İşçi sınıfıyla devrimci siyasal hareketlerin bağının az olması ve devrimcilerin modernleşme sorununa dair tartışmaması, netleşmiş bir bakışın ortaya çıkmasını engelledi. Üstelik günümüz modernleşmesini sağlayan kitle iletişim araçlarının temel işlevi, tüketim kültürüne uygun bir kitle kültürü yaratmak oldu.
Sanatın direnişçi özü onun niteliği içindedir. Geçmişte sanatın özerkliği sanatçının aydınlanma merkezli tutumundan vazgeçmemesi tavrından ortaya çıkıyordu. Sanatçı iktidar odaklarından mesafeli durduğu sürece kendi özerkliğini korumuş oluyordu. Böylece sanatçı ürettiği sanat eseriyle toplumsal tavrını ortaya koyuyordu. Sanatçının konumunu belirleyen durum ise ürettiği eserin ve yaşamında ortaya koyduğu sınıfsal tutumdur. Bu anlamda sanatçıyla toplumsal mücadele arasında bir bağ vardır. Sanatçının özerkliği bu bağın doğru anlaşılmasında yatar. Bu bağ aynı zamanda sanat eserinin şekillenmesini sağlayan bağdır.
Şimdi ülkedeki kültürel değişime bir bakalım. Bu kısa panorama ülke nesnelliğimizi algılamamızı sağlar.
İki yıldır Malatya’dayım, eskiden her yerde oyun oynayan gençler vardı. Top oynanan veya oyun oynayan çocuklar her yerde görürdüm. Yıllarca İstanbul’da yaşadım, gitgide sokaklarda oynanan oyunların azaldığını gördüm. Çocukların ve gençlerin sokaklarda çekilmesi çok hızlı oluyor. Zenginlerin yaşadığı mahallelerde eskiden çocuklar sokaklarda oynardı şimdi ise in cin oynuyor. Yoksul mahallerde çocuklar ve gençler cıvıl cıvıldı, her oyun oynanırdı tarlalarda sokaklarda. Misket oynayanlar, birdir bir, yakan top, develeme ve top oynayanlar. Geceleri saklambaç oynayanlar gece yarılarına kadar evler girilmezdi. Şimdi bu oyunların hiçbirini artık sokaklarda göremiyoruz. Çocukların ve gençlerin sokaklardan çekilmesiyle bu kırk yılda çocuklarının yaşam biçimi de değişti. Bu değişimin tabii ki siyasal sonuçları olmalıydı. Bugün ülkemizde yaşadığımız bir anlamda bu durumun siyasal karşılığıdır, diyebiliriz. Bu çocukların ve gençlerin yaşam biçiminin değişmesiyle nasıl bir siyasal sonuç çıkarabilirsiniz, diyebilirsiniz.
Fakat sadece gençlik değişmedi orta yaşlıların yaşamı da değişti. Kahveleri dolduran insanlar giderek azaldı. Köyden kentte gelenler çoğaldığı halde kahvelere takılan insanlar azaldı. Bu orta sınıf insanların çoğu toplumsal sömürünün artması ve yoğun iş gücünün ortaya çıkmasıyla hızlı bir şekilde proleterleşti. Bu insanlarında yaşam bicimi değişti. Kahvede iş bekleyen iş peşinde koşan sürekli çalışan ve kahve gibi sosyalleşme alanına dışına taşan insanlara dönüştüler. Günümüz orta sınıfın önemli kısmı kahve oyunlarının çoğunu bilirken aynı durumu gençlere dair söyleyemeyiz. Bir yandan sokakların değişmesi diğer yandan kahve kültürünün bitmesi siyasetin gündelik hayatımızdaki önemi başka alanlara sarktı. Kahveler sadece boş zamanı değerlendirme alanı değil kişilerin birbirlerini tanıyıp kişiliklerini oluşturduğu ve siyasal tartışmalar yaptığı alanlardı. Geçmiş süreçte toplumu etkileyen önemli bir dinamikti. Fakat kahvedeki oyun oynama güdüsünün insanlaşma sürecinde bir etken olduğunu görmek lazım.
Gençler ve çocuklar AVM’lere ve çocuk parklarına yöneldi. Çocuklar çocuk parklarında hızlı bir şekilde ailelerinin kontrolünde tek tek oynamaya başladı. Oyunun birincil kuralı olan kolektiflik ruh yavaş yavaş azaldı. Gençlik AVM’lerde kendilerini farklı hissederek o gösterişli yerlerde bir gizeme kapılarak dolandı. Hele de yoksul gençlerin yeni bir dünyaya çıkış kapısıydı sanki AVM’ler. Seksenlerden sonra yeni oyun ve oyun alanı olarak bilgisayar oyunları oldu. Evlerde gelişen atari oyunları gençlerin ve çocukların vazgeçilmez oyunlarıydı. Şimdi ise gençlerin ve çocukların önemli bir kısmı internet kafe de veya evinde internet oyunları oynuyor. Bu oyunların çocukların ve gençliğin vazgeçilmez etkinlikleri olurken onların ruhsal dünyalarını da belirleyen bir etken artık. Çocuklar ve gençler bir internet bağımlılığı içinde nesnel dünyayı anlamaktan uzak ve fazla sosyalleşmeden hayata atılır oldu. Eskiden bir tek toto, milli piyango ve at yarışları varken devlet denetiminde artık gençlerin bütün hayatını belirleyen veya ceplerindeki son parayı alan iddia, canlı bahis ve internet üzerinden oynanan yüzlerce oyun onların hayatına girdi. Bütün bu oyunlar, insanın kendisini ve toplumu görmesini engelleyen nitelikte oyunlardır. En önemlisi içlerinde eleştiri ve özeleştiriyi barındırmazlar. Bu oyunların çoğu gençleri daha bencil ve çıkarcı yapıyor.
