Kitapta baştan sona başkahraman tarafından saptanan kötülük ve düşkünlük hallerine verilen cevap arabesk bir cevaptan öteye geçememiştir: kader ve naturanın dayanılmaz kaçınılmazlığı. Yazar nedense insan iradesinin yaşamı değiştirme gücünü (…) rafa kaldırmıştır.
Yeşil Peri, sıvı kıvamında ağızdan tüketilen, öldürücü ve tehlikeli bir uyuşturucunun adı; romanın bir bölümünde bu şekilde anlatılıyor. Bu romana neden bir uyuşturucu adı verildiğini anlamak güç.
Ayfer Tunç, “Yeşil Peri Gecesi” adlı yayımlanan son romanında insanın acılı yazgısında en önemli etkinin yaşadığı doğa ve çevre koşulları olduğu görüşünü öne çıkartıyor.
Felsefi alanda doğalcılık ya da natüralizm olarak adlandırılan bu düşünceye göre insan soyaçekimin(doğuştan gelenin) ve aile, arkadaş, toplum gibi yapılardan oluşan doğal çevresinin kurbanıdır; acılar çeken, zorluklar ve baskılarla karşılaşan insan adeta kötü olmaya, kötülük yapmaya, şeytanla anlaşmaya mahkûmdur.
Genetik ve çevresel-toplumsal koşulların insan yaşamında belirleyici olduğunu savunan doğalcı yaklaşımda insan iradesi bu koşulları ve yazgıyı değiştiremeyeceği için insan, yaşanılan olumsuzlukların ve davranışlarının sonuçlarından sorumlu tutulamaz. İnsan eylemini, doğal yaşayışın zorunlu bir sonucu olarak gören natüralist yaklaşım son tahlilde insanın yaşamı üzerindeki iradesini yadsıyarak kaderciliğe ve doğa idealizmine ulaşır. Yani çevre ve doğal koşullar yaşamımızın yegâne belirleyicileri olarak tanrı yerine geçer.
Bir kadının düşüşü ve kötü olma hikâyesi
Yeşil Peri Gecesi, bir kadının çocukluk yıllarından başlayarak tüm yaşamı süresince devam eden ahlaki-erdemsel düşüşünü, bu düşüşte toplumsal çürüme ve ikiyüzlülüğünün payını ele aldığı ideasını taşımaktadır. Kötülüğün ve bayağılığın temele oturtulan anlatım olması yönünden doğalcı bir üslup yansımıştır kitaba. Hikâye örgüsü, anlatıcı olarak seçilen başkahramanın çocuk yaşta olumsuzluklarla, acılarla tanışması, giderek kötülüklerin bataklığına batması, kötü olması, kötülük yapması ve beraberinde öç alması olarak kurgulanmış.
Yaşama, topluma, insana dair her konu romanda anlatılabilir. Kötülükleri, kötüleri, en aşağılık, bayağı, kaba durumları anlatabilirsiniz romanda. Anlatılanlar konusunda hiçbir sorun yoktur, temel sorun ne anlattığınız değil nasıl anlattığınızdır. Yani romanın bir bütün olarak anlamı ve söylemidir.
Roman, baştan sona bir kadının yaşamındaki acılar ve kötülükler üzerine kurgulanmış. Ayfer Tunç kitabında her şeyi birinci tekil şahıs ağzından anlatıyor. Birinci tekil şahıs kitapta tüm acıların ve kötülüklerin öznesi olan başkahramandır; adı yazar tarafından verilmemiştir. Başkahraman anlatıcı, sık sık geçmişe giderek çocukluk, genç kızlık ve yetişkinlik dönemlerinde başından geçen acı olayları, kendi ifadesiyle içine düştüğü rezil, aşağılık, ahlak dışı durumları ve yaptığı kötülükleri karışık bir zaman sırasında anlatır.
