Türkçenin yeniden yapılanarak ortaya çıkması 1932’de başlayan dil devrimiyle birliktedir. Ondan önce çoğu Türk devletleri Türkçe üzerinden yazışma yapmamıştır. Selçuklu devleti Horasan Farsçasını temel dil olarak görmüştür.
Türkçenin yeniden yapılanarak ortaya çıkması 1932’de başlayan dil devrimiyle birliktedir. Ondan önce çoğu Türk devletleri Türkçe üzerinden yazışma yapmamıştır. Selçuklu devleti Horasan Farsçasını temel dil olarak görmüştür. Osmanlı’da yaygın bir Farsça ve Arapça yazışma ve edebiyat varken süreç içinde kendi dil kuralları olan Osmanlıca temel dil olmuştur.
Divan edebiyatı ve tekke edebiyatı, vakainüvistlerin yazdığı eserler daha çok ve benzerleri Osmanlıca ve Farsçadır. Türkçe kendini var ederken geçmiş halk şiirine ve Türkçe’nin süt dişleri denilen Yunus şiirine ve 1910’lu yıllarla başlayan Türk Ocağı ile İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi kuruluşlar içerisinde, Türkçü ile Turancı görüşlerin şekillenmesiyle belirlenir. Bu dönemde yalınlaştırmacı görüşe bazı yeni düşünceler katılmaya başladı. Bunlar arasında en etkili olanı, İstanbul konuşma Türkçesinden başka Türk lehçelerinden, özellikle de Orta Asya’nın eski yazı dillerinden sözcükler alma görüşüydü. Fransız Doğu bilimci Pavet de Courteille’in 1870’te yayımlanan Çağatayca Sözlüğü, 1896’da çözülüp yayımlanan Orhun Yazıtları, 1917’de basılan Dîvânu Lugâti’t-Türk bu yaklaşıma bir bakış acısı sağladı.
Bunun dışında aslında dil bilimcilerin tartışmaları içinde olan fakat toplumun pek dikkate almadığı ve üstü örtülen olgular var. Ben biraz bunlara dair söz edeceğim. Böylece Türkçenin dayanaklarına ve gelişimine daha geniş bakabiliriz.
Öncelikle Türkçe’ oluşumu sürecinde Sovyetler’e ve Çarlık Rusyası’na bakmak lazım.
“Sovyet Türkolojisinin temelleri çarlık döneminde atılmıştır. Özellikle Çar Deli Petro döneminde, siyasi ve askerî gelişmelere bağlı olarak Türklere ve Türk diline ilgi artmıştır. Bu dönemde Türkçenin pratik olarak öğretilmesi ve tercümanlar yetiştirilmesi yönünde kararlar alınmıştır. Rus çarının Türkler, Araplar ve Farslar ile ilgili politikasının bir gereği olarak, özellikle de 1711 Prut seferi dolayısıyla Türkçe, Farsça ve Arapça bilen kişilere ihtiyaç duyulmuştur. 1. Petro, Türkçe (ve Tatarca), Arapça ve Farsça bilen tercümanlar yetiştirilmesi için 1716 ve 1724 yıllarında yazılı emirler vermiştir.
Rus Çarının Türklerle ile ilgili konularda danışmanlığını yapan eski Buğdan Voyvodası Dimitri Cantemir, Çarın bu yönlendirmelerine bağlı olarak 1716 yılında Osmanlılar hakkında bilgi veren ‘Đncrementa atque Decramenta aulae Othomanicae’ adlı Latince bir eser yazmıştır. D. Cantemir, Deli Petro’nun Đran seferine (1722) katılmış ve Derbend’de gördüğü bir takım yazıtları toplamış, Kazan valisi Saltıkov da yine Deli Petro’nun emriyle eski Bulgar şehirlerindeki mezar kitabelerini tespit ve tercüme etmiştir.
Bilimler Akademisinin (1724-1725) Deli Petro tarafından kurulması ile birlikte genel olarak doğu bilimleri, özel olarak da Türkoloji çalışmaları ivme kazanmıştır. Akademinin kurucuları arasında yer alan Alman bilgini Gottlieb S. Bayer, Türkoloji ile de ilgilenmiş Yenisey yazıtlarının bir bölümü üzerinde çalışmış ve Ebulgazi Bahadır Han’ın secere-i Türk’ünden bir bölümü Latinceye çevirmiştir. Daha sonra birçok araştırmacı Ebulgazi’nin eseri üzerinde çalışmalar yapmıştır; A. G. Tumanskiy ecere-i Türk’ü yayımlamış, Kononov daha sonra bu eseri tercüme ederek yeniden basmıştır.