Toplum ve gençlik gösteri anlayışının içine girdi. TikTok, Facebook, YouTube kanalları, çevrimiçi video paylaşımları ve kitle iletişim araçlarının sürekli toplumu güdülemesi ile gösteri kültürü toplumsallık kazandı. Burada var olmak, kullanıcıların önemli bir kısmı genç olmak üzere, orta yaşlılar için varlık meselesine dönüştü. Siyasal mücadele edenler bu alanı kullanırken bu gösteri anlayışını daha genelleştiren bir yapıda hareket etti. Çoğu siyasal hareket hâlâ modernleşmeyle ortaya çıkan bu gösteriş kültürünün farkında değil. Bu tarz yaşam onları daha çok bireyci ve bencil yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Toplumsal gerçeklikten uzak seksen öncesi bir dava uğruna canlarını feda eden gençlerin yerine bu davalardan kaçan bilgisayar oyunlarıyla zaman geçiren toplumsal duyarlıklarını yitirmiş gençlik yetişti. Toplumsal mücadelenin merkezinde olan gençlik yerini yaşlı kuşağa bıraktı. Bugün devrimci hareketin kadrolarının önemli kısmı seksenden önceden gelen yaşlı kadro. Bu kadro devrimci çabalarına rağmen sistemin önemli mihenk taşı ve devamını sağlayan aile bağlarını oluşturmuş, bu bağlarından dolayı radikalliğini yitirmiş kadrolardır. Böyle olunca devrimci politikanın sistem içi çelişkilerle uğraşan reformist politikalara yönelmesi olağandır. Bunun yanında radikal mücadeleye engel kitle partilerinin oluşması sistem içi reformist politikanın daha geçerli olmasını sağlamıştır. Gençlik bu siyasal hareketlere yer yer katılsa da bu reformist ruh onların var olan enerjisini ortaya çıkarmasını engellemiştir. Bir tek geriye çocukların ve gençlerin denetiminin yoğun yaşadığı okullar kaldı. Onların siyasallaşmasını engelleyen bu sistem içi okullar sporu ve oyunu daha çok dışlayarak toplumun kolektif ruh kazanmasında önemli bir etken olan bir olgununda var olmasını engelledi.
Seksenden sonra kitle kültürünün oluşumuna etki eden bir faktör de futbolun endüstriye dönüşmesiydi. Futbol kitlenin değişim dönüşünde önemli bir etken olurken devrimci siyasetin var olmasını etkiledi. Futbol takımlarına aidiyet duran kişiler, kapitalizmin yaratmış olduğu kitle kültürünün fanatiklerine dönüştü. Böylece kişiler bir yere ait olma duygusunu yaşarken sınıfsal aidiyet duygusunu yitirdiler. Gençlerin enerjilerini boşalttığı bu alanlar gençlerin devrimci enerjisini sınıfsal mücadele içinde ortaya çıkaran alanlardan uzaklaşmasını sağladı. Holiganlık, fanatiklik yaygınlaşırken sahte kolektif bir ruh haliyle yaşamanın kitle kültürüyle oluştuğu alanları oldu buralar.
Seksen öncesi var olan sanat ve edebiyat alanı Sosyalist Gerçekçi edebiyatın ortaya çıktığı bir edebiyattı. Bu edebiyatın toplumsal etkisi ve devrimci değişim gücü yüksekti. Bu edebiyat insanların kendilerine sadece gerçekçi bakmasını sağlamıyordu olay ve olgulara çözüm üreten ve toplumun olay ve olgulara ekonomi politik bakmasını sağlıyordu. Seksen sonrası edebiyat hızlı bir şekilde sermayenin istediği şekilde şekillendi. Bu ekonomi politik bakışın eserlerde hızlı bir şekilde yok olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalındı. Postmodern sanat ve yoz edebiyat sürekli öne çıkarıldı. Sanat ve siyaset arasına kalın bir çizgi çekildi. Artık sanat eserleri toplumsal sorunların nedensellikler içinde tartışıldığı eserler olmaktan uzaklaştı. Bu durumun karşısında devrimci örgütler bu değişiminin sonuçlarını göremediği için hızlı bir şekilde Sosyalist Gerçekçi edebiyatın getirdiği sonuçların artılarını anlamaktan uzaklaştı. Böylece bu alan sermaye sanatının cirit attığı postmodern sanatçılara bırakıldı. İnsana insanı gösteren ve onun devrimci dönüşümünü sağlayan gerçekçi sanattan uzaklaşıldı yerine toplumsal değişimi gizleyen ve toplumun devrimcileşmesini engelleyen eklektik ve sanat eserini bir oyun olarak gören, sözcük oyunlarını merkeze alan eserler yer aldı.
