“Tiyatro anlayışımıza uygun oyunlarla buluştuğumuzda, salonları dolduran seyircimiz ve biz, güzel bir dünya kurulabilir düşünü, umudunu paylaştık. Sıradan bir tiyatro-seyirci ilişkisinin sınırlarını hep zorladık. Elbette politik oyunlarla…” diyen Gül Göker ile bir söyleşi gerçekleştirdik…
– Ankara Birlik Tiyatrosu (ABT) 12 Mart’ın karanlık günlerinde devrimci dayanışma amacıyla 10 Eylül 1971’de Zeki Göker ve arkadaşları tarafından kuruldu. Sizin sürece dahil olmanızın genç bir üniversite öğrencisi olarak geldiğiniz Ankara’da başladığını biliyoruz. Bu konuyla ilgili okuyucularımıza aktarabileceğiniz özel anekdotlar var mıdır? Yıllar sonra geriye dönüp baktığınızda sizin yaşamınızda ABT ve Zeki Göker neyi ifade eder?
1976 yılı Eylül ayında, İskenderun’dan, Ankara’ya üniversite okumak üzere gelirken, tiyatroyu meslek olarak seçmeye karar vermiştim. İskenderun’daki dostlarımın bana önerdiği tek tiyatro, Ankara Birlik Tiyatrosu’ydu. Onların, yönetmen Zeki Göker’e yazdığı bir mektup ile tiyatronun kapısını çalacaktım. Bana çok yakıştığını düşündüğüm mavi bir tayyörle, Maltepe’deki salona gittim. Heyecanlıyım… Elinde bir çekiç, pantolon paçaları diz kapağına sıvanmış, talaş tozları içinde bir adam, bana elini uzattı: “Ben Zeki” dedi. Büyük bir şaşkınlık yaşadım. “Bana, büyük yönetmen ve oyuncu olarak anlatılan Zeki Göker bu olamazdı!” Benim süslü halimi süzdü. Kendimi tanıttım. Üniversite kaydımı yaptırdığımı ve tiyatro yapmak için geldiğimi ekledim ve ortak dostlarımızın mektubunu uzattım. Hızlı bir şekilde okudu. “Hoş geldin tiyatromuza.” derken, elimi çok güçlü bir şekilde sıktı. İnanamadım. Çevredeki arkadaşlara “Her şeyi hallettiniz mi?” diye sordu. “Hallettik ama çay kazanını alamadık” dediler. “Neden?” diye sordu. “Para yetmedi” dediler. Cebimdeki, babamın Ankara’ya gönderirken verdiği toplu parayı hatırladım. Hemen çıkarıp uzattım. “Bende para var, bununla alabilirsiniz” dedim. Dönüp baktı. “Yok, sen öğrencisin, biz hallederiz” dedi. Ben de parayı masaya bıraktım. Gülümsedi, “Borç olarak alıyoruz” dedi. “Ben şimdi nereden başlayacağım?” diye sordum. Sezon yeni başlıyordu. Yarın akşam perde açılacaktı. Üstü başı perişan halde dekor çakıyordu. Etraftaki herkes koşuşturuyordu. “Yarın sabah gel.” dedi. Ve ekledi “Giysilerin sana çok yakışmış ama üzerindeki bu mavi tayyörü çıkar ve günlük giysilerle gel.” Yürek çarpıntıları içinde çıktım. Ertesi sabah sıradan bir kot ve gömlekle tiyatroya geldim. Büyük bir temizlik vardı. “Ben ne yapabilirim?” dediğimde; “Tuvaletleri temizleyebilirsin” dediler. Büyük bir çabayla öyle bir temizlik yaptım ki, tuvaletlerin bütün çehresi değişti, ilk giren de Zeki Göker oldu. Elimde fırça ve kova vardı, şaşırarak baktı “Ne kadar güzel olmuş, aferin” dedi. Yönetmenden ilk aferini almıştım.
Bir tiyatro atölyesi vardı. Biz yüz atmış genç, tiyatro eğitimi almak üzere, düzenli olarak salona geliyorduk. Kuralları vardı. Disiplin ve ciddiyet, çeşitli teorik kitapları okumak, konuk yazarlarla söyleşilere katılmak, her akşam perde açan oyunu, balkonda oturup izlemek vardı. Her gece aynı oyunu izlemenin, bize ne öğreteceğini çok anlayamamıştım. Fakat sonraları bunun ne denli öğretici olduğunu, topyekûn kavrayacaktık.
