Sanat Adına Söylenmeyenin Peşine Düşmek

Dünyanın yönetimi kapitalizmdeyse görünümünü de onun sanatı belirler. Dekadan gerçekçilik burada işlev görür. Kısacası, çöküş ve yıkım yazınıdır. Toplumsal koşulların değişmeyeceğine inanır. Sanatçılar hiçbir öneride bulunmadan, çöküşü göstermekle yetinir. Çöküşün dışına da çıkılamaz, mücadelesi de verilemez.

Sınıflı toplumlara geçişle, insanlık için ortak değer ürettiğini düşündüğümüz bilim, sanat ve felsefede de zorunlu sapmalar olmuştur. Gelişimlerini içsel devinimlerinin belirlemesi gerekirken, sermayenin taleplerine boyun bükerek yol almaya çalışmışlardır. Bu yol ayrımında bünyelerine kalıtsal bazı hastalıklar da geçmiştir. Bunlara yabancılaşma, iş bölümü ve ırkçılık diyebiliriz. Bunları saf bir gözlemle göremeyiz. Sözü edilen disiplinlere yakıştırmayız da! Ama sermaye neyi kirletmez ki? Disiplinler bu hastalıkları nasıl kabul edebiliyor? Aklıma Tolstoy’un Diriliş kitabından bir parça geldi: Kötü yola düşmüş kadınla ilgili ne düşünürüz? Davranışından büyük pişmanlık duyarak vazgeçeceğini veya utancıyla intihar edeceğini! Ama bu şekilde olmaz. Kadın şaşkınlığını atlattıktan ve saflığını derinlere gömdükten sonra yürüdüğü yolun en güçlü fahişesi olmaya çalışır, der. Fahişeliği karakter sorunu olarak algıladığımızı vurguladıktan sonra, disiplinler için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Disiplinlerde yaşanan evrim budur: İnsanlık içinlikten insanlık dışılığa! Böylece bakarsınız ki bilim atom bombası yapıyor, filozof felsefesini, sanatçı sanatını ve siyasetçiye de onu kullanmak kalıyor. Hitler’in klasik müzik eşliğinde cinayet işleyen askerlerinde bunlardan eksik olan nedir, diyerek sözü özetleyelim.

Durum öyle bir hal alır ki temel savı insan olan sanat, zıt yönde yol alır. İnsanları ayrımcılığa, emek sömürüsüne, sonsuz tüketime veya deri değiştirmiş yeni orta çağa yönlendirir. Bu doku üzerinden hareket edenler parlatılır. Ödüller verilir. Ödül kişiye veriliyor görünse de temsil ettiği ideolojisine verilir. Kapitalizm böylece kendisini onaylar. Düşüncelerine alan açar. Heidegger, Sartre, Nietzsche, Berkeley, Kafka, Freud, Pamuk, Hungtington, Fukuyama… Neden bu kadar popüler? Neye karşılık ve nelerden vazgeçme uğruna? Kapitalizm bu isimler üzerinden karşıtlarını bastırır. Bütün kapılar bu isimlere açılırken, yaratılan popüler basınçla karşıt düşünceler susturulur. Örneğin yabancılaşmayı ekonomik ve toplumsal bağlarla analiz eden Marx sönümlenirken, Freud’un sorunun çözümleyicisi gösterilmesinin mantığı nedir? Nereye başımızı çevirsek psikanalizmin fışkırmasının bir nedeni yok mudur? Espriye vurarak şöyle düşünüyorum: Sanatın (özelde şiirin) ne kadar çok psikolojik sorunu var! Bu, yön değiştirme değil midir? Bu durumda insanlar kendilerini yaşama, üretim ilişkilerine, sanata vs. yabancılaştıran kapitalist yabancılaşmaya değil de kapitalizmin ideolojisine uygun dönüştürdüğü sahte yabancılaşma argümanına maruz kalmaktadır. Bu haliyle, kapitalizmin kavram ve algısıyla hareket edilince hiçbir şey çözülemiyor. Freud demişken… Freud insanın temel dürtülerini saldırganlık ve libido (cinsel enerji) olarak görüyordu. (Tam da kapitalizm uyarınca! Bunu Thomas Hobbes “İnsan insanın kurdudur.” şeklinde dillendirir.)