Bunun yanında, geçmişte halkevleri, demokratik kitle örgütleri devrimci kültürün oluşmasında önemli bir etkendi. Seksenden sonra bu alanların etkisi azaldı. Gençlik oluşan kitle kültürünün içinde eridi. Bu alanlara gitmekten uzaklaştı. Devrimcilerle gençlik arasındaki bağı sağlayan bu alanların yok olmasıyla kentin merkezi yerlerinde var olan devrimci kültürel alanlar yavaş yavaş varoşlara doğru kaydı veya kapandı. Tek tek bazı yerler kalsa da bu alanlar artık rant yaratma alanları olarak göründüğü için hiçbir devrimci toplumsal etkisi kalmadı.
Geçmişte kahvelerde takılan insanların önemli kısmı seksenlerle birlikte taşeronlaşmanın, fason üretimin ve hizmet sektörünün proleterleri oldular. İşçi sınıfının bu değişen toplumsal yaşam biçimi karşısında devrimci hareketler gerekli önlemi almadılar. Hala taşeronlaşma ve hizmet sektörü alanında örgütlü ve belirleyici değil. Bu alanların nasıl örgütlenmesine ilişkin teorik ve pratik yetersizlik yaşıyor. Tabii ki 12 Eylül’ün yarattığı tahribat devrimcilerinin geç kalmasını sağlamıştı. Sovyetlerin çöküşü, Çin’in kapitalist politikalara yönelmesi devrimcilerin ideolojik yetersizlik yaşamasını sağladı. En önemlisi dengenin emperyalizmden yana dönmesini. Seksen öncesinin önemli bir gücü Sovyetler ve Çin artık sosyalizm mücadelesinin dışındaydı. Artık ne Sovyetler vardı ne Çin. Kendi teorilerini kendileri üretmek zorundaydılar. Bu zor görev ve yetersiz devrimci kadroların eski siyasal ideolojik alışkanlıklarını aşmadan zordu. Günümüzde hâlâ eski alışkanlıklarını aşmadan yeni dünyaya eski alışkanlıklarını dayatan kadroların hakimiyeti kırılmadığı için işçi sınıfının ve toplumsal yaşam biçiminin değişip dönüştüğünü görmeyen kadrolar siyasal örgütlerin merkezindeler. Ağır sanayi alanında güçlü olan işçi sınıfı örgütleri seksenlerden sonra bu alandaki hakimiyetini kaybetti. Çoğu büyük işletmeler işçi sınıfının gücünü kırmak için hızlı bir şekilde taşeronlaşmaya geçti. Sadece burjuvazi bunu yapmadı, siyasal partiler de Özal’la birlikte özelleştirme politikalarına başladı. Devletin milli gelirini sağlayan kamu alanları hızlı şekilde özelleştirildi. Sadece özelleştirme ile kalmadı bir yandan işçi sınıfının güçlü bir örgütlenme olmaması için kanunlarda düzenlenme yapıldı. Bu alanlar parçalanarak her alana taşeron firmalar aracılığıyla taşeronlaşma başladı. Bunun yanında sendikal örgütlenme olanakları yasalar aracılığıyla yok edildi. İşçi sınıfının örgütlü bir güç olması imkansızlaşırken bu alanlarda sınıf mücadelesi yapan örgütlerin varlığı da azaldı. Tabii önemli bir güç olan belediyelerde hızlı bir şekilde kadrolaşma politikalarından vazgeçti ve taşeronlaşmayı hayata geçirdi.
İmaj, vizyon, reklam, tanıtım ve bütün sahte gösteriler insanın nesnel dünya algısını yok ederken insanla toplum, insanla doğa arasındaki diyalektik bakışı eritir. Tüm bunlar, insanın kendini toplumun bir parçası olarak gördüğü ve kendini değiştirirken dünyayı değiştirmeyi önüne koyan diyalektik bakıştan kopuşu da belirtir. Bu anlamda önüne kapitalist meta satışını bir gösteri şekilde önceleyen sanatçılar ve yazarlar kapitalist toplumun metalaşma anlayışını hayata geçirirler.