Küçük bir anı;
Emmanuel Robles’in “Özgürlüğün Bedeli” adlı oyununu, seyirciye duyurmak için, küçük el ilanları bastırılmış ve üzerine, oyunun temasına uygun bir dörtlük eklenmişti.
“Ne gözdağı ne işkence ne ölüm
Döndüremez bizi inancımızdan.
Kıyamlarla değil tek, gelseniz yüz bin ölümle bile,
Döndüremezsiniz bizi yolumuzdan”
Bu şiir ile oyunun yer, tarih ve saat bilgileri yazan el ilanlarını, Kızılay’da halka dağıtacaktık. Altı kişi Kızılay’a ilan dağıtımına çıktık. Beş dakika sonra bir el, kolumdan tutup, polis arabasına bindirdi. İlk kez gözaltına alınıyordum. Ankara Emniyet Müdürlüğünde, diğer arkadaşlarımızın da toplandığını gördüm. Üst düzey bir sivil Emniyet Müdürü beni, diğerlerinden ayırıp sorguya aldı.
“Senin aileni biliyoruz, seni araştırdık. Sen, tanınmış bir ailenin kızısın. Zeki Göker gibi bir adamla ne işin var? Hepinizi bırakacağız. O tiyatroya asla bir daha gitme ve okuluna dön” dedi. Zeki Göker’e, Emniyet Müdürünün kendisiyle ilgili sözlerini söylediğimde “Doğru söylemiş” dedi.
Okula dönemediğim gibi, on gün sonra da profesyonel olarak ilk kez sahneye çıkacaktım.
Kısa zaman sonra evlendik. Eşim ve çocuklarımın babası sözcükleri, bu birliktelikte hiçbir zaman birincil olamadı. Zeki Göker ve Gül ilişkisi, ustalık – çıraklık ve yoldaşlık yani yol arkadaşlığı olarak tanımlanabilir. Aynı dünya görüşünün ışığında, tiyatroya inanmış iki insanın; kararlı, inatçı yürüyüşüydü ABT. Zeki Göker, ustamdı. Yaşam ile sahnenin vazgeçilmez iletişimini, dünya görüşümü, yaşadığım döneme, ülkeye, emekçi katmanlara karşı sorumluluk duygusunu, O’ndan öğrendim. Seyirciye mutlak saygı da bir öğretiydi. Sürekli daha nitelikli, daha sanatsal üretimlere ulaşmanın yollarını zorluyorduk. Kollektif tiyatro algısını, “ben” lerin peşinde koşanların tersine, “biz” olmayı, “ben” yerine “biz” demeyi ABT öğretti bana.
– Ankara Birlik Tiyatrosu, politik tiyatro yapmak amacıyla kitleleri bilinçlendirmek ve harekete geçirmek için kurulmuş kolektif bir yapıyı işaret ediyor. Bir anlamda güzel bir dünya tasavvuruyla ortaya çıkarak kendi öz gücüne güvenen halk için bir tiyatro hareketi başlatmak istemiş. Zeki Göker, muhalif bir çizgide yıllardır inatla nice bedeller ödeyerek yol almış, devrimci sanata katkı sunmuş. Kimilerince sanatın ideolojilerden arındırılması gerektiği savunulur. Özellikle de bu anlayışın temsilcilerinin sanatın her dalında görünür kılınmaya çalışıldığını biliyoruz. Buradan yola çıkarak politik tiyatronun sanat ile ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz?
Sanatın ideolojilerden arındırılması gerektiğini savunurlar, savunsunlar. Bunu yanıt vermek için bile değerli bulmam. Politik tiyatronun sanat ile ilişkisi üzerine söyleyecek ve savunacak 52 yıllık bir ABT pratiği var. Biz böyle bir tercih yaptık, buna inandık ve yol aldık. Ama hadi sanatın işlevini bir tarafa bırakalım; sanatın aşağı yukarı her düzeyden olanına da “Tamam” diyelim ama sanatçıya “Ne yapmaya çalıştığını” da sormayacak mıyız?
“Seyirciye sunduğun oyunla ne anlatmak istedin?”
Sanatsal niteliği yok, sınıfsal içeriği yok, kimi eleştirmen(!) ya da internet köşesi yazarlarının, bu tür tiyatro insanlarını Shakespeare gibi sunmaya çalışmasını da görmezden gelelim, peki seyirci?