Freud’un dedikleri doğruysa, soralım; insan savaşları bitirebildi mi? Libido analiz edilip cinsel devrimler yapılabildi mi? Yapılamaz çünkü yanlış gördüğünüz sorunu doğru çözemezsiniz. Kapitalizm sınıfına uygun hareket ettiği için, kendi içinde tutarlıdır. Ayrıca bu yabancılaşmayı dilediğiniz alana uygulayabilirsiniz. Esasında din, ırkçılık, sınıflı dünya da insanın kendine yabancılaşması değil midir? Din ve milliyetçilik tartışmaları tarihi kapsar. Ama o tarih karanlık ve kanlıdır. İnsanlar yabancılaşmayı öyle özümsemişlerdir ki bildiklerinden şaşmazlar. Bin yıl öncesinin yobazıyla şimdiki arasında bir gram fark olmaması dediğimizi doğrular.

Yeri gelmişken iş bölümüne de değinelim. Kapitalizm üretim şekline uygun disiplinleri de ayırır. Fabrikasyon mantığıyla hareket eder yani. Bu durumda disiplinler birbirinden uzaklaşmaya ve yabancılaşmaya başlar. Gerçekliğin yitirilmesine doğru sürüklenen bir aşama! Yukarıda Freud’dan söz ettik, sürdürelim. Freud insanı tek disiplinle (psikoloji) incelediğinden neredeyse bir soyutlama olarak alır. İnsan bu haliyle köksüzdür. Toplumsal, ekonomik ve kültürel ilişkileri önemsizdir. O, libido ve saldırganlıktan yapılma sinir yığınıdır. İlişkileri dikkate alsaydı insanı daha doğru tanıyacaktı. İş bölümü üzerinden yaratılan yapay ayrımın yanlışlığı buradadır. Yapay ayrım kapitalizmin savaş meydanıdır. Çünkü kapitalizm bulanık bilinçlerle iş görür.

Çünkü bulanık bilinç kontrol edilebilir bilinçtir. Bilgiyle ne yapacağını ve hangi hedefe yöneleceğini bilemez. Bu, “ülkücü işçiler sendikası”, “devrimci muhafazakâr sanat” benzeri zırvalarla karşımıza çıkar. Yaşamsal ilkelerin yok sayıldığı ve düşüncenin diyalektiğini yitirdiği yerde insanlara bir şeyler anlatmanız zorlaşır. Zaten insanların anlama kaygıları da kalmamıştır. Bu can sıkıcı zihin bulamacından çıkmak için şöyle bir sıçrama yapalım: Disiplinlerin bünyesine aktarılmış kalıtsal hastalıkların yarattığı sonuç bu olacaktır. Artık kimse fahişeliği sorgulamaz, onunla ne iş tutacağına bakar. Değerlerin ölüsüne basa basa ödüllere varılmaya çalışılır. Bu kodlarla, piyasaya yönelik çalışanlar beyin göçü yoluyla belirli merkezlere çekilirler. Doğalarını unuttukları disiplinleri, sermayenin arzusunca yaşatmak için kuluçkaya yatmış tavuk gibi durmaksızın akım ve biçim yumurtlarlar. Yaşamın değişmediği yerde sanat biçim değiştirse ne olur? Oysa “Yeni sanat, yeni biçimle değil, yeni insanla başlar.” diyor Johannes Becher! Sanki dünya çıkmaza mahkûmmuş gibi de koşullar hazırlanır. Madem ideolojiler öldü, sınıflı dünya bitti ve postmodern çağdayız, o halde buyurun, elimizdeki sanat bu!

Bu mantıktan hareketle Dekadan Gerçekçilik’e varır, yedeğine aldığı Kaçınılmazlık Argümanı dediği felsefi savla. Dünyanın yönetimi kapitalizmdeyse görünümünü de onun sanatı belirler. Dekadan gerçekçilik burada işlev görür. Kısacası, çöküş ve yıkım yazınıdır. Toplumsal koşulların değişmeyeceğine inanır. Sanatçılar hiçbir öneride bulunmadan, çöküşü göstermekle yetinir. Çöküşün dışına da çıkılamaz, mücadelesi de verilemez. Diyalektiğe aykırı determinizm dayatılır. İnsan, kendini bu labirentte düşündükçe hırçınlaşır. Saldırganlaşır ama asıl düşmanını tanımadan. Çaresizleştikçe düşmanın önerilerine kapıları açar. Zamanla savunucusu olur. Kurduğu mekanik sebep sonuç ilişkisi budur. Şimdi dinsel fanatizm veya ırkçılığın neden yükseldiğini anlayabiliriz. Bu kaçınılmazdır.

