“Her anım sendin.” dedi masadan kalkarken. Ama ayağa kalktığına pişman olmuştu. Zamanın araya girmesine fırsat vermemek için hemen yerine oturdu. İçten sevinmedi değil. İstemsizce yaptığı bu hareketini bilinçli bir geri dönüşe çevirmişti.
“Her anım sendin.” dedi masadan kalkarken. Ama ayağa kalktığına pişman olmuştu. Zamanın araya girmesine fırsat vermemek için hemen yerine oturdu. İçten sevinmedi değil. İstemsizce yaptığı bu hareketini bilinçli bir geri dönüşe çevirmişti.
Ellerini aramızdaki masanın üstünde tutmuş, sanki bir şeyler anlatmak istercesine, önce parmaklarının arasına koyduğu bir mesafeyle açtı, sonra onları birbiriyle buluşturarak ovuşturdu. Bu hareketin ona zaman kazandırdığı hissindeydi. O an bir ferahlık doğdu içine. Hava soğuk değildi. Sağ elini masanın üzerinden pantolonunun cebine indirdi. İçinde çakmağın bulunduğu sigara paketini alarak masaya koydu. Koyduğu yeri beğenmemiş olacak ki biraz daha ortaya itti. Garsonu aradı gözleri. Küllük isteyecekti belli ki. Ama ne o, ne ben sigara içmeye istekliydik. Her zamanki ruh hâlimizde değildik. Bir yere oturuşumuzla sigaraya uzanışımızın aynı anda olduğu hâlimize benzemiyordu bu. Uzağımızdaki garsona bir el işareti yaptı yine de. Garson yaklaşırken “Buyurun abi” sözü çıktı ağzından. “Bize iki çay. Biri demli olsun.”
Çayı demli, şekersiz ve sıcak severim. Ama çay içmek istediğimi nasıl anlamıştı. Sessiz kaldım. Gıcık yanım üstümdeydi yine. Keşke sorsaydı bana, diye geçirdim içimden. Sonra muzip bir gülümseme oluştu yüzümde. Böyle bir anda düşündüğüm şeye bak. Keşke beni duyabilseydi. O zaman bu masada oturup, birbirimizin ağzından çıkacak sözcükleri beklemek zorunda kalmazdık. Ben onun ne yapacağını bilemez hâllerini izleyip durdum. O sadece kendi söyleyeceklerine odaklanmıştı. Söyleyeceklerini benim ona verdiğim hismiş gibi anlatacaktı. Gerçekten öyle miydi? Belki de başka bir şey vardı. Bunu düşünecek hâlde bile değildim. “Eee yaşadıklarından aldığın his, bunu anlayabilecek mi?” dedi içimdeki ses. En iyi suç birazdan işlenecekti anlaşılan. Hanemize henüz işlenmemiş bir suçu eklemek üzereydik ve bunun farkında değildik.
Aramızdaki tahta masa epey eskiydi. Birbirini seven daha kaç insan bu masada sevgi dolu sözcükler kurmuştu. Ya da kaç ayrılık tümcesi sarf edilmişti. Ses içimden geçenleri okumuştu. Dikkatimi dağıtmam gerekiyordu. Masanın yıpranmışlığını fark ettiğimi anlatırcasına baş parmağımla bulduğum daha tam olarak yerinden kopmamış bir kıymığı yerine yatırmaya çalıştım. Özenle üzerine bastırdım sağ baş parmağımı. İleri geri kaydırarak kontrol ettim hatta. Bir kararsızlık anının ne yapacağını bilemez hâlleri. Annemin “Artık yirmi yaşında değilsin, namaz kılarken takarsın.” diyerek gönderdiği sarı-beyaz renkli, tığ işi ince oyayla örülmüş çiçek motifli tülbent boynumdaydı. Hafifçe düzeltip, kollarımı karnımın üzerinde buluşturdum. Yine annemin kenetlenen kollar uğursuzluk getirir, sözünü anımsadım. Aslında üşüyormuş gibi yapışım onun dikkatini çekmek içindi.