Seksenden sonra özel kanallar hayatımıza girerken hızlı bir şekilde kitle iletişim araçları ve medya hayatımıza girdi. Toplumun aptallaşmasına hizmet eden televizyon bencil bireyci kültürün yaygınlaşmasına hizmet ederken sınıf eksenli kolektif ruhun eksilmesini sağladı. Televizyonlar starlar (ikonlar) yaratırken bu starların toplumsal etkisi de çoğalıyordu. Toplumun boş zamanını ele geçirmişti kanallar onları istediği gibi yönlendiriyor, etkiliyor, manipüle edebiliyor. Bu kitle araçlarının yarattığı toplumsal çürümeyle birlikte kitle kültür oluşuyordu bu kitle kültürüne karşısında bir tek alternatif güç İslamcılık oldu. Aile dokusunu koruma, geleneklerimiz diyerek ve kısa evrede milliyetçi söylemle birleşerek AKP bu sürecin güçlü bir partisi oldu. ANAP’ın modernleşme politikaları karşısında AKP’nin modernleşme karşıtı söylemleri ve bu karşıtı cumhuriyet karşıtlığına kadar dönüştürmesi kitlelerde hegemonya kurmasını sağladı. Modernleşme veya modernleşmeme arasındaki soruna dair hala ülke solunun söylediği tek bir laf yok. Böyle olunca İslamcılık, milliyetçilikle birleşerek ülkede tek bir güç oldu. Bunun yanında ülke kuruluşunda etkin olan cumhuriyetçi söylem kendini değiştirip yenileme sürecine girmeden sadece savunuda kalması ve toplumsal değişim ve dinamiklere gerçekçi bakamaması, 1980’lerin ardından toplumda etkin bir güç olmasını engelledi.
Bugün yaşanan sorunun bir yanı modernleşme mi yoksa modernleşmemek mi? Bu soruya doğru cevap zor, zor olduğu kadar eldeki materyal ve kadrolarla bir çözüm oluşturmak zor. İşçi sınıfıyla devrimci siyasal hareketlerin bağının az olması ve devrimcilerin modernleşme sorununa dair tartışmaması, netleşmiş bir bakışın ortaya çıkmasını engelledi. Üstelik günümüz modernleşmesini sağlayan kitle iletişim araçlarının temel işlevi, tüketim kültürüne uygun bir kitle kültürü yaratmak oldu.
Guy Debord Gösteri Toplumu’nda şunları der: “Yaşamın her bir görünümünden kopmuş olan imajlar, bu yaşamın birliğini yeniden kurmanın artık mümkün olmadığı ortak bir akışta kaynaşırlar. Kısmî olarak göz önünde bulundurulan gerçeklik, ayrı bir sahte-dünya olarak, salt seyrin nesnesi olarak, kendi genel birliğinde sergilenir. Dünyasal imajlardaki uzmanlaşma, aldatıcı şeyin hakikatle yüz yüze gelmekten kaçındığı özerkleşmiş imaj âleminde kendini tamamlanmış bulur. Genel anlamda gösteri, yaşamın somut tersyüz edilişi olarak, canlı olmayanın özerk devinimidir.”
İmaj, vizyon, reklam, tanıtım ve bütün sahte gösteriler insanın nesnel dünya algısını yok ederken insanla toplum, insanla doğa arasındaki diyalektik bakışı eritir. Tüm bunlar, insanın kendini toplumun bir parçası olarak gördüğü ve kendini değiştirirken dünyayı değiştirmeyi önüne koyan diyalektik bakıştan kopuşu da belirtir. Bu anlamda önüne kapitalist meta satışını bir gösteri şekilde önceleyen sanatçılar ve yazarlar kapitalist toplumun metalaşma anlayışını hayata geçirirler. Kapitalist toplum sürekli gösteri dünyasını canlı tutarken kendi ideolojik dünyasının gösteriyle meta satışı arasında sürekli bir bağ kurar. İnsanlar kendi varlıklarının varoluşunu anacak ve ancak gösteri dünyasının bir öznesi olmaktan görür. Gösteri alanından olmak günümüz insanının temel özelliği olmuştur.
Satmak ve satın almak ve bunun üzerinde kurulan kapitalizm insanları satma ve satın alma dünyasının ideolojik biçimiyle şekillendirir. Metaların satışına duyulan gereksinim bütün toplumu etkiler bütün davranış biçimleri bu alım satım üzerinden belirir. Satma ve satın alma sadece metalarda kalmaz insan hayatının bütün alanlarını kapsar. Bu helezonun oluştuğu dünya da duygular, düşünceler, ahlaki davranışlar, bedenimiz satışa sunulur. Kitle iletişim araçları artık sadece metaları satmaz yaşam biçimlerini satar. Kapitalist metalaşmanın ideolojik dokusunu bütün topluma yayar. Böyle bir dünyada sanat eylemliğiyle yapılabilecek en büyük direniş, metalaşan dünyanın olanaklarının dışında bir yaşama sıkı sıkıya sarılmak olmalıdır. Kapitalist dünya sanatçıya bu kapitalist dünyada var olmak için bir vizyon, imaj dayatırken devrimci sanatçı bu olanakları reddettiği sürece yeni dünyanın olanaklarının yaratılmasının direnişçisi olur.
Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü’nün ikinci baskısının önsözünde dediği, bir anlamda Guy Debord’un dediklerini karşılar.
“Çağımızın … tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur. .. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.”
Ülkemizin kısa panoraması bu ve Guy Debord’un dediği şimdi sanatın direnişçi özelliğine devam edelim.