Tüm acılar ve kötülükler bir iş kazasıyla başlar; mutluluk biter, kötü kader aileye hâkim olur. Başkahraman henüz dokuz-on yaşlarındayken mühendis baba bir iş kazası geçirir, kolu kopar, suratı dağılır. Kazadan sonra baba hayata tutunamaz, içe kapanır, kendini alkole verir. Anne, babanın erkek kardeşiyle yatak ilişkisi yaşar ve başkahraman bu duruma tanık olur. Anne, amcadan sonra başkalarıyla da ilişki yaşamaya devam eder, durumdan babanın haberi olur, anne evden kovulur. Başkahraman kendisine sevgi göstermeyen hayata küsmüş alkolik babayla yaşar. Anne yeniden evlenince onu yanına alır fakat başkahraman orada üvey baba ve kardeşlerle sorun yaşar; bundan ötürü yatılı okula gönderilir. Okulda başarısızdır, farklı sorunlar da çıkar ve okuldan atılır.
Kitapta tüm bu olumsuzluklar ve acılar, kahramanın hayata tutunamayışının, ahlaki düşüşünün, bataklığa sürüklenişinin nedenleri olarak konuyor.
Kahraman, küçük yaşta rezil ve sefil bir hayatın içine düştüğünü ve bundan yaşamı boyunca kurtulamadığını; alkole, sigaraya, uyuşturucuya alıştığını, on beş yaşından itibaren evleninceye kadar önüne gelenle yattığını, öğrenimini yarım bıraktığını, dergilere çıplak pozlar verdiğini, evli barklı adamları baştan çıkarttığını, hayatı boyunca düzgün bir iş edinemediğini, hep başkalarının sırtından geçindiğini, kocasına kalan mirası tüketim hazcılığı ile çarçur ettiğini anlatıyor roman boyunca.
Bu hikâye tanıdıktır, birçok kez dinlediğimiz, gördüğümüz, magazin sayfalarından okuduğumuz olaylardır. Roman yaşanılanın bire bir aktarımı olmadığına göre tüm kurmacanın yazarın derdine, iletmek istediği fikre göre döşeneceğini, nihai söyleme güdümleneceğini biliriz.
Ayfer Tunç romanında bu iletiyi tamamen başkahraman ağzından vermeyi seçmiştir. Yani kendi hikâyesini anlatan başkahraman sürekli yargı ve yorumlarda bulunmakta, romanın iletisi de tamamıyla bu yorumlara dayanmaktadır.
Kötülüğün ortaya çıkışında doğuştan gelenin (natura) etkisi
Romanın en temel iletilerinden biri kötülüğe bulaşmanın doğuştan gelen ve çevre koşullarına dayanan kadersel bir olgu olduğu ve önlenemeyeceğidir.
Örneğin kahraman sürekli olarak önüne gelenle yatmanın annesinden geçen bir orospuluk olduğunu söylemektedir. Bu durumun, irade ve kontrol dışı gelişen kalıtsal özelliklerin bir sonucu olduğu aktarılmaktadır:
“?Aynada kendime bakarken, lanete dönüşen güzelliğinin kendisini ve bizi mahvetmesine izin veren anneme tıpatıp benzediğimi fark ettim. Kaderim de anneme benzemişti, hatta onunkini fersah fersah geçmişti. Ben izin vermekle kalmamıştım, güzelliğimi her kilide uyan bir anahtar kadar yıpratmıştım?? (s. 93, Yeşil Peri Gecesi, Can Yayınları)”
Başkahraman çocukluk yıllarından söz ederken yedi yaşındaki çocukluk halinde bile annesinden bulaşmış bir kaltaklık hali görmektedir. Yani yazar başkahraman yoluyla okuyucuyu bir dizi zırva düşünceye ikna etmeye çalışmaktadır.
Daha yedi yaşındayken çekilen bir fotoğrafım gelecekte ne haltlar yiyeceğimin, nasıl da oynak bir aşifte, nasıl da işbilir bir kaltak olacağımın habercisiydi. Mini etekli bir elbise giymiştim. Koltuğa oturmuştum. Bir elimde boş bir içki kadehi, öbürüne yanmayan bir sigara almıştım “Her oturuşunda bacak bacak üstüne atan, mevzun bacaklarını Allah için büyük bir zarafetle ve gerektiğince gösteren annemi taklit ederek poz vermiştim” (s. 100)
Burjuva ahlakının penceresinden bir düşüş hikâyesi
Yazar kahramanın çocukluk yıllarından başlayarak evleninceye kadar önüne gelenle yatmasını bir düşüş, aşağılık bir durum olarak göstermekte hatta kitabın çoğu bölümünde bu durumu kaltak ve orospu olmakla eş tutmaktadır.