Ortada görünen işlere, kavram yüklemek için problem çözer gibi uğraşmak zorunda kalan seyirciyi ne yapacağız?
Kötü oyunlardan çıkıp, düş kırıklığı ile “bir daha bir tiyatronun kapısından bile geçmem” diyeni?
Tiyatro, abartılacak, kutsanacak, ulaşılmaz bir sanat dalı değil. Bizler de eşsiz, yeri doldurulamaz varlıklar değiliz. Kendine paha biçemez yazarlar, yönetmenler ve oyunculardan kaçtım hep. Narsistik yaklaşımın karşısındadır politik tiyatro. Bireysel değil, kollektiftir, toplumsaldır. Yazarın, yönetmenin, oyuncuların parlatılmasına hizmet etmez. Bu yüzden de politik tiyatro kavramı tercih edilmez, eleştirilir, yok sayılmak istenir. Daha da ileri giderek, sanatın politikadan, ideolojilerden sıyrılması gerektiğini söylerler. Komik…
Kime söylüyorlar? Politik tiyatro yapan kaç ekip var? Zaman zaman köşe yazarları, özel tiyatro patronları, kimi DT oyuncuları, sanat eleştirmenleri bunları yazdılar, söylediler. Sonraları polis şefleri, sorgucu savcılar, hakimler; gözaltlarında, mahkemelerde buna benzer uyarılarda bulundular. Çok umursamadık.
Sanatçının özerkliği, sanatsal yaratım için vazgeçilmez koşullardan biri. Bunu birçok sanatçı ister. Buna dair çeşitli çabalar ve örgütlenmeler oldu. Bu sadece özel tiyatrolar için değil, kamusal tiyatrolar için daha da büyük önem taşıyor. Yani Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, ödenekli Tiyatrolar…
Tiyatro anlayışımıza uygun oyunlarla buluştuğumuzda, salonları dolduran seyircimiz ve biz, güzel bir dünya kurulabilir düşünü, umudunu paylaştık. Sıradan bir tiyatro-seyirci ilişkisinin sınırlarını hep zorladık. Elbette politik oyunlarla…
Böyle bir ülkede, karşılaştığımız her şey politik; sanat nasıl dışında kalabilir?
Tolstoy ile ilgili çok hoş bir şey okumuştum. Şöyle diyordu yazı; “Rusya’da büyük bir ekonomik kriz var. Tolstoy, çevresine bakıyor ‘Emek ucuz ama ekmek pahalı’ diyor. Ve esas konunun bu olduğunu saptıyor ve bir daha Anna Karenina yazmıyor.” Bu, Anna Karenina’nın dünya çapında bir eser olduğu gerçeğine gölge düşürmez elbette.
-1914’te Dârü’l-bedâyi-i Osmânî, kısa adıyla “Darülbedayi” kuruldu. Azınlıklara özgü bir sanat olarak bilinen tiyatro; devlet eliyle tiyatro eğitimi verilmeye başlanmasıyla sonraki sürece damga vuracak oyuncular yetiştirildi. Cumhuriyet sonrası da Halkevleri, Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatrolarıyla birlikte devlet desteğiyle ayakta kalan özel tiyatrolar, belirlenen sınırları aşamayan ideolojik olarak sisteme bağlı, toplumsallığı öncelemeyen sanatçı tipolojisini yarattı. Yukarıdaki açıklamadan yola çıkarak tiyatroların ve sanatçının özerkliğinin sanatın gelişimi açısından önemi nedir?
Sanatçının özerkliği, sanatsal yaratım için vazgeçilmez koşullardan biri. Bunu birçok sanatçı ister. Buna dair çeşitli çabalar ve örgütlenmeler oldu. Bu sadece özel tiyatrolar için değil, kamusal tiyatrolar için daha da büyük önem taşıyor. Yani Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, ödenekli Tiyatrolar…
Kısacası “parayı verenin düdüğü çaldığı” kurumlarda da özerklik arayışları oldu. Özgürce seçemediler, yönetemediler, oynayamadılar. Bunu değiştirme konusunda çabalar yetersiz kaldı. Köklü bir reform ve iyileştirme olmadı. Sözde politikadan ürken idareciler, en gerici, en yobaz oyunları da repertuarlara koyarak dayattılar. Ödenekli tiyatro oyuncuları ise, bundan mutlu olmasalar da oynasın oynanmasın maaşlarını aldılar.
