Anlamıyordu, anlayamıyordu. Evlilik olarak bellediği şey, eşinin yatağını ısıtıp ona çocuk vermek, evi derleyip temizlemek ve yemek yapmaktı. Ona öğretilen, tembihlenen buydu. Kendisinde bir kusur görmediği gibi Cemal’e verdiği iki erkek evlat ile görevini zaten yaptığını düşünüyordu…
Gündüzleri inşaatlarda ya da tarlalarda amele olarak çalışıyor, geceleri ise Aydın Söke karayolu kenarında seyyar köftecilik yapıyordu. Üç tekerlekli arabasını, köfte ızgarasını, tost makinesini almak için uzun süre para biriktirmiş, parası yetmemiş, bir miktar da borçlanmıştı. Eve sadece gece yarısından sonra gidiyor, yevmiye usulü ile çalıştığı gündelik işlere yetişmek için sabah erkenden evden ayrılıyordu. İki oğlu vardı. Peş peşe doğmuşlar, aynı memede birlikte emip birlikte büyüyorlardı. Eve ulaştığında oğullarını uyanıklarsa görebiliyor, seviyor, onları kucaklıyordu. Babalarını görmeye alışkın olmayan çocuklar ürküyor, kendilerini geri çekmeye çalışıyor, başlarını arkaya doğru çevirerek annelerinin gelip kendilerini kurtarmalarını umuyorlardı.
Cemal merhamet doluydu. Yoksul olmasına rağmen kendisinden daha yoksul kişilere ikram ettiği köftelerden para almıyordu. Hayata gülümseyerek bakan, yüzünde gülümseme eksik olmayan iri yapılı, kaslı bir adamdı. Heybetli görüntüsünü yumuşatan, sempatik yapan, iletişim kurduğu insanlarda sıcak bir duygu uyandıran kendisine has bir gülümsemesi vardı. Rivayete göre bir kavgayı ayırmaya çalışırken bir kurşunun hedefi olup ölen çok sevdiği babasının cenazesinde bile yanağının sol üst köşesine doğru yayılan asimetrik gülümsemesi kaybolmamıştı. Bundan dolayı ayıplanmış, kınanmıştı ancak onu yakından tanıyanlar içten içe yanarak kabaran öfkesinin şiddetini biliyorlardı. Öyle bir öfkeydi ki önüne gelen her şeyi yıkabilir, kırabilir, yerle bir edebilirdi. Gülerken beyaz parlak dişleri, sol üst yanağa doğru kalkan, sağ alt çeneye doğru inen dudak kıvrımları arasında inci gibi görünürdü; kendisine has gülümsemesi pek çok genç kızı heyecanlandırmış, birçoğunu kendisine aşık etmişti. Şimdi otuzların ortasında, saçları dökülmeye başlamışsa da yanaklarındaki kanlı canlı görüntü onu olduğundan genç gösteriyordu. Gülümsemesine eşlik eden kırmızı yanaklar gürbüz bir çocuk sevimliliği kazandırıyordu çehresine. Kel Cemal diyorlardı ona. Çevresindeki herkes onu bu sıfat ile tanıyor, bu şekilde tarif ediyor, böyle anıyordu. Şikâyeti yoktu kel Cemal’in kendisine takılan kel sıfatından, hatta kendisine yakıştırdığı da oluyordu.
Ağustos sonlarında başlayan, kasım ayının sonuna kadar süren pamuk toplama mevsiminde hararcı olarak çalışıyordu. Ketenden seyrek örülmüş büyük pamuk torbalar çiftçiler arasında harar olarak adlandırılırdı. Cemal, kilo başı çalışan kadın işçilerin yanına getirdiği pamukları hararlara dolduruyor, pamuk kütlelerini ayakları ile bastırıp sıkıştırıyordu. Bastırılan her harar seksen ile yüz kilo arasında pamuk alabiliyordu.