Önüne gelenle yatmanın ahlaki düşüş olduğu bakın başkahraman nasıl ifade ediyor:
“…Annem düşen ilk dişimi hastanenin bahçesine gömmüştü. Doktor olmamı istemişti. Ama ben kaltak olmuştum…” (s. 101)
“…Muhakkak yanımda biriyle çıkıyordum bardan, sabah uyandığımda nerede olduğumu hatırlamam zaman alıyordu. En çok adını bir türlü hatırlayamadığım barmenle yatıyordum…” (s. 221)
Cinsel tercihlerini özgür bir şekilde kullanmayı neden kaltaklık veya düşkünlük olarak göstermektedir burada yazar?
Kahraman vücudunu parayla satmadığı halde erkeklerle olan rahat ilişkisi ahlaki düşüş olarak yansıtılır. Cinsel tercihlerini özgürce kullanan kadınlara kaltak damgasını vurmak ikiyüzlü burjuva ahlakının bakış açısı değil midir? Örneğin aynı anda çeşitli kadınlarla ilişki kuran erkeğe kaltak denilmez ya da başka bir küçültücü ifade kullanılmaz, aksine erkekler donjuan veya çapkınlık kavramlarıyla yüceltilirler. Bu durumda yazar başkahramandaki cinsel tercih durumunu düşkünlük ve kaltaklık olarak göstermekle burjuva ahlakı penceresinden bakmış olmuyor mu? Kitabında modern toplumun yani burjuva toplumunun ikiyüzlülüğünün, çürümüşlüğünün eleştirisini ortaya koyduğu iddiasında olan yazar baştan çelişkiye düşmektedir. Bir yandan burjuva ahlakıyla konuya bakıp bir yandan çürüyen modern-burjuva toplum eleştirisi yaptığını söylemek yazarın bu konudaki ciddi eksikliğinin bir göstergesidir.
Sorunlarla mücadelede iradenin yadsınması: Naturalizme teslim olmak
Romanda gövdeyi oluşturan düşüş hikâyesinin ayrıntıları, olaylar içinde tarafsız şekilde aktarılmamıştır; başkahraman roman süresince sık sık geriye dönerek kendi yaşamını anlatmaktadır. Bu anlatım iç dökme tarzındadır ve oldukça özneldir. Kahraman sürekli olarak yaşamının rezilliğine, çürümüşlüğüne, düşkünlüğüne dair saptamalar yapar; çürümüş, böyle bir hayat yaşadığına okuyucuyu ikna etmeye çabalar.
Başkahramana göre tüm bu rezil yaşamın sorumlusu kendisi değil, yaşamış olduğu acılar, zorluklardır. Bu durumda; düşmekten, kötülüğe saplanmaktan başka çıkar yol yoktur; kaza olmamış olsa, annesi amcasıyla yatmamış olsa içindeki kötü dürtüler ortaya çıkmayacak, damarlarında şeytan dolaşmayacaktır. Sergilediği tüm rezil ve kötü davranışlar kendi benliği dışında hareket eden, asla denetleyemediği toplum-çevre koşullarının ve annesinden geçen kalıtsal özelliklerin (güzellik ve kaltaklık dâhil) sonucudur. Bu yüzden kendi alınyazısını belirleyemez, olumsuz eylem ve davranışlarının sorumlusu olamaz. Tam da bu noktada kitabın fikir ekseni, yaşamda insan iradesinin ve müdahalesinin yadsınmasıdır. Natüralist bir bakış açısı ile tüm olumsuzlukları çevre ve doğa koşullarına bağlamak, zarar verici nitelikteki davranışlara haklı nedenler aramak, olumsuzluğu gidermek için mücadele etmemek romanın söylemidir. Romanda kaderi çizen çevre koşulları, ailenin yaşadığı bireysel-öznel olumsuzluklardır. Örneğin bu olumsuzlukların sosyo-ekonomik sistem ve siyasi kurulu düzenle bağlantıları kitapta hiç sorgulanmamıştır.
Bakın başkahraman ne diyor bu konuda:
“?Babam kaza geçirmeseydi ailemiz dağılmayacaktı. Annem Ekrem hayvanıyla evlenmeyecekti. Ondan ayrılıp bahariye?de, cadde üstünde bir apartmanda genç sevgilisi Can’la oturmayacaktı?