Hava soğuk değildi. Güzel bir güz güneşi ısıtıyordu bedenlerimizi. Kollarımı çözerek biraz daha masaya doğru eğildim. O anın hızında, kesik bir bakışla onun yüzüne baktım. Bakmamla gözlerimi tek noktaya indirişim bir oldu. O bile bunu anlamadı. Derin bir “oh” çektim. Görmediğine sevindim. Göz göze de gelebilirdik. Küçük bir ara mesafesindeki zamandı derinlik. O anı yakalayamayınca kaçan çok şey oluyormuş. O ana dokunamayınca bedenlerin canlılığı yok oluyormuş.
Zamanın bir kalbinin olduğuna inandım hep. Amin Maalouf’un Semerkant’ındaydı bana bunu düşündüren cümleler. Sahi bu kitabı ne zaman okumuştum? “Zamanın iki boyutu var. Uzunluğu güneşe, derinliği tutkulara bağlı.” Buradaki derinliği hep yaşamak istemişimdir. O kaybolduğunda yaşamak nasıl bir şeydi, bilmiyorum. Zamanın ellerinden tutmayı, bunu becerebilmeyi çok isterim. Oradaki sıcaklığı alabileceğimi biliyorum. Acı, gözyaşı, sahte yaşam kırıntılarının olmayacağı bir sıcaklık bu. Bir istem hâli. Oysa yaşamım istemsizce yaptıklarımla doluydu. Kendimden açıklamalı, savunmalı hâllerimden nefret ettim hep. Böyle durumlarda, zamanla konuşan birine dönüşürüm. Zamanın içindeki boşluk, en yakın arkadaşım olur. Onunla uzun uzun bakışıp, ellerini tutup, sıcaklığına sarılırım. Öpüşürüz. “Al beni.” dediğimde, usulca alır, eriyip giderim içinde. Uyandığımda ise zamanın gerçeğiyle karşılaşırım. Bu yüzden içimdeki öfkeme dargınım, biriken öfkemi içimde kilitli yıllardır. Zaman da açamamıştı o kilidi. Şimdi ise buna yenik düşmek istemiyordum. Nedenlerimin altından kalkamadığımda ‘nasıl’a sığınıyordum. Nasıl olur? Çözümsüz bir nasıldı bu. Derinlere götüren bir nasıl… Dalıp gitmiştim masanın üzerinde elimle oynadığım kıymığın ayrıntılarında. Kimse ruhumdaki delikleri görmüyordu. Bugünde yaşamıyor gibiydim. Tüm sevgi sözcüklerim bu deliklere sıkışıp kalmıştı sanki. Oysa onun tüm zamanlarının öznesi olayım istemiştim. Üniversite yıllarında dinlediğim şarkı geldi aklıma birden. George Michael’ın, “time to pick my heart up off the floor.” dediği yerde kendimi bulmuş gibiydim. Kalbimi yerden kaldırma zamanı. Var olmak ve yok olmak arasındaki mesafe. Bir kesik bakışta göz kapaklarımı geri çekişim arasındaki anın hızındaki masumluğu istemiştim.
“Çocukluğumdan beri yalnızlığımın farkındaydım.” dedi son hamlesini yapar gibi. Dikkatimi yeniden toparladım. Devam etti: “Hep buyuran birileri vardı yaşamda ve ben onlara karşı hep tavırlıydım. Çoğu zaman sadece içimde kalır, dışa ulaşma şansı bulmazdı bu tavırlar. İçimde yaşanası olanlarla dışta gerçekleşenler örtüşmüyordu bir türlü ve ben içimde olanlara vurgun, onlara tutkundum. Dövüldüm, sövüldüm, eğilip büküldüm, yoruldum. Ama çocuktum. Hep bir kalıba sokmaya çalıştılar. İyi-kötü, günah-sevap, doğru-yanlış, güzel-çirkin, yasak-yasal gibi çelişkilerle boğuldum…Evcilleştirildi duygularım, kendime yabancılaştırıldım. Ahlaklı sayıldım böylece. Akıl çemberine alınmıştım. İyi evlat oluyordum. Yaşadıklarımın ne kadarına sahip olduğumu bilmiyordum bile. Korkularımla kavgaya tutuşmuştum o yaşta. Büyük bir savaş başlamıştı içimde… Savaş alanı sanki bedenimden geçip duygularıma saldırıyordu. O dönemden bir şey var. Biliyorum, var edilen her şey beni senden alıkoyuyor, uzaklaştırıyordu. Sana gelişlerimi engelleyen bir sete dönüşüyordu her şey.”