“İnsanlığın geleceğini bildirecek olanlar, Altın çağı geçmişten geleceğe taşıyacak olanlar. Hayal gücünün sahibi sanatçılardır.” Bir ütopik sosyalist olan ve avangart kuramının kurucusu olan Saint Simon’un dediği bu. Avangart kuramına yine geleceğim. Şimdi sanatçının toplumsal işlevine dair açımlama da bulunmak lazım. Sanatçının toplumsal işlevi ortaya çıkınca onun direnişçi özü de ortaya çıkacaktır. Fakat bu direnişin ikili bir yanı vardır. Bir yanı sanat eserinin yarattığı hale diğer yanı ise sanatçının toplumsal duruşudur. Sanatçının eserini öne çıkartan burjuva eleştirmenler onun toplumsal durumunu göz ardı ederler. Bu göz ardı etme durumu sanatçının nesnel durumunu algılamamızı engelleyeceği gibi sanat eseriyle sanatçı arasındaki bağın doğru algılamamızı engeller. En önemlisi sanatçının toplumsal mücadele içindeki duruşu gizlenmiş olur. 21. yüzyıl sanatçının sadece sanat eseriyle toplumsal katkıda bulunduğu yüzyıl değil aynı zamanda siyasal mücadele içinde katkıda bulunduğu yüzyıldır. Bu anlamda sanatçı toplumsal örgütlenme ve toplumsal bilincin oluşmasında militan bir katkısı vardır.
Avrupa’da Bertrand Russell, Sartre, Aragon, Mayakovski, Neruda, Atilla Josef vb.; ülkemizde Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Kemal Özer, Sennur Sezer, Fakir Baykurt vb. sanatçılar, sanat eseriyle toplumsal yaşamın birliğini savunmuş, ona uygun militan mücadelenin saflarında bulunmuşlardır. Demek ki sanatçı sadece sanat eseri üreticisi değil siyasal mücadelenin neferidir. Böyle olduğu için bu aydınlar siyasal iktidarın sürekli baskılarına maruz kalmıştır. Bu insanlar aynı zamanda Altın çağ özlemini Saint Simon’un dediği gibi geçmişten geleceğe taşımışlardır. Sanat eseri alımlayıcıdan bir diyalog ihtiyacını ortaya çıkartır. Bilakis yazılı eserler karakterin içsel konuşmaları, ikili ve çoklu monologlar düşüncelerin ve tavırların betimlenmesi alımlayıcının kendiyle kalmasını ve bu kalmayı aşarak topluma yönelmesini ve bazı durumlara, olgulara karşı tepkisel davranmasını sağlar. Bu duruma katarsis diyebiliriz. Fakat bunun ötesinde sanatçının ve alımlayıcının sağaltımını sağlar. Bir çeşit rehabilitasyon olarak bakabiliriz bu duruma. Bunun yanında sanat eseri arzuların, fantazyaların, ütopyaların dile getirildiği simgesel anlatım tarzıdır. Sanatçı önündeki nesnel dünyanın sorgulanması üzerinden kendinin geleceğe dair düşlemleri üzerinden eserlerini üretir. Sanatsal arzular, ütopyalar var olan durumun aşılmasını ötesini işaret eder. Bu durum sanatçının toplumsal gruplar ve aidiyetlerden bir adım önde olmasını işaret eder.
İyi bilinir ki televizyon ve internet insanlar şaşırma duygusunu ve merak güdüsünü yitirir. Bu seyirlik dünya da insanlar özgür olamaz. Ona sunulan sahte gerçeklikte kendi nesnelliğini kavrayamaz. O da o sahte dünyanın âtıl kalan seyircisi olur. Fakat durum bununla kalmaz. Seyirci kalan insan süreç içinde kitle iletişim araçlarının yöneliminde tek tipleşir. Merak duygusunu yitirmiş insanlar bu helezon içinde etkisinde kaldığı ideolojik kalıbın tekrarlayan nesnelerine dönüşür. İnsani özünü yitiren insanlar artık emir kipleriyle, algı operasyonlarıyla yönetilen kalıplaşmış varlıklara dönüşürler. İşin kötü tarafı ise bu dünyanın yarattığı sahte sanal algıyla insanlar kendilerini özel ve vazgeçilmez hissederler. Bu ideolojik kalıplara giren insanlar bu sahte sanal dünyayı kendi gerçek dünyaları olarak algılar. Fakat bu standartlaşma, tek tipleşme kültür endüstrisinin her alanına sızar. Şuraya bir gülme efekti koyalım, bunun içinde bir aşk olsun, şurada beş altı kişi ölsün. Aynılaşma devam eder, bir komedi müziği, cenaze müziği ve kalıplaşmış sahneler, bölümler yapıntıları doldurur. Aklileştirme adı altında yapılan bütün bu sahneler, bölümler kitle iletişim araçlarının etkisinde olan insanları da helezonu içine alır. Özgün ve özerk yaşam tarzı sürekli küçümsenir, aşağılanır ve yaşamda yer almaz.