1870’li yıllarda Holdermann’ın gözetimi altında Türk lehçeleri üzerine önemli çalışmalar yapılmış, Tatarca’nın ilk grameri Đ. Giganov tarafından yazılmıştır.
Moskova, Kazan ve Harkov Üniversitelerinde ve 1819’da yeniden kurulan St. Petersburg üniversitesinde de Doğu Dilleri Bölümü açılmış; bu bölümlerdeki çalışmalarda Türk dili araştırmaları özel bir yer almıştır.”1
Adigelere ve Çerkeslere yönelen baskıların artması ve süregelen savaşla Çarlık Rusyası 1864’te Kafkasya’yı işgal etmiştir. Bu süreçle birlikte milyonlara varan Adige ve Çerkes Osmanlı topraklarına yerleşmiştir. Bu halkların önemli kısmı iskân edilmiş Anadolu’nun çoğu yerlerine dağıtılmıştır. Bu grupların önemli kısmı ve entelektüel kadroları hızlı bir şekilde Osmanlı devleti içinde yer almış bilakis askeri kadroların önemli yapı taşları olmuştur. Sadece askeri kadrolar değil var olan okullarda eğitmen olmuşlardır. Türkçe’nin ve Türkçü düşüncenin gelişiminde hızlı bir şekilde merkezi rol oynamışlar. Ulusallaşma sürecinin kültürel politikalarını belirleyen önemli kadrolara dönmüşlerdir.
Bu kadroların genel Çarlık Rusyası’na dair düşmanlıkları ve Kafkasya halklarına dair yerleşmiş aidiyetleri süreç içinde ortaya çıkan Türkçe’nin çelişkili olmasını da sağlamıştır. Daha çok Kafkasya Türkçesini merkez alan bu kadrolar Anadolu Türkçesinin şekillenmesine dair pek bakışları yoktu. Türkçenin doğuşu bu anlamda Osmanlı devleti içinde şekillenen Türkçü ideolojinin ve kadroların Anadolu’yla kopukluğu arasında bir paralellik oluşturmuştur. Bunların önemli kadroları Çarlık Rusya’sında şekillenen Türkçe çalışmalarından haberdar ve kültürel dokuyla temas halindeydiler. Bilakis Kafkasya dillerini yapısını, dil bilgisini bilen kadrolardı. Fakat aynı şeyi Anadolu yaşayan halkların Türkçesi için söyleyebilmenin imkânı yok sanırım.
Osmanlı devletinin önemli kadro yükünü çekenlerse Balkanlarda süregelen savaşlar ve bu süreçle buradaki kadroların Osmanlı devletinin önemli bir askeri gücünün Balkanlarda şekillenmesini sağlamıştır. Balkanlarda süren savaşla birlikte kaybedilen topraklarla birlikte Selanik dışarıdan gelenleri toplayan onları konuk eden hızlı bir şekilde Osmanlı devletinin askeri ve teorik yükünü taşıyan kadrolarının şekillenmesini sağlamıştır. Çözülme sürecinde Türkçülük ideolojisine hızlı bir şekilde geçen Selanik merkezli kadrolar Türkçe tartışmalarına yön vermiştir. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yeni devletin iki ayağı Adigeler ve Balkan göçmenleri olmuştur. Kurtuluş Savaşı sürecinde Anadolu’dan yeni kadrolar katılsa da merkez güç Adigeler ve Balkanlar’ın kaybedilmesinden sonra Anadolu’ya yığılan insanlar olmuştur.
“Bakü Türkoloji Kurultayının hazırlıkları 1924 yılında başlamıştır. Kurultay hazırlıkları için bir hazırlık kurulu oluşturulmuş ve başkanlığına Gabiyev, sekreterliğine ise Ali Yusufzâde getirilmiştir.