Kel Cemal’e tahsis edilen alanda sekiz kadın toplayıcı vardı. Her sekiz ya da on toplayıcıya bir hararcı düşüyordu. Cemal ile çalışan kadınlardan biri kırk yaşlarında kendisi gibi iri yapılı, kara gözlü, güzel gülüşlü, sağlam bünyeli, yüzünde hep kederli bir hava ile dolaşan Yeter’di. Yeter gözlerini Cemal’den alamıyor, pamuk dolu sepeti ile yanına gittiğinde konuşmak için fırsat yaratıyor, ilgisini hissettirmek için çaba sarf ediyordu. Cemal ilgiyi fark etmiş, Yeter’i her gördüğünde boğazından midesine doğru akıp giden sıcaklığın yüzüne yansımasından korkarak, konuşurken Yeter’in yüzüne bakmamaya, ilgisiz bir hava yaratmaya çalışırdı ama nafile… Zeki bir kadın olan Yeter ondaki bu acemice telaşı doğru yorumlamış, sadece biraz daha cesarete ihtiyacı olduğunu düşünmüştü.
Kel Cemal evliydi. Yeter’e gönlünü kaptırmış, onu düşünmekten kendini alamaz hale gelmişti. Yeter durumunu öğrenirse kendisine karşı ilgisini sürdürür müydü? Emin değildi. Ona açılırsa ve bu durumu öğrendiğinde kızar ve kendisini aşağılar mıydı? Bilmiyordu. Tedirgin ve karamsardı. En iyisi bu olanaksız aşkın acısını içine gömmek ve ona karşı olan ilgisini hissettirmemekti. Böyle düşünüyor ve aldığı karara uymak için kendisine inanılmaz bir iç baskı uyguluyordu.
Aklına Yeter geldiğinde onu olumsuzlayacak nitelikler icat ediyor, olmazsa başka şeyler düşünmeye çalışıyordu, o da olmazsa kendisini bir sinema yıldızının yatağında düşlemeye çalışıyordu. Lakin imkânı yok Yeter’in bakışları bütün vücudunu kasıp kavuruyor, beyin kıvrımları arasına sökülüp atılamaz biçimde yerleşiyordu. Yeter, sadece yüreğine değil, beynine de yerleşmiş, hatta sahibi olmuştu. Kel Cemal ilk defa bu kadar sarsılmış, çaresiz bir şekilde birine teslim olmaya gönülden hazır hale gelmişti. Oysa Yeter, Kel Cemal hakkında yeterli bilgiye sahipti. Evli olduğunu da mutsuzluğunu da evlilik hikayesine varana dek biliyordu. O da Cemal gibi yüreğine söz geçirememişti. Kendisinden beş yaş küçük bu yağız delikanlının gülüşleri kurşun olmuş, yüreğine onulmaz bir yara olarak saplanmıştı. Yüreğine ne kadar çabalasa söz geçiremiyordu.
Eylül ve ekim ayları geçmiş, kasımın sonlarına yaklaşılmış, tarlalarda pamuk azalmıştı. Mevsim sonuydu. Belki birkaç gün daha iş olur, sonra başka tarımsal ürünlerin hasadı başlar, iş bulursa orada çalışırdı. Yeter için tarlalarda iş çoktu ama Cemal için sevmediği inşaat işlerine dönmek anlamına geliyordu kasımın sonu.
