Görevlilerden biri bağırdı; komiserim bu anarşistin dövizinde “Kahrolsun faşist tüccar, yaşasın ekmek’’ yazıyor… Köylülerin gerçekten tüccar ile konuşabileceklerine inanmamıştı Utku, eylem yapabileceklerine de… Onunki ince bir alaydı, politik geçmişine eğlenceli bir göndermeydi o kadar…
Kırk beş yaşındaydı Oktay, beş çocuğu ve karısıyla Küçük Menderes Ovası’nın dağa bakan yamacında büyükçe bir köyde yaşıyor ve tütüncülük yaparak geçimlerini sağlıyordu. Köyün sulak bölgelerinde tarlası yoktu, bu sebeple diğer köylüler gibi senede birkaç hasat yapamıyordu. Ovada tarlası olan köylüler toprağı boş bırakmadan, aynı yıl içinde birkaç ürün ekebiliyor, açlık ve parasızlık kaygısını diğer köylüler gibi fazla yaşamadan seneyi çıkarabiliyorlardı. Gerçi birden fazla ürün elde ederek, senenin on iki ayı durmadan çalışan köylülerin de birikimi yoktu, para biriktiremiyorlardı ama en azından fazla borçlanmıyor, tefecinin ağına düşmüyor ve aylak aylak gezmiyorlardı.
Kazanım olarak görüyordu köylü sürekli uğraş halinde olmayı ve tefecilere borçlanmamayı. Bu şekilde kaç köylü arazisini kaybetmiş, direnen kaç köylü dayak yemişti tefecilerden. Kendisini avutuyordu Oktay. Birden fazla ürün alamıyordu ama köyün en fazla tütün yetiştiren çiftçisiydi. Senede üç tondan fazla tütün hasat ediyor, bu sene elde edeceği hasat ile bir traktör almayı umuyordu. Alacağı traktör, en az altmış beş beygir gücünde olmalı, dörtlü ve beşli pullukları çekebilmeliydi.
Traktör en büyük hayaliydi Oktay’ın. İki elinin arasına alıp düşünmeye başladığında, önden dökülmüş saçları ile kafası çok küçük görünür, özellikle çengel biçiminde aşağı doğru kıvrılan uzun burnu tekli traktör pulluğunu andırdı. Güldüğünde seyrek dişleri, çıkık ve küçük gözleri, küçük çenesi ve iri elmacık kemikleri ile karikatür dergisinden fırlamış komik bir portre gibiydi… Çift sürmek, tırmık çekmek, yük taşımak sadece çok paraya mal olan işler değildi aynı zamanda başkalarına bağımlı olmayı, sıra beklemeyi de gerektirirdi. Bazı yıllar sıra yüzünden ürününü zamanında ekemez, ya da nakliyesini yapamaz ve bunlar maliyet olarak kendisine dönerdi. Zaten eti ne budu neydi ki kazandığını traktör sahipleri ile paylaşsın… Emeği heba oluyordu.
Traktör şart dedi, sesli bir biçimde.
Şart dediler kahvede oturmuş ona bakan diğer köylüler. İrkildi Oktay, sesli hayal kurduğunu anladı ve utandı.
Köy kahvesi buluşma yerleriydi; tavla, dama, domino oynar, şakalaşır, umutlarını, hayallerini ve deneyimlerini paylaşırlardı. Her gün sabah köy minibüsünün getirdiği gazeteleri okur, zaman geçirirlerdi. Gazeteler dönemin ruhunu yansıtır, ülkedeki sosyal-toplumsal sorunları aktarmaktan uzak durur, yönetimi rahatsız edecek yorumlardan kaçınır, ya da bu süreci destekleyici biçimde kadın resimleri ile sayfalarını süslerlerdi. Her şey gibi bedenlerin de alınıp satılmasının teşvik edildiği, darbe sonrası yeni çağın piyasası böyleydi. Metalaştırılmayan bir şey yoktu, sömürüye karşı açık cephe alanlar haricinde…Köyün yaşlıları sabah erkenden kahveye gelir; Tan, Bulvar gibi gazeteleri bekler, resimlere bakmak için sıra bekler hatta bazan ağız dalaşına bile girerlerdi. Yaşlı erkekler siyasi bir gazete okumanın ciddiyeti ile tek tek tüm resimlere iç çekerek, büyük bir ilgi ile bakar, incelerlerdi. Üniversite mezunu, fakat köyde ziraat ile uğraşan Utku yanındaki arkadaşlarına gülerek; devrim var, strateji geliştiriyorlar der yaşlıların çıplak kadın resimlerine ciddiyetle bakmalarını alaya alırdı…
Biz bu bunakların resimlere bakarken takındıkları ciddiyetin bir parçasına sahip olsaydık darbe olmaz, en azından demokratik bir ülkede yaşıyor olurduk şimdi diye söylenirdi…
Oktay’ın iki yüz kırklık kırmızı Massey Ferguson marka traktör hayalini bilmeyen yoktu. Canına tak etmişti. Bu sene ne yapıp edip traktörünü alacaktı. Şubat ayının sonunda tütün tohumlarını özenle hazırladığı fideliğe serpti. Bu sene daha fazla tütün ekecekti. Tarlasının sınırına bitişik, uzun yıllardır ekilmeyen başka bir tarlayı da kiraladı. Hedefi hasadı üç tonun üzerine çıkarmaktı. Dikimi zamanında bitirebilmek için çok önceden ilçedeki dayıbaşıları ile iletişime geçmiş, dikici ve karıkçı işçileri ayarlamıştı.