Büyük gürültülü bombaların bulunması ile bilinci şoke eden eylemlerin gelişmesi iç içe gibi. Kentleri döven toplar sürekli kenti bombalayan uçaklar. Bütün bu eylemlerdeki temel amaç yaratılan şokla korkuya kapılmayı sağlamak ve akli düşünebilmeyi yok etmektir. Ne zaman nereye düşeceğini bilmediğin gülleler, bombalar öncelikli olarak amacı rasyonel düşünmeyi engellemektir. Bu saldırı ve savaş kültürüne bağımlı şekillenmiştir reklamcılık, tanıtım, imaj ve vizyon yaratmalar. Reklam ve tanıtımdaki birinci amaç nesneyi doğru tanıtmak değildir; bu çalışmalarda daha çok rastgele seçilmiş bir özellik üzerinden kitleleri şok etme sağlanır. Amaç bellidir: metayı pazarlamak. Bu tanıtım ve reklam sürecinde meta amorf edilirken bilinç de bu şoklarla rasyonel düşünmeyi unutur ve kendine yabancılaşır. Reklam ve tanıtım bir çeşit kitleleri ele geçirmek ve kitle kültürünü oluşturmak için uygulanan savaş yöntemidir. Amaç rasyonelliği bir şok halini sürekli yaymak ve böylece metada olmayan özellikleri metaya yükleyerek pazarlamaktır. Böylece yabancılaşma yani metalaşma yaygınlık kazanır kültürel bir doku olur. Kısacası bilincin amorf edilmesi kapitalistlerin metaları dönüşüme sokmak için birincil amacıdır.
Bir sanat yapıtı toplumsal gerçekliğin kaynağı olduğu gibi varlık alanına açılan kapıdır. Bireysel pratik alanımızda bize parçalanmış olarak görünen dünya, sanat eseriyle o parçalanmışlık duygusunu yok eder bizde bütünlüklü bir dünya algısını geliştirir. Bireyin toplumsal bütünlük algısının oluşmasında sanat eserinin büyük etkisi vardır. Kapitalist üretim biçimi sürekli parçalayarak üretim alanlarını daha yoğun sömürü imkanlarına olanaklar yaratır. Bunun yanında üretimle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi de daraltır. İşçi sınıfının üretimde daha etkin olmasını sürekli azaltır. Böyle olunca işçi sınıfının toplumsal üretimime müdahale etme olanakları azalır. Kapitalist üretimle yeni alanların ortaya çıkmasıyla birlikte bu yeni alanlarda uzmanlaşmalar başlar. Diğer yandan hem birlik duygusunun yitirilmesine hem kollektif bilincin oluşmasına engel yeni üretim biçimleri ortaya çıkar. E-ticaret, self servis, otomasyon, taşeronlaşma ve benzeri üretim biçimleri yaşamımızın bir parçası olur. Uzmanlaşma ve otomasyon üretimin daha etkin bireyci tipleri ortaya çıkarmasını sağlar. İşçi sınıfının azalmasına ve birlik duygusunun körelmesine neden olur. Bu noktada sanat yapıtıyla iç içe olmayan uzmanlar ve işçi sınıfının bütünlük algısı azalır. Bunu aşabilmenin yolu ise uzmanların ve işçi sınıfının sanat yapıtıyla doğru ilişki kurmasıyla aşılır. Çünkü gerçeklik algısının oluşumda, varlık sorununu bütünlüklü bir şekilde algılayabilmesi ve birlik duygusunun oluşması için estetik nesne olan sanat eserine yönelmesi lazım. Sanat eserinin direnişçi özü bu toplumsal kaynaşmayı sağlamak toplumsal gerçekliğin üretimini göz ardı etmeden varlık alanına açılmak olmalıdır.
İnsan dille nesneyi kavramaya çalışır. Kavramlar, kavramların içlemi nesnenin bütünlüğünü vermek için ne kadar toplumsal etki yapıyor bu ayrı bir tartışmadır. Fakat her zaman dilin doğuşunda önemli etken olan düşler dille kavradığımız nesneyi daha geniş ve bütünlük içinde verir. Düş her zaman dili genişletir yeni anlamlar ve kavramlar katmamıza yardımcı olur. Dilin vereceğinden daha çoğuna düşler verir. Yeni kavramları zorlar. Geçmiş ve an büyük bir baskıyla çöker insan bilincine. Bu baskıda dirençle çıkabilmenin yolu insanın düşlem dünyasının zenginliğidir. Düşlem dünyasını yitirmiş insan aslında ölü insandır. Büyük çoğunluk ne yazık ki düşlem dünyasını yitirmiştir. Düşlem dünyasını her zaman canlı tutan sanatçılar ve çocuklardır. Sanatçının sürekli çocukluğuna yönelmesi dediğimizde aslında onun bir her zaman çocuk olmasını ve bir düş denizine dalmasını isteriz. Çocuk karşısındaki koca dünyayı bitmeyen düşseliğiyle kavrar.
Dilin kuruması ya da ölü dil dediğimizde ilk anlayacağımız olgu düşlerimizin dilin yapısını zorlayarak onu canlı bir yapıya dönüştürememesidir. Sanatçılar nesneleri veya dış dünyayı düşleriyle birlikte kavrar, soruları bu düşleriyle birlikte sorar. Ütopyalar ve sanat bu düşlerin gelişimini göstermesi bakımından önemli. Her insan bence çocukluğundan başlayarak bir düş eğitiminden geçmelidir. Bence geleceği bu düş eğitiminden geçen insanlar kuracaktır. Bu aynı zamanda yaratıcılığın ortaya çıkması ve geleceği düşlerle kurmanın bir yoludur.