Devlet yardımı adı altında, özel tiyatrolara el uzatan iktidarlar, oyun metinlerini irdelemekle kalmayıp, başvuranların sosyal medya hesaplarını inceledi, yandaş gruplara ulufe gibi bol bol dağıttılar, beğenmediklerini cezalandırdılar. İbiş’in tefi, bu kez devlet kapısında idi. O tefe, ne konursa kabuldü. Bu da özel tiyatroların payına düştü. Sanatın ve sanatçının özerkliği, nitelikli, eğitici olması, sanatsal bir yaratımın en temel koşullarından biri. Bu, böyle bir ülkede, hepimiz için bir düş…
Tiyatro oyunu üretenler, önce düşüncelerinde özerkliği yaratabilmeyi başarabilirse, gerisini aşmak daha kolay.
-Tiyatro deyince hemen akıllara geniş kadrolarla çıkılan çetin koşullardaki turneler geliyor. Geçmişte çatışmalı bir ortamda Anadolu’nun köylerini, kasabalarını dolaşmanın zor ve emek gerektiren süreçler olduğunu düşünüyorum. Turneler bir anlamda halkla buluşma pratiği içerirken sanatçının gelişimi ve birikimi üzerindeki etkileri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Tiyatroyu, erişemeyen halkın ayağına götürmek, politik tiyatronun vazgeçilmez kuralı. Şimdilerde farklı zorluklar içerse de turneler, ABT’nin vazgeçilmezi. 1970’li yıllarda, kulissiz, berbat sahneler ya da sahnelerin olmadığı kasabalarda, kahve masalarını birbirine iple bağlayarak oyun oynayabilmek… Koridorda teneke içinde odun yakarak ısınan küçük otobüsler, bagajları üstte iple bağlanan dekorları kollayarak yol almak, kasabaların merkezinde konaklanabilecek tek bir otel bulamamak, orta salonunda soba yanarken, yatak odalarının kapılarını açık bırakarak belki ısınabilmek… Tahta kuruları da cabası… Kasabada bir hamam varsa ve hamam kadınlar için bir gün ayırmışsa şanslısın, yıkanabilirsin.
Belki de hayatında tiyatroyu hiç seyretmemiş olan insanlara, tiyatronun ne olduğunu anlatmaya çalışmak… Daha da kötüsü, hasbelkader seyrettikleri bir çadır tiyatrosundaki “kadın” kavramını, gelen tiyatroda da arayan, bu duyguyla gişeye gelip “İyi avrat var mı?” diye soran seyircilerle karşılaşmak…
Seçtiğimiz oyunların niteliği ve TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve TÖB-DER’in organizasyon yaptığı kimi kasabalarda, gericilerin saldırıları ve her oyundan sonra her kentte gözaltına alınmak, ifade vermek, yargılanmak…
Bunlara rağmen, yine, yeniden o kentlere ve diğerlerine sürekli gitmek.
Bu turne pratiği, büyük bir öğreti. Ülkeyi tanımak, insanı kavramak, kibirden arınmak, sabır, empati, hoşgörü gibi kavramları içselleştirmeni sağlayacak, iyi oyuncu olmanın ötesinde, iyi insan olmayı öğreneceksin. İyi insan olmanın başka yolları da var elbette. Ama ben bu yolu öğrendim, Anadolu turneleri öğretti.
– Geçmişten günümüze hızla yaygınlaşan özel tiyatro sahneleri ekonomik zorluklar, örtülü ya da açık baskılar yüzünden kapılarına kilit vurmak zorunda kalıyor. En son Müjdat Gezen kendi tiyatro binasını satılığa çıkardığını belirtiyordu. Öncesi olmakla birlikte genelde özel tiyatroların pandemi sonrası içine düştüğü bu darboğazın nedenleri nelerdir? Sanatın baskılandığı, sanatçının sesinin kısılmaya çalışıldığı bir dönemde bu ablukadan çıkış mümkün müdür?