Öyleyse felsefi savını da tanıyalım: Kaçınılmazlık Argümanı! “Genel olarak belirli bir iddianın belirli bir bağlamdaki kaçınılmazlığına dayanarak, bu iddianın kabul edilmesi gerektiğini öne süren argümandır. Biraz daha açıklayıcı sözlerle, bir kaçınılmazlık argümanı belirli bir iddiaya (mesela belirli bir tür entitenin var olduğu iddiasına) inanmamız gerektiğini çünkü bunun belirli amaçlar için kaçınılmaz olduğunu ileri sürer (ve bu amaçların ayrıntılarını ele verir.)” (Cogito Dergisi, sayı: 92, s: 18) işleyiş şu…

Dünya bu kadar düzenliyse bunu yaratan mutlak bir tanrı vardır.” şeklinde düşünen dincinin saptaması kaçınılmazlık argümanına girer. Bunu kabul ettiğiniz an, diğer teolojik öğeleri de kabul etmek zorunda kalırsınız. Bütün metafizik öğeler ayrıntılarıyla önünüzde boy verir. Kaçınılmazlık argümanlarını da her yerde işletmek mümkündür. Hristiyan sömürgeciler, yerlileri kutsal kitapta yerleri yok diyerek katletmişlerdi. Çeşitli halklara uygulanan soykırımlar, kadının tarihte yok sayılması da böyle! Doğa ve diğer canlıların kendisine hizmet etmesi için yaratıldığına inanan eşref-i mahlukat insan, doğayı katletmeyip ne yapacaktı? Geçer akçe piyasa standartları ise insancıl sanattan bana ne, söylemi de! Buyrun size kaçınılmazlık argümanları! Bunlar sanat eliyle her toplumda yazılıp çizilerek, kitlelerin bilinci bulanıklaştırıldı. Dedik ya, bulanık bilinç kontrol edilebilir bilinçtir. Oysa görülmezden gelinen toplumcu gerçekçi sanat, evrendeki gerçekleri ve senin ağırlığını gösterir. Uyarır: “Saman çöpü de böyledir tıpkı/ ırmağı taşıdığını sanır ya/ taşınan kendidir aslında” (A. Jozsef, Macarlar şiirinden) Bu sanatla yabancılaşmadan kurtularak etkin özne oluruz. Hakkımızı savunmayı öğreniriz: “Sev, ye, uyu, iç; kendine/ ölçü olarak evreni almalısın/ bizi yoksul ve tutsak kılanlara/ bir zerresini bağışlamam yaşama hakkımın” (A. Jozsef, Şiir Sanatı şiirinden)

Genel planda düşüncenin tarihi gibi sanat ve edebiyatın tarihi de üretim ilişkilerine paralel olarak kendini var eder. Marx’ın da dediği gibi bunların kendisine özgü –bağımsız- tarihleri söz konusu değil. Bu yüzden de sanat ve edebiyatın özerk, masum ve ‘tarafsız’ olduğu iddiası gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Şu kadarını anımsatalım ki egemen sanat ve edebiyat tarihi etnik ve ırkçı figür ve imgelemlerin payandası değilse bile, kesinlikle taşıyıcısı olarak kendini var etmiştir. Yine Marksist bir argüman olarak biliyoruz ki her çağda egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Sanat ve edebiyat ürünleri de bu fikirlerin adeta deposudur.” (Mehmet Akkaya, Göçler Çağı, Sanat ve Irkçılık, yazısından)

Sınıflı dünyada egemenlerin sanata yönelmesini sağlayan itki sanat sevgisi değil, sanatın gördüğü işlevdir. Bir anlamda piyasa karşılığıdır. Sanat, halkı gerçeklerden uzaklaştıracak, tüketime yönlendirecek, rekabet ve bencilliğe alıştıracak metaları yaratıyorsa işlevseldir. Elbette bunlar sanatta kaba şekilde yapılmıyor. İşleyiş, burjuva ikiyüzlülüğüne uygundur. Akkaya’nın andığımız yazısında; “Irkçılık ve faşizm bazı düşünürlerin de (E. Ballibar) belirttiği gibi emperyalizmin ikinci döneminde (1950- 1960) daha görünmez, gizli ve sinsi yollarla varlığını sürdürmüştür. Dile, kültüre, felsefeye, sanat ve edebiyata içkin hale gelmiştir.” diyor. Sermayenin takiyye yoluna başvurmasının nedeni, emekçi sınıfın kazanımları ve bilinç değişimidir. Burjuvazi her tür ayrımcılığı yedeğinde tutarak, kontrollü şekilde kullanır. Başıboş kullanım kendisinin de işine gelmez çünkü o zaman fabrikalarına işçi, mallarına müşteri bulamaz. Sermaye, düşüncelerini ve yaptıklarını meşrulaştırmak için güdümlü sanatı arzular. İyi de güdümlü sanat nasıl gerçekleşir?