Bunun yanında meta fetişizminin yarattığı helezon; merak güdüsünü dıştalar. Ondaki bütün görünümler insani olan merak dürtüsünün üstünü örter. Sorgusuz katılma ve sahiplenmeyi güdüler. Bu helezona katılmak isteği, kitle kültürünün yaratanların öne çıkardığı starlarla sürekli körüklenir. Böylece katılımcıların çokluğu bu helezona katılır. Metalar büyüleyici halde şok ederken, kişinin nesneyi sorgulamasını engeller. Onun sürekli ışıklarla sunulma nedeni, aynı zamanda bir göz yanılsaması yaratmak içindir. Düşünsel nedenselliklerden kopartılan meta fetişleştirilerek, topluma sunulur. Emeğin ürünü olan meta, böylece en önemli nedenselliğinden dışlanır. İnsanlar sorgusuz bu fetiş eylemine katılır. Bu kop kop partilerinde de görülen ya da müzik ve dans anlayışıyla sunulan metalar, sorma yaşa düşüncesini genelleştirir. Böylece sürekli olgusal bilinç körüklenir ve nesneleri var eden nedensellikler (emek süreçleri) dışlanır. Bu olgusal bilincin toplumsallaşmasıdır. Meta fetişizminin sürekli yarattığı olgusal bilince karşı alternatif yöntemler bulmak geliştirmek zorunluluk halini almalıdır. Devrimci sanatın, felsefenin, praksisin başladığı nokta bu olmalı.
Bunun yanında kültür endüstrisinden etkilenmeyen estetik nesne olan sanat eseri andan çıkışı simgeler. Bir depresyon halinden, toplumsal baskının yarattığı deformasyondan çıkışı. Onun duygu yığınaklarına seslenmesi, çıplak insanı hedefe alması, fantazyalar ve ütopyalarla oluşması en önemlisi altın çağ özlemine dayanan eşitlik duygusunu ortaya çıkarması. Bütün bunlar alımlayıcının kendini insani varlık olarak algılamasını sağladığı gibi kendi varlığından erinç duyma halini ortaya çıkartır. Bu anlamda sanat eseri bir sağaltım aracıdır. Hem yazarın kendisini hem alımlayıcının sağaltımın bir aracı. Onun bir fener ışıklı hali onun bu dokusuna dayanır. Adorno’nun sanat eserini monada benzetmesi, bu durumun sanat eserinin devrimci özünü görmemiz anlamında önemli bir mihenk taşıdır.
Meta fetişizmine dayanan kapitalist dünyada genel evrensel bilinci belirleyen kapitalist kültür endüstrisidir. Bu anlamda sanatçı bu metalaşmış dünyanın içinde olmaması gerektiği gibi bu metalaşmış dünyayı karşısına almak zorundadır. Gelecek toplumsal yapının nüvelerini an olarak içinde taşımalıdır. Bu zor görev sanatçının kapitalist üretim araçlarının dayattığı kültür endüstrisi dışında bir yaşam gerektirir. Bu görevi avangart sanatçılar daha önceden belirlemişlerdi. Fourier’ciler veya Saint Simon’cular veya ütopik sosyalistler sanatçıyı öncü savaşçı (avangart) görürlerdi. Sanatçı onlara göre bütün dünya nimetlerini reddeden bir savaşçıdır. Sanat anlayışı Platoncu idealist estetik anlayışına dayanırdı. Sanatçı tüccar olamazdı veya bir kapitalist. Bu durum onlara göre sanatçının ruhsal dünyasını parçalar ve sanatsal üretimini etkilerdi. Sanatçı dünyaya kar ve rant ilişkileriyle bağlanamazdı. Böyle bir sanatçının sanatsal üretimi ideal bir sanat olamazdı. Sanatçı öncü savaşçıdır. O gelecek dünyanın fantazyalarını düşlerini üretmekle sorumludur. Bu üretme anlayışı bir kar veya rantta dayanmamalıdır. Bu yüzden kapitalist sisteme bağlanmamayı birincil görev olarak önüne koymalıdır.
Günümüz sanatçısının birincil görevi ürettiği eserin metalaştırmasını sağlamak olmuştur. Ürettiği eserle kar anlayışı veya bu kapitalist yaşam tarzı bütün sanatçılarda bir gayeye dönüşmüştür. Bu süreç sanat eserinin sahiciliğinin yitirildiği ve sanatçının sadece ve sadece bir toplumsal fayda olarak varlığını devam ettirme anlayışını yok etmiştir. Sanatçıların kapitalizme veya kapitalist ideolojiyle kurduğu bu bağ yıkılmadığı sürece gelecek insani bir toplumu kurabilmenin imkânı ortadan kalkar. En önemlisi sanatçının, insanın insanlaşmasını sağlayacak düşleri, fantazyaları, ütopyaları üretme imkânı kalmaz. Günümüzde sanatın devrimci bir öz kazanmamasının en önemli nedeni budur. Ürettiği her şeye bu ne kazandırır diye bakan ve sadece bununla kalmayıp esere ve kendine bir imaj reklam alanı yaratmak için çabalayan sanatçılar her yeri kaplamıştır. Sanatın ve sanatçının bağımsızlığını ve özerkliğini yok eden bu kapitalist mantık bütün sanatçılarda kapsamıştır artık. Evet sanatçı kapitalist ideolojinin yarattığı sahte ve insani olmayan bu anlayışı reddetmediği sürece devrimci bir özne olamaz veya gelecek insani bir dünyanın öncü savaşçısı olamaz.