Şubat ayı ılık geçmiş, martta çok yağış olmuş, tarlalar bereketli bir hasat için yeterince yağmur suyu biriktirmişti. Nisan ayının ortalarında tütün dikimi başlamış, ay sonuna doğru bitmişti. Mayıs ayında aynı işçiler ile çapalama işlemi başlamış, tütünler göğe doğru boy vermiş, yapraklar işveli ergen gençler gibi serpilmişti. İlk defa fire vermeden, tütün fideleri tüm tarlayı yeşil bir örtü gibi sarmış ve bol yapraklı, diz üstünde boya ulaşan fideler erken hasat müjdesi veriyor gibiydiler bu ayda. Tütün tarlasına baktıkça içini heyecan basıyor, kendisini kırmızı Massey’in direksiyonunda görüyordu. Beklediğinden fazla ürün alacak, yıllık ihtiyaçlarını karşılayacak, kooperatife olan borcunu ödeyecek kalan para rahat rahat kırmızı Massey’ine yetecekti. Daha fazla sabredemedi Oktay. Traktörünü hemen almalıydı. Zaman kaybını gerekli görmüyordu artık, hasadı kendi traktörüm ile taşırım diye düşündü. Tek çözümü vardı hayalini gerçekleştirmenin; ipotek karşılığında ikinci el traktör bayiinden az kullanılmış, temiz bir Massey almak. İlçedeki tüm bayileri dolaştı, baktığı traktörleri ölçtü, biçti, tamircilere, eşe dosta danıştı, sonunda beğendiği traktörü, tarlalarını ipotek ettirerek aldı. Evde büyük bir sevinç vardı. Kurban için aldıkları koç kesildi, kanı traktör kabininin ön tarafına ve Oktay’ın alnına sürüldü. Konu komşuya kurbanlık koyunun bir kısmı küçük parçalar halinde gönderildi. Herkes çok mutluydu. Oktay herkesten mutluydu. Bahçeye masa kurulmuş, rakılar içilmiş, gece yarısına kadar zeybek oynanmıştı. O gece uyuyamadı Oktay. Saat başı yatağından kalktı, Massey’ini yokladı, eli ile dokundu, bazen direksiyona öylece oturdu, tekrar içeriye girdi. Yıllarca hayalini kurduğu traktöre nihayet sahip olmuştu. Hem zaten köyde kaç kişide vardı ki?