Elbette özel tiyatroların içinde olduğu dar boğaz, pandemiden sonra başlamadı. Her zaman özel tiyatrolar bu ülkede sahipsiz, önemsiz, değersiz görüldü ve ötekileştirildi. Bu ülkenin gelmiş geçmiş bütün iktidarlarının doğru dürüst bir sanat politikası olmaması en önemli nedendi. Ama buna karşı, tiyatro sanatçılarının bir birlik çatısı altında örgütlenerek, topyekûn bir karşı koymanın başarılamaması da başka bir neden. Sanatın baskılandığı, sanatçının sesinin kısılmaya çalışıldığı bir dönem, sadece bu dönem değil.
Sanatın baskılanması, yüzlerce yıl dünya üzerinde birçok uygarlıkta var olmuş. Sanatın, tiyatronun, kitlelerin dönüşümünde çok önemli bir araç olduğunu, egemen güçler, sanatçılardan çok daha önce kavramış. Kendi ülkemize dönersek, Osmanlı İmparatorluğunda, yönetenler, tiyatroların sesini kısmak için, inanılmaz yöntemlere başvurmuş. Oyunları yasaklamış, engellemiş, cezalandırmış, kontrol altında tutmuşlar. Buna rağmen çok sayıda tiyatro, varlığını korumuş, Anadolu’ya oyunlarını taşımış. Kadının sahneye çıkışının çok sonra olmasının nedeni de bu yasaklar.
Sanatın baskılanması, yüzlerce yıl dünya üzerinde birçok uygarlıkta var olmuş. Sanatın, tiyatronun, kitlelerin dönüşümünde çok önemli bir araç olduğunu, egemen güçler, sanatçılardan çok daha önce kavramış. Kendi ülkemize dönersek, Osmanlı İmparatorluğunda, yönetenler, tiyatroların sesini kısmak için, inanılmaz yöntemlere başvurmuş. Oyunları yasaklamış, engellemiş, cezalandırmış, kontrol altında tutmuşlar. Buna rağmen çok sayıda tiyatro, varlığını korumuş, Anadolu’ya oyunlarını taşımış. Kadının sahneye çıkışının çok sonra olmasının nedeni de bu yasaklar. Abdülhamit döneminde, Paris’ten İstanbul’a getirilerek sergilenecek bir temsil yasaklandığında, Fransız Büyükelçisinin araya girmesi ve diplomatik çabalarla izin alınabilmiş. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, kahvelerde, bahçelerde ya da küçük salonlarda bin bir zorlukla tiyatrolarını sürdürenler hep olmuş. Saraya davet edilip, padişahı eğlendiren saray soytarıları ihya edilmiş, korumuş, kollanmış. Yüzyıllık Cumhuriyet döneminde de bu yaklaşımlar hiç değişmedi. Her zaman dar boğazdaydık, her zaman sesimiz kısılmaya çalışıldı. Bunlarla cebelleşirken, bugün ülkemizde en temel sorun, yaşanan büyük ekonomik kriz. Hepimiz için en büyük dar boğaz bu! Bu ablukadan çıkış mümkün mü, deneyimleyerek göreceğiz…
– Ankara Birlik Tiyatrosu kuruluşundan itibaren muhalif duruşuyla daha çok kendi çizgisine yakın kitle örgütlerinin etkinliklerinde seyircisiyle buluşuyor. Bir anlamda tarafınızı belli ederek toplumsal değişim ve dönüşümde sanata önemli görevler yüklüyorsunuz. ABT’nin bir bileşeni olarak ya da bireysel anlamda, gerici iktidarla birlikte artan baskıların sanata etkisi bağlamında 12 Eylül karanlığını yaşamış bir sanatçı olarak geçmişle bugünü kıyaslayabilir misiniz?