Eğer toplumu var eden çelişki ve çatışkıları öne koyan bir düşünsellik üretilmezse toplumun geçekçi algısı oluşmayacağı gibi nesnel sorunları tartışmayan usdışı düşünsel söylemlerin ortalığı sarması olağandır. Günümüzün kültürel ortamı, olay ve olgulara ekonomik-politik bakmayan veya oluşagelen kültürel sorunların nedenlerini kapitalist ekonominin ortaya çıkardığı üretim biçimlerinin yansıması olduğunu gizleyen bir kültürel ortamdır. Bu anlayış tarihe sınıflar mücadelesi olarak bakmaz ve bu sınıflar mücadelesine paralel olarak çıkan kültürel alanı göz ardı eder. Bu ortamda entelektüel gelişimden söz etmenin imkânı kalmayacağı gibi toplumsal ahlaki çöküntünün yaşanması olağan. Akademik alandaki uzmanlaşma veya akademik formasyona bile sahip olmayan insanların, (bu insanların çoğu temel akademik kitaplara veya klasik metinlere hiç bakmamışlardır) postmodern sanatın nedenselliklerden kopan sanat anlayışı ile sadece satışa yönelik oluşturulan yapıntıları bir fetiş öznesi haline getirmesi, toplumsallığın çöküş nedenlerinden biridir.
Sanat eserinin biricikliği öznenin kendini var etmesiyle ilgili. Sanat eserinin biricikliği kazandıran öznenin sorduğu sorular ve cevaplarla ilgili. Entelektüel birikim sanat eserine biriciklik kazandırır. Bütün toplumun aynı düşündüğü ve bu aynı düşünüşü dayattığı yerlerde sanat eserinde ve sanat eserinin biricikliğinden söz edilemez. Günümüz kopyalama ve eklektik tüketime yönelik sanat eserleri çağında, sanat eserinin biricikliğinden bahsetmek bir çeşit komikliktir. Gerçekçi edebiyat sanat eserinin biricikliği üzerinden kuramını oluşturur. Özne olmakla sanat eserinin oluşumu iç içedir. Bu anlamda sanat eserinin kapitalizmin üretim alanında, biricik bir nesne olarak üretimine imkân kalmaz. Sermaye ve kültür endüstrisiyle iç içe girmek, aynı zamanda sanat eserinin (!) deformasyona uğrayarak biricikliğini yitirmesini sağlamaktır. Bu anlamda sanat eserini koruyabilmenin yolları kültür endüstrisinin dışında aranmalıdır. Bu da ancak kapitalist ekonominin yıkılışını sağlayacak oluşumların içinde olabilir. Yani sosyalist toplum önermelerinin içinde taşıyan oluşumlarda.
Sanat eserinin biricikliğini savunmak sadece sanat eseriyle bir sorun değil aynı zamanda insanın insanlaşması, yani kişilik oluşmasıyla ilgilidir. Bunu kişi yaşamıyla somutladığı gibi eserinin biricikliğiyle ortaya kor. Yani kirli halesi olmayan katarsis duygusunu doğru yansıdan eserlerle olur. Önüne insan emeğinin sömürülmediği toplumsal bir bakış acısı koymayanın geleceği olmaz.
Bu durumdan çıkmak için önce bu sorunları toplumsal sorunlar olarak görmek lazım. Kapitalizmin yarattığı bu sorunları aşmak için sanatçıların siyasi mücadele içinde yerini alması lazım. Estetik üretimini eserlerle üreten sanatçılar aynı zamanda sanatla toplumsal değişimin militanları olmak zorundadır. Daha doğrusu devrimci siyasal hareketlerle iç içe geçecek bir kültür hareketi oluşturmalıdır. Sanatçılar bütün egolarını, pragmatik anlayışlarını bırakarak sadece bir toplumsal fayda, gelecek insani bir dünya için bir kültür hareketi oluşturmalıdır. Buradaki temel amaç bütün insanlarda içkin olan yaratıcılığı ortaya çıkarmaktır. Böylece toplumsal yaratıcılık ortaya çıkmış olacak. Sanat eylemliliği dinin varlık nedenlerini yıkan kişinin sadece kendisine bağlanmasını sağlayan eylemliliktir. Aynı zamanda yaratıcılığın içkin olduğu toplumsal bir ruh yaratır. Böylece dinin yarattığı toplumsal ruhun çökmesini ve yerine sanatsal toplumsal yaratıcılığın öne çıkmasını sağlar.