Geçmişten çıkamamanın suskunluğuydu bu. Böylesi anların ifadesini kendimden bilirim. Ülkedeki ya da dünyadaki gündem ne olursa olsun, onun dışında bir yerdeyimdir. İçimden bırakın bir şey yapmayı, konuşmak bile gelmez. Kendi evrenimde yaşarım. İç dünyamın derinliklerinde kalırım. Hayatımızı en çok etkileyen ekonomik, politik meseleler, dışarıdaki devinim ruhumdan uzaktır o an. Kendim olduğum anlardır. Ben bu tür durumlarda kendimi daha kendim gibi hissederim mesela.
Konuşmasına devam etmek istiyordu. “Biraz büyüyünce…” dedi ve yutkundu. Söylemek istediklerini söyleyemedi ya da nasıl söyleyeceğini bilemedi. “Nasıl” sözcüğü ilk kez doğru yerindeydi. Konumlanışı stratejik bir öneme sahipti. Bir savaşta en önde olan komutanın rolünü almış gibiydi. Ama ben onun nasıl söylediğine değil, ne söyleyeceğine odaklanmıştım. “Yaşadıklarım beni ‘içine kapanık, pek konuşmayan, tepkisel, asabi ve muhalif’ kılmıştı. Böyle derlerdi benim için aile fertleri. Sırf onlar değil, çevremdeki insanlar, arkadaşlar, dostlar. Bu durum daha da tepkili kılmıştı belki de beni.” dedi ve sustu yine.
O an susması, bir süre dalması, beni endişelendirdi. Şimdiye kadar bilmediğim bir şeyi anlatmak istiyor gibiydi. “Duygularını, kendini anlatmayı bırak, ne oldu sana böyle, onu anlat.” dedim. Sesini çıkarmadı. Geçmişin suskunluğu aramızdaki masada dolandı durdu. Sonra onun yüzüne çarpıp içindeki çukura düşerek kendini gizlemeye çalıştı. Yüzünde bir iz oluştu ve benim o güne değin görmediğim bir izdi bu. O an büyük bir utanç duydum. Yüzünün derinliğinde bir gülümseme belirdi. Bunu kimse görmedi. Ama benim gördüğümü anladı. Hiç bahsetmediği bir abisi olduğunu biliyordum, o kadar.. Çocukluk hayallerini bozmasına izin vermediği bir ağabeyi… Susması çok şey anlatıyordu. Aramızdaki karanlığın adı buydu. Aramızdaki mesafe. Aramızdaki zaman susmuş, gözyaşı olup akmıştı yanağına. Yanağındaki çizgiden hızla akan bir dere gördüm. Çöle akan ve orada yitip kuruyan… “Kötülük zamanla alakalıdır,” derdi bir zamanlar çok sevdiğim biri. “Bir yönelimi açıklama kötülüğü ise toplumla… Toplumun var olan cinsiyetçi, ayrımcı bakış açısı, küçüklere zamanın kâbusudur.” diye söze başlamışken, eli yanağıma uzanmış, yanağımdan akan gözyaşımı silmeye başlamıştı. Eli sıcaktı. Sıcaklığı yüzüme bir canlılık vermişti. Bana düşen susmak ve o elin sıcaklığına sığınmak olmuştu. Henüz kelime dağarcığım yaşadığın bu duyguları anlamaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyordum. İçimdeki ses de susmuştu.