?
Demek ki neymiş? Her şey bir kazayla başlamış. Kader!
Ne yani, naturamızın hiç mi suçu yok çöküşümüzde?”
Yine başkahraman yirmili yaşlarda… Kendisinden 30 yaş büyük, evli bir profesörü ayartırken şöyle diyor:
“Tamam, âşık değildim, ama Haluk Hoca çok hoş bir adamdı. Çok saygındı, saygın da bir çevresi vardı, etkileyiciydi. Kırk yaş bunalımını hasarsız atlatmış, elliye gelince tökezlemişti. Bana çatmıştı çünkü. Benim en buhranlı ve fakat en fettan, en taze meyve zamanıma. Hâlâ bir anne kucağı aradığım üstelik..” (s. 266)
Kitapta profesörü ayartma davranışı da kötülük olarak işlenmiştir fakat yine kahraman sorumlu değildir durumdan, onu terk eden sevgilisinin ve annesinin yarattığı yıkım söz konusudur. Kitapta pek çok benzer olgu bu şekilde anlatılmıştır. Kötülük yapan, rezillik çıkaran bir başkahraman vardır; ama asıl suç hep başka insanlarındır ve yaşanan felaketlerindir. Görüldüğü üzere, neden- sonuç gibi gösterilen ilişki gerçekliğe dayanan bir neden-sonuç ilişkisi değildir, burada pembe dizileri aratmayan bir mantık ilişkisi vardır.
Kitapta baştan sona başkahraman tarafından saptanan kötülük ve düşkünlük hallerine verilen cevap arabesk bir cevaptan öteye geçememiştir: kader ve naturanın dayanılmaz kaçınılmazlığı. Yazar nedense insan iradesinin yaşamı değiştirme gücünü, insanın yaşama olumlu müdahalesini rafa kaldırmıştır. Bu durumda kitabın söylemi şudur: Başa gelen kötülüklerle, olumsuzluklarla savaşılamaz, hiçbir şey yapılamaz; acılarla büyüyenler kötü olmaya, kötülük yapmaya, batmaya mecburdurlar. Talihin elinde oyuncak olmaktan başka çareleri yoktur…
İnsanın, hayatta karşılaştığı olumsuzluklar ve sorunlar karşısındaki tutumu ne olmalıdır sorusuna bu kitap kocaman bir HİÇ yanıtı veriyor. Çevreden gelecek yazgı ne ise o olur diyor, her şeyi naturaya bağlıyor.
Kötülüğe övgünün bir başka kılıfı: ÖZYIKIM ARZUSU
Kitapta başkahraman, çocuklukta ve gençlikte yaşadığı aile acılarının özyıkım isteğine neden olduğunu söylemektedir. Annesine ve yakınlarına kızdığı için kendini mahvetmek, yıkmak istemiştir.
Başkahraman arkadaşı Gün’e ilişkin kendisi için şunları söylüyor:
“Varoluşumun amacının kendimi yıkmak olduğunu en iyi o bilirdi. Kendime zarar vermemi önlemeye çalışırdı…”(Sf: 266)
“Phoenix günlerinden beri biliyordu pervasız bir özyıkım arzusunun beni olmadık kişilerin yataklarına sürüklediğini. Bile isteye dikiş tutturamadığımı hayatta” (s. 239)
(Phoenix, başkahraman anlatıcının çırılçıplak poz verdiği porno içerikli bir dergi.)
“Kemirilerek, gagalanarak, ısırılarak, koparılan her güzel parçamın yerine çürük, bozuk bir parça koyarak yaşadım..” (s. 276)
“Ama oldum olası beni terk etmeyen özyıkım arzumu Osman’dan gizlediğim için suçluyum. Özyıkım arzusu dediğim şey intihar değildi. Yavaş yavaş mahvolmaktı. Kendini ağır ağır, her cezadan acılı bir zevk alarak bitirmekti. Benim hayatıma anlam veren tek şey buydu…” (s. 292)
Nedir bu özyıkım?