1971’de, 12 Mart Askeri darbe sonrası kurulmuş bir tiyatro ABT. Benden önceki o süreci, anıları dinledim. Aziz Nesin oyunu “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” ile her gün gözaltı, ifade ve sorguya rağmen, üç yıl kesintisiz, bütün kentleri dolaşmışlar. 12 Eylül karanlığında kendimizi yine Anadolu’ya atmışız, yine kent – kasaba gidiyoruz. Sıkıyönetim komutanlıklarından, oyun metinlerine izin almaya çalışıyoruz. “Bu oyun olmaz!” Öteki oyun “Bu da olmaz!” derken, sonunda onay alabildiğimiz oyunlarla, seyircilerle buluşabiliyoruz. 1980 12 Eylül… Sıkıyönetim Komutanlıkları, Valilik, Emniyet Müdürlükleri kısmını ben üstlendim. Ve yakın tarihe kadar benim sorumluluğumda sürdü. Yaklaşık otuz yıl devam etti. Son üç yıldır Emniyet, izin vs. ile muhatap değiliz. Bir kıyaslama yapmam gerekiyorsa, en azgın dönem 1990-91-92 “Pir Sultan Abdal” dönemiydi. Yüzün üzerinde yasaklama, mahkeme kararları ve üst üste gözaltıları en çok o dönem yaşadık. Bugün tiyatrolara, iktidarın yaklaşımını aşağılayıcı, ötekileştirici ve sinsice buluyorum. Yirmi küsür yıldır aramıza büyük bir mesafe koyduk. AKP’nin yerel yönetimlerinin salonlarına bile yaklaşmıyoruz, talep etmiyoruz. Uzak da dursak, sonuç değişmiyor, o baskıyı görüyoruz. Gezi direnişine destek veren tiyatro sanatçılarının üzerinde ciddi baskı oluşturdular. Bugün de kimi festivallerde, programlarda, kimi tiyatroların üzerinin çizildiğini görüyoruz. Sonuçta, muhalefet eden bütün insanların ödediği bedellerden, sanat da payına düşeni alıyor.
Kıyaslama yapamayacağım, iktidarın iyisine denk gelemedik…
-TV ve Sosyal medya ağları, Netflix, MUBI vb. dijital platformlar üzerinden pandemi sonrası yayınlanan dizilerin sayısında patlama yaşandı. Tiyatro sanatçıların da bu pazarda hızla yerini almaya başladığını gözlemliyoruz. Tabi buna piyasa koşullarındaki arz talep dengesi yol açıyor. Siz bu geçişkenliği tiyatronun geleceği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Televizyon yayın hayatına başladığında, artık tiyatronun onunla rekabet edemeyeceği söylendi. Dijital ya da ulusal kanallardaki TV dizilerinde oynamak, bütün oyuncular için tercih edilen hatta kimileri için vazgeçilmez bir alan günümüzde. Sadece tiyatro oyunculuğu ile yaşamını sürdüremez elbette oyuncu. Mesleki bir tercih. Ekonomik koşullar, onları böyle bir karar almak için zorluyor. Ayrıca bu geçişkenliğin, kimi tiyatro patronlarının işine çok yarar ve tercih edilir bir durum olduğunu da söyleyebiliriz. Televizyonda şöhret olmuş ve tanınmış oyuncular, bu özel tiyatrolara artı seyirci sirkülasyonu sağlıyor. Oyunların içeriğinden çok, hangi şöhretlerin oynadığı pazarda da tercih görüyor. İyi ya da kötü metin kaygısından daha çok, “Kaç tanınmış oyuncu var?” sorusuyla biz de karşılaşıyoruz. Bu kulvarın dışında kalsak bile… Bunun tiyatroya kalıcı bir yarar sağladığına inanmıyorum. Oyun seyretmekle, şöhret seyretmek arasında kalın bir çizgi var.
– Son yıllarda “Alternatif Tiyatro” adı altında gençlerin yürüttüğü çalışmaları yakından gözlemleme olanağınız olmuştur. Deneysel ve yenilikçi bir tiyatro estetiği üretmek için yola çıkma iddiasındaki alternatif tiyatro çalışmalarıyla politik tiyatro arasında benzerlikler var mıdır? Yol açıcı olması babında tiyatroya gönül vererek zorlu yolculuğa çıkmaya hazırlanan gençlere neler önerirsiniz?
“Alternatif Tiyatro” değil de “Alternatif Mekanlar” diye adlandırıyorlar kendilerini. Takip ediyorum, izlemeye çalışıyorum. İyi oyuncular, iyi metin yazarları, iyi yönetmenler geliyor. Büyük bir heves ve heyecanla oyunlar çıkarıyorlar. Birçoğu üretim ve yaratma sürecini seviyor. Oyunları, seyirciyle buluştuğu zaman, ne kadar kişiyle buluşacağı kaygısı taşımıyorlar. Yani amaç, oyunların, seyirciyle buluşmasından daha çok kişisel heyecanları için seçiliyor, üretiliyor. Konservatuar eğitimleri, tutundukları ekoller, heyecan ve çabaları, seyirciye sundukları oyunlar, tiyatroyu “yeni bir tiyatro” kılmaya yetmedi. Herhangi bir sanatın dilini bilmek ve sergilemek, özgün ya da yeni bir sanat eserinin ortaya çıkması için tek başına yeterli olmuyor. Sanatın dilini en yetkin düzeyde bilmek kadar, o dil ile neyin söylendiği de önem taşımalı. Seçilen metinler, çoğunlukla kadına şiddet, ensest konusu ve eşcinsellik üzerine yoğunlaşıyor. Bunu bir cesaret olarak tanımlayanlar var. Elbette tabulara dokunmak çok değerli ancak sanatta cesaret, sadece bu demek değil, sürekli bir eleştirel tutum eşliğindeki cesaret, başarıya taşıyor insanı. Alternatif mekanlar ile politik tiyatro arasında benzerlik kimi ekipler için vardır diyebilirim.