O an bir sokak kedisi bacağıma sürtündü. Beni avutmak için gönderildiğini düşündüm. Sevmek için eğildim. “Seni kim gönderdi böyle sevgi yumağı?” Avuçlarımı açmıştım ki hızlıca yanımdan uzaklaştı. Önceki pozisyonuma dönmek için doğrulurken onun yüzüne baktım. Yaşanmışlıkları biriktiren o, avutulacak olan ben. Ne garip bir tanımlama yapmıştım. Biriktiren o, avutulacak olan ben. Tam tersi olsaydı peki? Burada empati yapılabilir. Ben ortaya bir önerme koymuş oldum kendimce. Onunla yansıyan, onun gördükleri olsa da, “ben” diye bildiğim daha başka bir şeydi. Bu duruma rağmen görebildiğim kadarıyla, ailedeki çoğu yaklaşım biçimlerini almışım. Kimisini isteyerek, çoğunu da istemeyerek. İlişkilenme biçimleri, dinsel yaklaşımlar, feodal duruşlar ve yaşama dair daha bir çok şey. Kendimi ne kadar sıyırabilirdim ki çevremde olup bitenden, zamana karşı zamanda olanlara…
“Ekonominin dünyayı döndürdüğünden bahseder Marx ve bunun üzerine sayısız tezi vardır. Ama birikmiş öfkemizi kim yazabilir? Bireysel mağduriyetlerimizi, içimizde biriken ve bize gelenek görenek diye diye dayatılan, doğru diye yaptırılmaya çalışılanları… Bir şeyin geçmişten gelmiş olması günümüzde doğruluğuna işaret midir? Hatta geçmişi, geçmişte yaşananları sorgulamak gerekmez mi? Ben bu sorularla geleceğe yürürken, sen de buna dahil oldun. Seni de toplumu çevreleyen bir terimle, sosyal ve politik sistemlerin desteklediği bir uygulamayla karşı karşıya bıraktım. Şimdim olmanı isterken, sen benim daha çok geçmişim, daha az geleceğim olmuştun. Oysa istediğim en korkunç şey de bu hâllerdi. Bu yüzden yalnız kalmıştık. Bu yüzden kopmuştuk. Ama ben büyüdükçe yaşamımı değiştirdim. Kendimi aileden kopardıkça özgürleştim. Zamanla o geleneksel aileyi, ailenin dinsel yaşam biçimini tamamen çıkardım yaşamımdan. Tamamen dediğime bakma yine de aileyi tamamen atmış değilim. Kopamıyor insan.” dedi ve önüne baktı.
Her konuşmadan sonra susmak ve önümüze bakmak garip bir şeydi. Nedensiz ve bir utanma duygusu gibi bir şeydi. Devam etti kısık bir sesle. “Yalnızız dedim ya, benim yalnızlığımın bunlarla bağı var elbette. Senle karşılaşmamızı anımsıyor musun?” dedi başka bir havaya bürünerek ve anlatmasını aynı ses tonuyla sürdürdü: “Hayatta rastlantıların gücüne inandım hep. Tam bunu düşündüğüm bir anda sen çıkıp gelmiştin. Karşımda durmuş, bir şeyler söylüyordun. Söylüyor muydun, soruyor muydun belli değildi. Doğrusu bu kısmı unutmuş gibiyim. Yollarımız kesişmişti. Bildiğim, evden on dakika daha geç çıksam, başka bir hikâye yazacağımdı. Buna inandım. İşaretlere inandım, zamanın bize sunduğu işaretlere… ‘Zamana kalbimi açmalıyım,’ dedim o an. Aklımda kalan tek şey sarı ojelerindi. Sarı ojelerinle karşımdaydın, içime değdirdiğin sıcaklığınla… Kendimi avuttuğum yer bu karşılaşmamızdaki ‘kendini hissediyor’ oluşundu. Böyle algıladığımdan beri içimdesin. Beni hissettiğini hissettiğim o ilk an. Yaşamın bana yansımalarından dolayı, birilerini bu anlamıyla yakın bulmam çok önemliydi. Belki de bunun üzerine kendimdeki anlamların çoğunu yükledim sana. Sana anlamlar yüklemiş olmamdan ne zaman ve ne kadar haberdar oldun, hiç bilemedim. Farkında olmadığını iyi biliyordum. Küçükken kaçtığım abimden, sığındığım annem gibi. Annemin, ‘o senin abin, git onunla oyna,’ deyip savuşturmaları aklıma gelir durur. Sığınacağım kucak da kalmamıştı böylece. Seni haberdar etme gibi bir eğilimim de hiç oluşmadı bu yüzden. Hatta haberdar olmaman için çabalamış da olabilirim. Çünkü bendeki anlamıyla anlayamayacağından emindim. Bunun için bir konuşmamızda şöyle demiştim. “Anlamak yakın olmak, anlaşmak bir olmaktı.” Ve aramızda klasikleşen susma hâline geçti.