Kendine acı verme arzusu, kendini mahvetme isteği; bir tür mazoşistlik… Görüldüğü gibi kitabın başkahramanı düşkün, sefil, rezil hayatı seçen bir mazoşist veya ruh hastası. Romanda elbette böyle bir başkahraman olabilir ama kitabın bütünlüğü ve anlamı açısından, başkahraman yaşadığı tüm bu rezil yaşamı mahkûm etmediği, mücadele etmediği ve çıkış yolu önermediği sürece kitabın iletisi kötülüğe övgünün ilerisine geçemiyor.
Kitabın finaline konan öç alma olgusu ise hikâyeyi daha çok basitleştiriyor. Başkahraman pisliklerden bir türlü kurtulamıyor, kitabın sonunda kocası ve kaynı tarafından bir emniyet müdürüne pazarlanıyor, fakat yine durumu değiştirmek için adım atmıyor. Hatta kişisel çıkarları için pazarlanmasına sessiz kalan kocasıyla aynı havayı solumaya, aynı yatağa yatmaya devam ediyor. Kendisiyle zorla ilişkiye giren emniyet müdürünü gizli kameraya çekip filmi medyaya dağıtıyor başkahraman. Ve böylece turnayı gözünden vurmuş oluyor, çürümüş sisteme karşı büyük bir tavır almış oluyor. Emniyet müdürüne pazarlanana kadar yaşadığı hayatı değiştirme konusunda en küçük bir adım atmayan kahraman emniyet müdürüyle ilişkiye zorlandığı için harekete geçiyor; sadece öç alma güdüsüyle… Baştan sona bir düşüş hikâyesi anlattığını iddia eden roman sonunda basit, pembe dizi sıradanlığını geçmeyen bir öç alma finaliyle bitiyor.
Şimdi yazar Ayfer Tunç modern yaşamın çürümüşlüğünü, ikiyüzlülüğünü dile getiren bir düşüş hikâyesi mi anlatmış oldu?
Bir kere başkahramanın ağzından defalarca ifade edildiği gibi bu yaşantı bir kadının düşüşü, bataklığa saplanışı değil, yazar başkahraman aracılığı ile baştan sona bizi bu yanılgıya inandırmaya çalışıyor. Çünkü bu hayat baştan sona istemli, bilinçli yaşanmış bir hayat olarak işleniyor kitapta. Başkahraman uyuşturucu, alkol, “ahlaksızlık”, başkalarının sırtından geçinme, ayartma içeren bu hayatı yaşamak istiyor, tercih ediyor.
Bakın başkahraman ne diyor bu konuda:
“Ben hayatım boyunca beni her çağırana gittimse, çağıranlarda bir aşk vaadi beni çektiği için gittim, istediğim için. Oysa orospuluk çok zormuş, insan bumbuz oluyormuş.” (s. 304)
Farkında insanın düşüş saçmalığı
Bu başkahraman saf, cahil, yarım akıllı, okumamış biri değil. Küçük yaştan beri çok kitap okuyor; roman, şiir, öykü, inceleme vb. Ayrıca felsefe, sinema, müzik konularında da birikimli. Kitabın arka kapağında belirtildiği gibi farkında bir kadın. Buna rağmen bu hayatı bilerek seçiyor. Yine kitapta mantık bütünlüğünün olmadığı çelişkili ikinci bir durum ortaya çıkıyor. Farkında insan yaşadığı durumun bilincinde olan insandır. Yaşamının daha iyiye değişmesi ve dönüşmesi anlamında çaba sarf eder. Farkında insan rezilliğe, düşkünlüğe, bataklığa sürüklenmez; en azından çıkış yolu arar. Hatta farkında olmayan insan dahi doğası gereği ne kadar büyük felaket yaşarsa yaşasın tünelden çıkmaya, ışığı bulmaya çalışır. Başaramasa bile çalışır. Oysa bilinçli başkahramanın öç alma dışında yaşadığı hayatı değiştirmeye dair en ufak bir girişimi veya isteği yok.
Ayfer Tunç’un mantık ve ileti çelişkileriyle dolu romanı en azından herhangi bir iç dökme romanındaki iç tutarlılığı yakalasaydı, bir nebze içimize su serpilirdi.
Kitabın Künyesi
Yeşil Peri Gecesi
Ayfer Tunç
Can Yayınları / Roman Dizisi
İstanbul, 2010, 1. Basım
472 sayfa
Bu yazı, ilk olarak insanokur.org adresinde yayınlanmıştır.