Yol açar mı bilemem ama tiyatroya gönül vererek, zorlu yolculuğa çıkmış genç arkadaşlarıma birkaç cümle kurabilirim; yaşadığımız çağa tanıklık ediyoruz. Sadece izleyici kimliğimizle kalamayız. Bu tanıklığı bir eyleme çevirerek, tanık olduklarımız karşısında bir tutum almaktır “tiyatro”
Brecht, yaşadığı çağı, bilgi çağı olarak saptamış. Ve Galilei’nin ağzından “Bilmek zorundayım” demiştir. Hiçbirimiz, ustalarımızdan ya da tiyatro okullarında öğrendiklerimizle yetinemeyiz. Doğayı, yaşamı, insanı ve sanatın bütün dallarını bilmek, araştırmak ve öğrenmek zorundayız. Sistemi, yöneten-yönetilen ilişkisini kavramak zorundayız. Bu işte araştırmanın, öğrenmenin sınırı yok.
Bir de bu ülkede, bu işte, herkesin kendine sormak zorunda olduğu ilk soru, “Tiyatro için bedel ödemeye hazır mıyım?”
Sanat kavramının aşırı zorlanmasından da putlaştırılmasından da kaçınmak zorundayız.
-Son söz olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
Günümüzde tiyatrolar çok zor durumda. Ama zor durumda olan sadece tiyatrolar değil. Büyük bir ekonomik krizin faturasını ödüyoruz. Birçok esnaf, küçük işletme de aynı durumda. Kapitalizmin en vahşi dönemlerini yaşıyoruz. Her şeyin metaya dönüştüğü, gereksinimlere ulaşmanın iyice zorlaştığı, yarınlara umudunu yitirmiş, sadece barınma ve karın doyurma kaygısına mahkûm edilen insanlara, tiyatronun vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu anlatmakta zorlanıyoruz.
Salon kiraları, turne yapabilmenin temel koşulu, ulaşım, nakliye, konaklama giderlerinin tümü, seyirciye satılacak olan bilet fiyatının üzerine biniyor. Buna rağmen, bilet fiyatını artırmaktan utanıyoruz.
Brecht, emeğe inandığı için başardı. Çünkü ona göre “emek, insanoğlunun tek soyluluk kaynağı” idi.
Emeğe olan inancımızla bugüne dek geldik. 52 yıl oldu. Açıkçası buradan öte nereye, hangi koşulda ve nasıl gidebileceğimize dair umutlu olmayı, seyirciye de bu umuttan söz etmeyi isterdim.
……
Bu ülkede yoksun ve yoksulluğa mahkûm edilmiş yığınlar için, sanatın iyileştirici gücüne inanmak ve tutunmaktan başka bir yol yok. Böyle düşünmek bile iyi geliyor insana.
Tiyatromuza gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederiz.
Çok değerli bir söyleşi olmuş… Ankara Birlik Tiyatrosu üzerine yapılan değerlendirmeler bilgilendirici ve ilgi çekici. Politik tiyatronun daha görünür olması dileğiyle…
“Sanatçının özerkliği, sanatsal yaratım için vazgeçilmez koşullardan biri. Bunu birçok sanatçı ister. Buna dair çeşitli çabalar ve örgütlenmeler oldu. Bu sadece özel tiyatrolar için değil, kamusal tiyatrolar için daha da büyük önem taşıyor.” kesinlikle katılıyorum. her alanda mutlak örgütlülük kurtaracak bizi…
sorulara da değinmeden edemeyeceğim; yerinde sorulmuş, çok iyi tespitler içeren sorular. emeğinize sağlık..