Gözlerini sana bakamayan gözlerimden kaçırmıştın. Oturduğumuz kafenin terasında, masa siparişleriyle ilgilenen garsonu göz hapsine aldın. Getirdiği çaylar bıraktığı yerde öylece duruyordu. Kaç zaman geçmişti, ikimiz de düşünecek durumda değildik. Bu konuşmadan nasıl ayrılacaktım, bu masadan nasıl kalkacaktım! Şimdi de bunun telaşı sarmıştı beni. Emin olduğum bir şey vardı. Aramızdaki zamanı durdurmak. Bunu nasıl yapacağımı bilemez hâldeydim. Gözlerim etrafı tarıyor, her harekete kafamı çevirip bakıyordum. Böylece zaman dediğim şey benden yanaymış gibi geliyordu. Anlık kaçmaların rahatlığı işte… Gerçek kaçışın olmadığı küçük aralardı bunlar. Oturduğumuz teras bir kaldırımla yoldan ayrılıyordu. Ara ara arabalar geçiyordu. Her geçen arabayla başım da o yöne kayıyordu. Sanki onları izlemeye gelmiş gibiydim. Tam başımı çevirdiğim yönde uzaktan iki kızın kaldırımda yürüyerek bulunduğumuz yöne geldiklerini gördüm. Sürekli birbirine dönüp konuşuyor ve el kol işaretleriyle hararetli bir tartışmanın içinde oldukları anlaşılıyordu. Yaklaştıklarında sanki konuştuklarını duymak ister gibi biraz daha öne kaydım. Masaya da yüklenmiş oldum tabii. Masa hafif bir gıcırtıyla ona doğru kaydı. O da aramızdaki boşluğu doldururcasına masayı eski yerine getirme çabasına girişti hemen. İki eliyle sağlı sollu tuttu ve benden tarafa ittirdi. Yoldan geçen kızlardan gözümü çekmiş onu izlemeye başlamıştım. İzleyişimi fırsat bilerek yeniden konuşmaya başladı: “Sen gitmeyi seçiyorsun. Gitme kararını senden önce ve senden habersiz olarak vermiş olmama rağmen, gidememiştim. Yüklediğim anlamların ve duyduğum yakınlığın, insanların birbirine duyduklarına benzer yanlarıyla çok farklı olduğunu da biliyordum. Bu durumu tanımlama gereği de duymuyordum sırf bu yüzden. Belki tanımlayamazdım da. Sonrasında aramıza zaman giriyordu ve çokça yaşanmışlıklar. Gitmek istememe rağmen gidemeyen benin giden yanıydın. Belki de gidene duyulan özlemin odağıydın sadece. Onlara dokunmanın yolu sendin ve ben buna geldim. Bu yüzden hiç gidemedim.” İç sesim de onun tarafına geçmiş, benle birlikte sessiz sessiz onu dinliyordu.