26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında yapılan Kurultay, Alman ve Türk heyetlerinin önerileriyle Wilhelm Radloff ile Gaspıralı İsmail Bey’e ithaf edilmiş ve Tarih, Etnografya, Dillerin Akrabalığı, Türk Dilleri, İmlâ (Orfografi), Terminoloji, Alfabe, Edebiyat Dili, Derslerin Metodu, Memleket Tanıtımı, Edebiyat Tarihi ve Kültürel Kazanım gibi 12 seksiyonda 17 oturum halinde yapılmış ve 38 bildiri sunulmuştur.
Türkoloji Kurultayına toplam olarak 131 delege katılmıştır. Bu delegelerin 93’ü Türk, 38’i diğer halklardan idi. Kurultay üyeleri hem uluslara hem de bölgelere göre seçilmişti. Buna göre: Azerbaycan’dan 6, Nahçıvan’dan 1, Teşkilat Komitesinden 15, Gürcistan’dan 1, Ermenistan’dan 1, Acaristan’dan 1, Türkistan’dan 4, Kırım’dan 3, Tataristan’dan 6, Bakurdistan’dan 3, Kazakistan’dan 3, Özbekistan’dan 6, Türkmenistan’dan 4, Kırgızistan’dan 2, Oyrot Vilayetinden 1, Yakutistan’dan 3, Kalmuk Vilayetinden 1, Çuvaşistan’dan 2, Çin’in Uygur Bölgesinden’den (Doğu Türkistan) 1, Abhaziya’dan 1, Hakasiya’dan 1, Karaçay’dan 1, Kuzey Kafkasya’nın Türkmen Vilayetinden 1, Bilimler Akademisinden 3, Doğu Bilimciler Cemiyetinden 2, Taşkent Üniversitesinden 1, Leningrad Üniversitesinden 1, Kuzey Kafkas İcra Komitesi Milletler Sovyetinden 2, Ufa HMK’den 1, RSFSR Milletler Sovyetinden 4, SSRĐ MĐK Milletler Sovyetinden 1, Güney Azerbaycan’dan 2 kişi davet edilmiş idi.
Kongrede Türkiye Türklerini Mehmet Fuat Köprülü, Hüseyinzâde Ali Turan ile İsmail Hikmet Ertaylan temsil etmiştir. Alman delegeler Theodor Menzel, Paul Wittek, W. Radebold’dan oluşmakta idi. Hüseyinzâde Ali Turan notlarında “16 Şubat 1926’da İstanbul’dan hareket ettik. Fuat Köprülü, Etnografya Müzesi müdürü Mesaroş, Leningrad profesörlerinden Barthold, Strasbourg’dan Prof. Menzel ile beraberdik.” diyor. (2)
Birinci Türkoloji Kurultayı daha çok Kafkasya Halkların genel Türkçe dil yapısını ortaya çıkarmaya yönelik bir çalışmaydı. Hala bu çalışmalarla Türkçe üzerinden geniş bir söylem oluşturmuştur. Bu ise Türkçe ile Osmanlı devletinin sınırları içinde yaşayan ve Türkçe konuşan halklara dair daha geniş bir çalışma yapılmasını, daha doğrusu bu topraklar üzerinde yaşayan Türklerin Türkçesini anlamak cabasını perdelemiştir. Bunun çok çeşitli sebepleri var. En önemlisi Osmanlı aydını ile Türkler arasındaki bağın yetersizliğidir. Çarlık Rusya’sında 1700’lerin başında Türkçe çalışmaları başlarken bizde ancak ve ancak 1910’lardan sonra başlamıştır. 1932’de Türkoloji kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşuyla Türkoloji çalışmalarının arasındaki mesafe kısa görünse de, uzundur.
Zaten Türkoloji çalışmalarının başlamasıyla Birinci Türkoloji Kurultayı’nın aldığı kararlar arasında bir paralellik vardır. Bu kurultay Türkoloji merkezlerinin kurulma kararı alınırken diğer kararda geniş oy birliğiyle Latin alfabesinin kabul edilişidir. Bunun yanında Atatürk’ün Latin alfabesine dair ilgisini anlamamız için bir anekdot paylaşmak gerek.
“ŞAM’DAKİ BULUŞMA
İkili ilk kez, Anadolu’dan uzakta bir yerde, Şam’da karşılaşır. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesine gönderilen, Kafkas cephesinde yaralanan Agop Martanyan gösterdiği yararlılıklardan ötürü madalya ile ödüllendirilir.