Yapraklar sararmış, kırım zamanı gelmişti. Bu sene daha fazla çalışmalı, daha dikkatli davranmalıydılar. Ziyan edilecek tek yaprak, boşa gidecek tek saniyeleri yoktu. Sabah ezanı okunduğunda tarlada olurlar, gün ışımaya başladığında yanlarında getirdikleri kahvaltılıklarıyla ellerini yıkamadan karınlarını doyurur, tütünün acı zifirini damaklarında hissederek tekrar yaprak kırım işlemine başlarlardı. Güneş yükseldiğinde, sıcaklık hissedilmeye başladığında kırım işi biter, büyük tütün sepetleri traktöre yüklenir, evin yolu tutulurdu. Sıcağın etkisi ile pörsüyen tütün yapraklarını toplamak zorlaşırdı. Eller yıkanır, yemek yenir, büyük bir mola verilmeden dizim için uygun görülen gölgelik bir alanda yapraklar iğneden geçirilir, kargı adı verilen kamışlara ip ile geçirilirdi. Yeterli dizime ulaşan kargılar kurutulmak için güneşe bırakılırdı. Dizim işleminden sonra kısa bir uyku arası verilir, güneş batmaya yakın yeniden tarlaya dönülür, zifiri karanlığa kadar toplama işlemi devam ederdi. Günler koşturmaca, telaş ve uykusuzlukla geçer giderdi. Toplama işleminden sonra balyalama işlemi başlar, bu arada hükümet baş fiyat açıklar, köylüler tütün eksperlerinin gelmesini beklerlerdi. Satılan tütünlerin parası gelecek senenin tütün ekim işlemi başlamadan ziraat bankaları aracılığı ile verilirdi. Oktay bugüne kadar hiç baş fiyattan satamamıştı tütününü. Bu sene kehribar renkli tütününü tekele ya da piyasaya yeni girmiş tüccarlara baş fiyat üzerinden vermeyi umut ediyordu.
Hem birbirleriyle hem de tekel ile rekabet halinde olan tüccarlar beğendikleri tütüne belirlenen resmi fiyatın üstünde fiyat verir, sözleşmeleri yapar ve tütünleri bekletmeksizin götürülerdi.
Son kırımdan sonra kurutulmuş tütünler balya yapılmak için depoya kaldırılmış, balya sırası beklenmekteydi. Balya işini yapan baba oğul, tüm köyü müracaat sırasına göre listeler, defterdeki sırayı takip eder, sırası gelenin tütününü presleyip balya haline getirirlerdi. Tütün eksperleri rastgele balya seçer, içlerine soktukları bir kanca ile bir demet kurutulmuş tütünü çeker, kalite kontrolü yaptıktan sonra not alıp giderler ve kısa süre içinde tütüncü ile irtibata geçip fiyat verirlerdi. Balya işlemini bitiren Oktay, haftada iki kez tütünlerin kurumasını engellemek için balyalara hafif su serper, nemlendirir, geri kalan zamanını diğer işleri ile geçirirdi. Akşamları tek kanallı siyah beyaz televizyonundan haberleri izler, merak ile baş fiyatın açıklanmasını beklerdi. Son günlerde çok sabırsızlanmış, televizyonu kapanış saatine kadar izler, İstiklal Marşı okunduğunda saygı ile ayağa kalkar, marşa eşlik ettikten sonra uyumaya çalışırdı. Mavi küçük gözleri, ön tarafı dökülmüş sarı saçları ve karga burnu ile kendisini asil Türk ırkından sayar, gururlanırdı. Güçlü bir aidiyet duygusu, sarsılmaz bir vatan inancı ile beraber kendisini milliyetçi olarak tanımlar, milliyetçi sağ dışında başka partilere oy vermez hatta ne söylediklerini merak bile etmezdi. Mehter Marşı’nı çok sever, marş dinlerken kendisini bir uç beyi olarak hayal eder, Almanya’dan halasının getirdiği plaktan bıkmadan saatlerce dinlerdi.
Nihayet beklediği gün geldi ve baş fiyat açıklandı. Kendisini mutlu eden bir rakam değildi, beklentisi tüccarın tekelden daha yüksek bir fiyat teklifinde bulunmasıydı. Nihayet tüccar; köydeki temsilcisi Berber Nurullah ile baş fiyatın hayli üzerinde bir teklifte bulunmuş, hiç düşünmeden ve başka tüccarları beklemeden fiyatı kabul etmiş, sözleşmeyi imzalamıştı. Sözleşmede paranın verileceği tarih boş bırakılmış, ancak berber Nurullah kasım ayının sonunda ödeneceğine dair yemin etmişti. Tüccar, Nurullah’ın kendi adına köylülere güvence vermesini istemişti.