“İnsan hatırlar.” diye bir söz geliyor o an aklıma. Ona diyemedim. İnsan neyi, ne kadar hatırlar! Yoksa istediklerini mi hatırlar? En çok hatırlayacağım an, bu an olacak. Çok şey söyleyip kendimi anlattığımı sanıyordum. Oysa hiçbir şey demediğimi onun söylediklerinden sonra anladım. Öylesine çok yük yükleyen bir sevda ki anlatılan, ruhuma ve yaşamıma ağır gelmişti. Çok büyük bir ihtiyaç bu deyip hafifletmeye çalıştım duygusunu. Benim dışımda yazılan bir şiire sığınmıştım. Bir şiir dinliyor gibiydim. Şairini anlamalı mıydım? Yoksa kendimi mi dinlemeliydim? Şiirin imgelerinde kaybolmayı mı seçmeliydim? Deli sorular büyüdükçe kendimi salmıştım.
Ellerinden tuttum yine zamanın. Sıcaklığına sığındım. İçinden hayatlar düşecekti yine kucağıma. Kimisi sert dokunacak, canımı acıtacak, kimisi yumuşak öpüşlerle akacaktı boynumdan koynuma. “Konuş benimle,” dedim, “ihtiyacım var sana.” Belki o zaman sesinin tonunda kaybolup kendimi bulacaktım. O an beynimden ruhuma, “her anım sendin” deyişi ilmek ilmek işlenecekti. Her ilmek büyük bir düğüm, her düğümde bir bıçak darbesi alacaktım. Kanı içe akan, görünmeyen darbeler. O an ses, elimin üzerinden esintisini hissettirerek geçti.
“Her anım sendin.” O üç kelimeyi biraz daha yakın çekimle gerçekleşen dokunuşla söyledi sanırım. Bir bakıma, uzaksın deyişini doğrularcasına. Ama uzak olduğum anlamına gelmiyordu. Google Earth gibi düşündüm bunu hep. Hani uzaydan dünyaya yaklaşırsın bir mouse hareketiyle, istersen bir kentin sokaklarına kadar inersin. Tüm dünya bendeydi ve ona uzak değildim. ‘Tümünü görüyorum.’ diyebilmek gibi. Tüm sokaklar da buna dâhil. ‘Bir sokağın içini görünür kıldım.’ demek gibi. Sense sokaklara uzakmışım gibi davrandın. Oysa sokaklar kontrolümdeydi. İstediğim zaman ya da istenildiği zaman o sokakta ya da diğerlerinde olabiliyordum. İçinde kendimi bulabilmekti aradığım. Çünkü bir sokak yalnızca tuğladan, taştan, çimentodan ve evlerin sayılarından oluşmaz. İçinde yaşayan insanların duyumsadığı, yaşadığı acının, kederin, neşe ve sevincin izleri vardı orada. Bu izlerin imgeleriyle örülmüş evler, evlerin sevgisiyle sulanmış bahçeler, aşkla bakılan pencereler vardı. Yaşamı belirleyen imge nedir diye sordum durmaksızın, bunu düşünmeye başladım yeniden. Neşe ve sevinçlerimin toplamı hangi sokağın imgesine sığar. Ya kederlerimi sıralasam. Tekniğin hangi programı anılarımı uzaklaştırabilirdi. Zamanı orada kilitlemenin önüne geçebilir miydi? Beynimi bir öykü kurmacasının içinden çıkartır gibi bir illüzyona tabii tutabilirdi. Kimseyi boşluğundan kurtaramayacağımı biliyordum. Hayattan öğrendiğim beklentisizliğin olmazlığı peşimi bırakmazdı.
Sarı oje de sürmemiştim. Sigara paketi ve çaylar masanın üzerindeydi hâlâ. Küllük de vardı. Hangi ara küllüğü getirmişti garson, hiç görmedim. Çekinerek ellerimi masanın altına kaydırdım. Gözlerim tırnaklarıma sürdüğüm beyaz ojedeydi. Annemin açıkta kalan her bir saç telim ve boyadığım her tırnağıma cehennemde bir yılanın asılıp kalacağını söylemesiyle oluşan çocukluk korkuma sarıldım. Kız arkadaşlarımla yeşil ceviz kabuklarını ezerek yaptığımız kına renkli ojelerim geldi aklıma ve de korkularım… İnandığım korkularım. Sen ya da o ya da iç sesim kızarak baktı bana. Kim kimdi? Kimle konuşmuş, kiminle oturmuştum. Ses mi, sen mi, o mu? Anlamadım. Hemen düzeltiyorum, yaratılan korkum olacaktı o. Büyük sevinç duyarak sürdüğüm yeşil ceviz kabuğundan ojelerime ve korkutulan çocukluk sevinçlerime baktım.