Savaştaki çatışmaların durulduğu sırada Alman subaylara Türkçe öğretmeye başlar. Yabancı subayların elindeki J. Németh’in ‘Türkische Grammatik’i Agop’un ilgisini çeker.
Azınlık subaylarından kimisinin doğudaki cephenin gevşemesinden yararlanarak savaştan kaçması üzerine Agop’un da aralarında bulunduğu kimi subaylar Güney Cephesine sevk edilir.
Mustafa Kemal’in komutasındaki 7. Ordu’nun karargâhına vardığında, Kafkas Cephesinden gelen onurlu bir asker olarak değil de ‘casus’ kuşkusuyla Mustafa Kemal’in karşısına çıkarılması asteğmen Agop’u üzer. Hakkındaki suçlamanın nedeni, Halep’teki tutsak bir İngiliz subayıyla İngilizce konuşmasıdır.
Mustafa Kemal’in karşısına yanındaki süngülü bir erle çıkarıldığında üstünde bulunan ‘tabancası, ilmühaber’ ve bir ‘kitap’ kendisini getiren yüzbaşının elinde durmaktadır. Paşa şaka yollu sorar:
– Sen niye kaçmadın?
Agop birden sinirlenir:
– ‘Ben bu vatan için kan dökmüşüm, bu madalya sahte değil. Kafkas cephesinden kaçmayan, herhalde, Şam sokaklarından kaçacak değildir! Emir buyurun süngüyü çıkarsınlar.’
Mustafa Kemal Paşa, Agop’un yanındaki ere süngüsünü çıkarmasını söyler. Agop’un üstünden çıkanlar masanın üstüne konur. Agop’un yanındaki kitap Mustafa Kemal’in ilgisini çeker. Saatlerce süren bir sohbet başlar. Agop’un Türkçeye ilişkin açıklamaları ve kitabın Latin harfleriyle yazılmış olması Mustafa Kemal’i etkiler, Türkçenin Latin harfleriyle yazıldığını ilk kez görür.” (3)
Latin alfabesiyle Türkçe yazını çoğu Çarlık Rusya’nın bazı Kafkasya halklarında aydınlar tarafından yazılmaya başlanmıştı. Latin alfabesini ilk kullananlar Yakutlar olmuştur. 1917 yılında 33 harfli Latin alfabesini kullanmışlardır. 1922 Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçişi Türkiye’nin dikkatini çekmiştir. Birinci Dil Kurultayı’nda çoğunluğun aldığı kararda Latin alfabesine geçişin nüveleri açığa çıkmıştır. Bunun birlikte Türkiye sınırları içinde Türkçe sorununa dair yazanlar arasında Latin alfabesine geçilmesine isteyen bir çoğunluktan bahsedebiliriz. Atatürk’ün Latin alfabesine özel ilgisi olsa da bu karar bütün bu durumlardan sonra ortaya çıkmıştır.
Şimdi Türkçe ve Osmanlıca arasındaki temel sorunun bir yanı Türkçe akımın başı çekenleri söylediği Osmanlıcanın zor anlaşılırlığı ve yalın bir yapısı olmadığı için halktan kopuk bir dil olmasıdır. Oysa o süreçte aydınların genel konuştuğu dilde Osmanlıcadır. Osmanlı kadroları arasında geniş bir Türkmen veya Anadolu yaşayan halkların konuştuğu Türkçeden bahsedebilmenin imkânı yok. Aslında öz Türkçe diyebileceğimiz ve işaret edilen dil daha çok 13. Yüzyıl’da kullanılan Yunus Emre sürecindeki dilden bahsedilir. Bunun yanında daha ortaya çıkan Divani Lügat’ı Türk, Orhun Yazıtlarındaki Türkçeden. 17 Yüzyıl’da Şeyh Galip’in şiir Türkçe gözeten anlayışından, daha çok Osmanlıcayı sadeleştirme cabası olsa da bu. Oysa Yunus zamanındaki Türkçe veya Şeyh Galip’in sadeleştirme çabalarının veya çevrilen eski Türkçe metinlerin tam karşılığı da o süreçte konuşulan Türkçeyi karşılamaz.