Bir iki mısra ile magzını yerler nasın / Duş-ı Dahhaktaki ol iki maran- şekil” (Hayali)

Şairin söylediği şu: Dahhak’ın omuzlarındaki iki yılan şekline giren(şair), bir iki mısra ile insan beynini yer. Hayali, yeteneksiz oldukları halde sistem tarafından kollanan şairleri yerden yere vuruyor. Çünkü onlar sanat ve insanın değerini düşürür. Niteliksiz eserleri yaşamı çölleştirir. Bu mısraları okurken düşündüm. Dahhak denilen zalim nasıl bir hastalığa yakalandı ki tek ilacı insan beyni yemek olsun? Bence mecazi anlam şuydu: Bir diktatörü korkutacak en tehlikeli şey halkın düşünme yeteneğine kavuşmasıdır. J.J. Rousseau, bir köle özgürlük bilincine varmadığı sürece köle kalmalıdır. Çünkü özgürlük bilinci yoksa hep eski yaşamına döner, der. Demek ki Dahhakların korkusu düşüncedir. Hele eyleme yöneliyorsa… O halde düşünce yok edilmelidir.

Modern dünya zalimleri beyni önce işlevsizleştiriyor sonra amaçlarına uygun kurguluyor. Bu amaç için bulduğu iki yılan ırkçılık ve dincilik oluyor. Kapitalizm ırkçılığın kullanışlı olduğunu anladığından hem SSCB ve Yugoslavya’nın parçalanmasında hem de Büyük Ortadoğu Projesi’nde etkin şekilde uygulamıştır. Günlük yaşamdaki görünümlerini saymıyorum bile! Ulusal sınırlara hapsolan toplumların sanatı evrenselliğini de yitirir. Sanatsal üretimin özü bir milletin veya inancın kuklası olur. Sınırlardan, emekçiler etkilendikleri için birbirlerine düşman olur. Kapitalizmin çıkardığı en küçük ulusçu kavga emekçilerin sınıfsal mücadeleden geriye düşürür. Emekçiler birbirlerinin ülkesini işgal etmekte sorun görmez. Emekçilerin farklı ülkelerdeki farklı refah seviyelerini, sermaye ilişkileri içindeki yerlerine göre konumlandırsak olan biteni anlarız. Kapitalizm kendi işleyişine karşı oldukça duyarlı ve aynı yanlışlara düşmüyor. Eskiden kaba kuvvetle girdiği yerlere şimdi yaşam şekilleri ve düşüncesiyle giriyor. Sanat ve felsefeyle insanlara istediklerini aşılıyor. Daha kapitalizm gelmeden kapitalizmi çağırıyor insanlar böylece! Kitaplar, dergiler, filmler, televizyon, sanal dünya; yaşamın gerçeklerine dair hiçbir şey söylememelerine rağmen kapış kapış satılır. Halk ise kuşatılmışlığı, bulanık bilinci ve genel eğilimden sapmama korkusu adına ürünlere büyük ilgi duyar. Hiçbir şey anlamadığını itiraf edecek cesareti bile kalmamıştır. Ne mi öğrenir sonuçta? “İşte öğrendiniz her şeyi, öyle ya, size bir sürü hiçbir şey söyledim.” (Marx, Jenny’e Adanmış Şiir Albümlerinden, s: 70) Kaldı ki bu yöntemler durmaksızın deri değiştirir. Estetik bilinç taşımayanlar tuzağa rahat düşer. “Kafeste doğan kuşlar uçmayı hastalık sanır” denilir. Gerçekten de kapitalizmin bizden kopardıklarını anlamak için, algısının dışına çıkmak gerekir. Bu, öyle zor değildir. Bizi dogmalardan uyandıracak felsefe ve yaşamla bağımızı güçlendirecek toplumcu sanatın peşine düşmeliyiz. Dağılmış puzzle olduğumuz şu dünyada her parçamızı arayarak bulmalı ve yerine yerleştirmeliyiz. Yazımın amacı bu yüzden, gözünü ısrarla çoban yıldızına diken insanın durumu gibidir. Kaybolmamak için yıldızı göstermeye çalıştım. Bir balığın nasıl yüzdüğünü dikkatle gözlemlerseniz, bütün balıkların aynı mantıkla hareket ettiğini anlarsınız. Bu sistemsel işleyiştir. Ama sularda gelişigüzel dolanıp öğreneceğini düşünenler, kolaylıkla yem olur.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

MayaDergi'nin "Cinsellik, Aşk ve Sanat" dosya konulu dokuzuncu sayısı, şimdi yayında.
This is default text for notification bar