iyi. Şu ezilenlerin parasını öbürlerinden çıkarabilirsem, paçayı kurtardık demektir.”
Hemen yanında Ayze’nin tezgâhı vardı. Ayze kadın göğüsleri satıyordu. En zor iş onunkiydi. En çok kalabalık onun tezgâhında birikmesine karşılık, en az satışı o yapıyordu. Alacakmış gibi davranan insanlar, Ayze’nin kendilerine bakmadığı anı kollayıp, göğüsleri okşayıp mıncıklıyorlar, sonra da hiç ilgisizmiş gibi davranıyorlardı. Ayze’nin kendilerine baktıklarını fark ettiklerinde de “yok küçükmüş, yok sarkıkmış, yok bilmem ne” deyip elindekini evirip çevirip sonra da tezgâhın üzerine bırakıp gidiyorlardı. Kesik göğüslerden ellerine kan bulaşırmış, olsun. Kanın bu okşayışa apayrı bir zevk kattığı bile söylenebilirdi. Yaşamın en önemli zevkinin özünde kan yok muydu?
Ayze onların alıcı olmadığını anlıyor ama mıncıklamalarına, okşamalarına engel olamıyordu.
“Ulan pezevenklere bak. Mıncıklayıp mıncıklayıp gidiyorlar,” diyordu Anyi’ye.
“Sen de mıncıklanmayacak şeyler sat.” deyip kahkahayı basıyordu Anyi. Ardından da ona takılmak için yüksek sesle bağırıyordu.
“Koş vatandaş, koş. Göğüs mıncıklamak isteyenler buraya, Ayze’nin tezgâhına.”
Ayze yerden bir taş alıp Ayni’ye atar gibi yapıyordu.
Kalabalıkta insanlar tezgâhlar arasında zorlukla yol bulup ilerliyorlardı. Bazen bir serginin başında yığılma oluyordu, bazen bir başkasının. En çok yığılma da kadın organları satanlarda görülüyordu, göğüs ve kalça satanlarda özellikle. En çok satışı da el, göz ve yüz satanlar yapıyordu. En az mal satanlar ise beyin ve kalp satanlar oluyordu her zaman.
“Anlamıyorum.” diye sordu Zeya tezgâhına yığılı beyinlere bakarak. “Bu beyinsizler neden kendilerinde olamayana ilgi göstermiyorlar?”
Sevimli şakaları ile satıcılar arasında ayrı bir yeri olan Anyi,
“Beyin mıncıklanmaya gelmez de ondan ağabeyciğim.” diye yanıtladı onu.
Meydan bu kalabalığı ve satışları kanıksamış durumda, ellerin, ayakların, gözlerin ve göğüslerin… Kalabalık durmaksızın deviniyor, ilerliyor, geriliyor, tezgâhların üzerinde birikiyor, sonra da çözülüp dağılıyor.
Bu kalabalığı oluşturan bireylere yakından bakıldığında görülen en katı yürekli insanı bile ürpertecek derecede şaşırtıcıydı. Kiminin eli yoktu, kiminin ayağı. Kadınlar süslü, bol kıvrımlı giysileriyle olmayan göğüslerini saklıyorlar. Göğüsleri yok, satmışlar onları. Üç beş kuruş kazanmak, evlerine uzaktan kumandalı, geniş ekranlı televizyon, çeşitli elektronik ev eşyası almak için organlarını satmışlardı. Hatta bazıları birden çok organını satmış olmalı ki, kesilen organların boş yerleri görünmesin diye daha çok giyinmiş, daha çok süslenmiş, iyice örtünmüş, boyanmıştı.
Burası Özgürlük Meydanı. Bu adı ona niye vermişler, satıcılar bilmiyor elbette, alıcılar da. Olsa olsa her şeyi satmanın, satışa çıkarmanın özgürlüğündendir.
Cemile ÇAKIR
(MayaDergi #4)
Güzel bir öykü. Özgün. Ancak kısaltılırsa daha çarpıcı olur. Örneğin açıklamaların üzeri çizilebilir. Ayrıca “kadın göğsü” tanımı yersiz ve yanlıştır; okuru öyküden koparıyor. Doğru tanım “kadın memesi” olmalı. emeğine sağlık Cemile Çakır.