Elimi masadan kucağıma düşürdüm. Sarı oje sürmemiştim. Beyaz renk sürdüğüm ojelerimin üzerinde dolandırdım parmak uçlarımı büyük bir hüzünle. Sarı oje sürmeliymişim, dedim kendime kendimi anlatırken. Ne sen ne o vardı yanımda. Ben sesime, sesim bana sırdaş olmuştu.
Bu öykü Rengin Göçmen Kadın Öyküleri(2023) seçkisine girmeye değer görülmüştür.
“O anı yakalayamayınca kaçan çok şey oluyormuş. O ana dokunamayınca bedenlerin canlılığı yok oluyormuş.”
Eğitim yazıları ve edebiyat sohbetlerinden sonra öykülere can veren soluğunu, yüreğine sağlık canım Başak Canda. Yüreğin ve kalemin hiç susmasın.
Hep o anı yaşamak dileğiyle. Her anımız o an olsun…
Çok teşekkür ederim sevgili Derya. Her anın güzelliğine.
Kimsenin kimseye kimse olamadığı bu çağı yaşayarak öğreniyoruz, oldukça deneyimli ve yalnız bir yazım emeğinize sağlık.
Çok teşekkürler sevgili Hakan. Kimsenin kimseye kimse olmadığı dönemlerin kimsesi olmaya o hâlde. Sevgiler.
Sevgili Başak dost… öykünüz akşamı kucaklamaya yakın bu saatlerde hayatın sessiz anlarının bir fotoğrafı gibi geldi bana. Anlatmak mı anlaşılmak mıydı önemli olan, sorusu düştü usuma. İnsan için her ikisi de önemli, bir yazar için de yazmak ve okunmak gibi. Nice öyküde, nice okumalara diyorum. İçimize dokunan satırlar için teşekkürler.
Çok teşekkür ederim canımmm Gökhan, “Hayatın sessiz anlarının fotoğrafı”: tam da bu dedittin bana. Anlatmak mı anlaşılmak mı arasına döşenmiş ince bir yol. Ve herbirimiz bu ince yolda yürüyoruz aslında. Bazen tek bazen beraber. Düşmek yok, beraber yürümeye devam. Kalbinin güzelliğine❤️
Sevgili Başak, uzaktan da olsa attığın her adımı, yüreğinden kopup gelen ve insanı sarıp sarmalayan cümlelerle kurduğun öyküleri imrenerek va özdeşleşen izliyorum. Şunu öğrendim ki yazdıklarından birbirinr bir zamanlar, bir şekilde dokunmuş yüreklerin yeniden buluşması için zaman ve mekan anlamsızlaşıyor. Edebiyat bunu yapıyor ve sen de iyi bir edebiyatçı olarak bunun mimarlarından birisin. Sevgiyle…
Çok teşekkür ederim İzo can. Zaman ve mekanın anlamsızlaştığı yerde yüreğimizin devreye girmesi ve bu yolda çoğalmalara.
Çocuklukta iyi ve kötü olarak verilen ne varsa yaşamlarımızı nasıl etkilediğinin güzel bir hikayesi olmuş. Kutluyorum.❤️
Çok teşekkür ederim. Maalesef çocuklukta yaşanılan şeyler şimdimizi ve geleceğimizi olumlu etkileyebileceği gibi olumsuz da etkileyebiliyor. Toplumumuzun kanayan yarasına dokunmak istedim ben de. Sevgiler
Basligindan bir ask oykusu gibi anladim. Ama hic de oyle degil. Buyuyememis bir adamin kendisiyle konusmalari. Buyuk bir ustalikla islenmis; bagirmadan anlatilmis…tesekkurler Basak.
Çok mutlu oldum böyle okumanıza. Öykü yerine ulaşmış. Çok teşekkürler, sevgiler.