Şubat ayının sonu gelmiş, ne tüccardan ne de paradan haber vardı. Berber ısrarla tüccarın güvenilir olduğunu, Amerika’dan para beklediğini, gelir gelmez herkesin parasını tek seferde alacağını söylüyordu ama köylüleri ikna edemiyordu. Traktör bayi Oktay’ı sıkıştırmış, bir ay içinde ödeme yapılmazsa icra işleminin başlayacağına dair noterden tebligat göndermişti. Mart ayı da bitmiş, tüccardan yine ses yoktu. Görüşmek amacıyla bürosuna gidenler içeri alınmıyor, kapıdan gönderiliyorlardı. Alıcı görüşmediği gibi bir ödeme takvimi de çıkarmıyordu. Berber de utancından dükkanını açmaz, köy kahvesine gelmez olmuştu. Köylüler toplanıp üniversite mezunu, kamu yönetimi okumuş Utku’nun kapısını çaldılar. Anlattı Utku. Spartaküs’ü, işçi grevlerini, plantasyonları, Hint dokuma işçilerinin büyük grevini… Anlamıyordu köylüler, Oktay da anlamıyordu. Kabul edilebilir bir öneri, ışık ya da çözüm bekliyorlardı. Yarı alaycı biçimde ‘’Dövizlerle Alsancak’a, tüccarın kapısına gidin, aranızdan seçeceğiniz üç temsilci ile konuşmaya ve yazılı taahhüt almaya çalışın eğer ikna olmazsa ya da sizinle görüşmeyi kabul etmezse yanınızda götürdüğünüz dövizleri havaya kaldırın. Gazeteciler durumdan haberdar olursa, hükümet devreye girer paranızı alabilirsiniz.’’ dedi. Kaç kez şikâyet etmişler ancak arpa boyu kadar yol alamamışlardı. Karar verildi. Aralarında Oktay’ın da olduğu üç temsilci seçildi. Her ihtimale karşın oradan buradan peydahlanan beyaz kartonlara taleplerini dile getiren sloganlar yazıldı. Bunlardan birini Oktay aldı.
Ertesi gün tuttukları bir minibüse doluşup Alsancak’a tüccarın ofisinin ününe gittiler ancak her taraf polis doluydu. Görevliler büronun bulunduğu kapının önünde set oluşturarak köylüleri yanaştırmadılar. Şaşkın köylüler ne yapacaklarını bilemeden ve dövizlerini havaya kaldırmayı akıl edemeden, dövizler aşağıya doğru, ellerinde, öylece beklediler. Dağılın yoksa gözaltına alınacaksınız diye bağırdı tok sesli bir güvenlik görevlisi. İçgüdüsel olarak birbirlerine yaklaşıp destek almaya çalıştı ilkin köylüler. Art arda yapılan sert uyarılar ve polisin harekete geçmesi ile herkes çil yavrusu gibi dağıldı Oktay dışında… Kaçamamıştı, donup kalmıştı, hiç kaldırılmamış eldeki dövizi ile öylece bekliyordu… Yere yatırdılar önce sonra kollarını arkadan kelepçelediler.
Görevlilerden biri bağırdı; komiserim bu anarşistin dövizinde “Kahrolsun faşist tüccar, yaşasın ekmek’’ yazıyor… Köylülerin gerçekten tüccar ile konuşabileceklerine inanmamıştı Utku, eylem yapabileceklerine de… Onunki ince bir alaydı, politik geçmişine eğlenceli bir göndermeydi o kadar…
Üç gün sonra köye döndü Oktay, yere basamıyordu. İki hafta evden hiç çıkmadı. Birkaç kez köy kahvesine gelip oturdu ama hiç kimse ile konuşmadı. Sonraki günlerde arazilerine ve traktörüne icra geldi. İki gözlü kerpiç evden başka bir şeyi kalmamıştı. Her şey ile baş edebilirdi ancak kırmızı Massey’in yokluğuna asla… Karısı ve çocukları yevmiye ile günlük bağ, bahçe işlerine giderek ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Oktay görünmüyordu ortalıklarda, sanki yok olmuştu kırmızı Massey’den sonra.
Köyün gençleri ters çevirdikleri sandalyelerine oturmuş sohbet ediyorlardı. Traktör sesine benzeyen bir ses çıkararak kırmızıya boyanmış ve kurumuş kalın bir kavak dalına binmiş vaziyette park etmeye çalışıyordu Oktay. İleri geri giderek.
Hayallerinden başka her şeyine el konulmuştu Oktay’ın.
Oldukça akıcı, harika bir öykü
Bir Anadolu köylüsü, işçisinin kaderi bu maalesef. Hepimiz öyküde bir parça kendimizi görüyoruz. Kullanılan dil ve üslup etkileyici. İnsan öykü yazarının olayı kendisi yada yakın çevresinden birilerinin olayı yaşadığını zannediyor. Çok etkileyici.