Sonra Türkçü akımın başını çektiği söylemde dilde sadeleştirmedir. Fakat dilde sadeleşme adıyla yola çıkanların ortaya koyulan bu Türkçe’nin bu sadeleşmeye pek uyduğu söylenemez. Daha çok Selanik, İstanbul ağzının öne çıktığı ağdalı ve sözcükleri uzatan bir yapıda olan Türkçedir. Bu dilse dokuya dikkatli baktığımızda daha çok Yahudi, Rum, Ermeni esnaf ve aristokrat sınıfının konuştuğu Türkçe olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Osmanlı’nın halktan kopukluğu ve yüzyıllardır süregelen üstenci bakış acısı böylece Cumhuriyeti kuran kadrolarda da görülmüştür. Osmanlıcanın zorluğu hızlı bir şekilde dil devrimiyle Türkçe’nin zorluğuna dönüşmüştür. Dil devriminden sonra Selanik ve İstanbul lehçesi üzerinden kurulan Türkçeden dolayı rahatlıkla diyebiliriz ki eğitmenlerinden dayak yememiş Anadolulu insan yoktur. Cumhuriyet edebiyatı içinde sürekli medrese eğitimi eleştirilirken şimdi Cumhuriyet süreciyle ortaya çıkan Türkçe eğitimde bir çeşit medrese eğitimine dönmüştür. Genel olarak cahil köylü, Anadolulu aşağılanmasına dayanan ve ortaya konan Türkçeyi telaffuz etmekten insanların hor görünmesi ülkenin genel dokusu olmuştur. Bir çeşit sınıf ırkçılığı diyebileceğimiz bu ideolojik durum aristokrat ve yönetici sınıfla ezilen köylü, işçi arasındaki yarılmayı da gösterir bize. Cehalet, cahil söylemleri daha çok Kürtleri işaret etmiş gibi görünse de ortaya çıkan kırro kültürü, bu kültürün yaratmış olduğu kültürel dokuya uyamamış köylü ve işçi sınıfının ezilmiş dokusunu anlatır bize.
Demir Küçükaydın 26 Eylül 2000’de yazdığı yazıda şöyle diyor.
“Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda ne kültür ne de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı gibi, bir etnisiteyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına ‘Türk’ dense, kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.”
Osmanlı ile başlayan halkla aristokrasi arasındaki uçurum Cumhuriyetin kuruluşuyla devam etmiş. Bir yandan Orhun Yazıtlarındaki, Dede korkut masallarındaki veya Yunus Emre şiirindeki yalınlığı savunma öte yandan ağdalı, sözcüklerin uzatılmasını merkez alan Selanik ve İstanbul lehçesi üzerinden dayatılan Türkçe. Aslında bu kopukluğun temel nedeni Osmanlı hanedanlığının göçer kültürüne dair duyduğu nefret ve yüzyıllar içinde aristokrasi ile halk arasında aşılmaz uçurumlar yaratmasıdır. Bu uçurumu irdelemeden bilince çıkartmadan kurulan Cumhuriyet bu nefreti daha kökleşmesini sağlamış. Bir çeşit sınıf ırkçılığının kapitalist toplumsal yapı içinde yeniden üretmiştir. En önemlisi Cumhuriyetin kurucuları Avrupa merkezci (batıcı) ideolojik bakış acısının yarattığı feodaliteye duyulan nefret ve kapitalizmin her şeyi ele geçirme güdüsü, Cumhuriyetin genel ideolojik anlayışı olmuştur. Sonradan Halkevleri süreciyle ortaya atılan Halkçılık anlayışı bu uçurumun kapanmasına yeterince hizmet etmemiştir. Bu arada bir belirtimde bulunayım. 1940’lardan sonra ortaya çıkan Garip akımı Halkevlerinin öncülüğüyle şekillenen Halkçılık anlayışının CHP içindeki politik yansımasıdır. Sonradan şekillenen Köy enstitüsünün yazarlarına buradan da bakmak gerekir. Bu halkçılık anlayışı kısmi de olsa halkla arasındaki uçurumun kapanmasına hizmet etmiştir.
1- Sovyet Türkolojisi ve Birinci Türkoloji Kurultayı. Ahmet Buran
2- Sovyet Türkolojisi ve Birinci Türkoloji Kurultayı. Ahmet Buran
3- Aydınlık Gazetesi