Yeter’i görememe düşüncesi onu kahrediyor, burnundan soluyor, düşündükçe asabileşiyordu. Hırsını hararlardan alıyor, çiğniyor da çiğniyordu onları. Bu şekilde bazı hararlar patlamış ve tarla sahibi, ücretinden kesmişti. İlk defa yüzüne kazınan ve kendisi ile özdeşleşen gülümseme yerine kaygılı ve gergin bir yüz ifadesi ile dolanıyordu. Cemal’in cesaretsizliğine daha fazla dayanamayan Yeter akşam iş bitimine doğru Cemal’in cebine, göstere göstere bir mektup koydu. Yanından uzaklaşırken “Oku bu mektubu ve sonucunu bana bildir. Sakın eşeklik yapma. Bana boş olmadığını biliyorum.” dedi ve hızla uzaklaştı. Fırsat buldukça mektuplaştılar. Kel Cemal kendi hayatına ilişkin her şeyi tüm ayrıntılarıyla yazdı, duygularını da… Artık Yeter’siz bir hayatı olamazdı, kararlıydı ve sonuçlarına katlanmaya hazırdı. Aynı şekilde Yeter de öyle… Bekarlık, evde kalma düşüncesi canını çok sıkıyor, ana babaya adanmış bu hayatın öylesine akıp gitmesine daha fazla izin vermek istemiyordu. Cemal’i seviyor, mutlaka ona sahip olmak istiyordu. Cemal onun olmalıydı, onu asla kimseyle paylaşmayacaktı. Çok çocuklu ailenin tek kızı olarak bir taraftan el üstünde tutulsa da adeta ona zimmetlenen anne babasının tüm bakımları ve geçimlerinden o sorumluydu. Talepleri bitmeyen babasının üzerindeki baskısını her an hissediyor, Cemal ile aşkını, tüm acıların bittiği, yeni bir yaşama açılabilecek şans kapısı olarak görüyordu. Artık kendisine ait bir yaşamı olmalıydı, anne-baba yerine sadece sevdiği adama ve doğuracağı çocuklarına adanmak istiyordu… Ve bir gece, küçük bir pazar çantasına doldurduğu birkaç parça kıyafetini yanına alarak, Kel Cemal’in getirdiği bir Anadol kamyonetin ön tarafına, Cemal’in yanına oturarak, kurduğu hayale doğru yola çıktı. Yeter, Cemal’i kendisini kaçırmaya razı etmişti.
Babası öldürüldüğünde Cemal henüz on yedi yaşında, bıyıkları yeni terlemiş aklı havada bir gençti. Gece yarılarına kadar arkadaşları ile takılır, koca ilçe uykuya dalmadan eve gitmezdi. Annesi çok endişeliydi. Ne yapıp etmeli hemen evlendirmeliydi Cemal’i. Yetim kalan çocuklarına hizmet edebilecek ve Cemal’i eve bağlayacak, sorumluluk almasına yardımcı olacak bir gelini olmalıydı. Tanıdık, eş, dost kim varsa haber gönderdi. Helal süt emmiş, güzel, becerikli bir gelin adayı arıyordu. Kısa zamanda bir tanıdıkları haber getirdi. Temiz bir ailenin, evlilik çağına gelmiş, genç ve güzel bir kızları vardı. Cemal’in babasını tanıyorlardı ve eğer isterlerse gelin adayını görmeye gelebilirlerdi. Hazırlıklar yapıldı, haber gönderildi ve kısa süre içinde gelinin yaşadığı dağ köyüne doğru yola çıkıldı. Cemal eve gelmeyecek, doğru çeşme başına gidecek, su alma bahanesi ile oraya gelecek gelin adayını görecekti. Özellikle gelinin beyaz tülbendi ile yüzünü kapamaması istenmişti. Uzun bir yolculuğun ardından derin bir vadinin kenarına kurulmuş taştan evlerden oluşan küçük, şirin köye vardılar. Cemal önceden söylendiği gibi refakatçi eşliğinde, çeşmeye yakın bir taşın üzerinde oturarak beklemeye başladı. Çok geçmeden güllü beyaz fistanlı, başı yarı açık, beyaz tenli, al yanaklı iri gözlü genç bir kız, elinde iki kova ile çeşmeye doğru geldi. Başını Cemal’e doğru çevirip belli belirsiz bir gülümseme ile beklenen aday olduğunu hissettirdi. Cemal’in yüreği yerinden fırlamış, başı dönmüştü. Rüyalarına giren peri kızları bile bu kadar güzel değildi. Hiç vakit kaybetmeden yanındaki ulak ile annesine haber gönderdi. ‘Tüm şartları kabul edin, hemen yüzük takın, aradığım eş bu.’ dedi. Aynı gün yüzük takılmış, nişan ve düğün günü kararlaştırılmıştı. Bir ay içinde düğün yapılacaktı.
Arkadaşları Cemal’i tekme tokat ve kahkahalarla gerdek odasına soktular. Herkes çekildi, nihayet bir an bile aklından çıkaramadığı büyük aşkı, eşi, sevdiği ile yalnız kalmıştı. Kekeliyor, ağzı kuruyor, yüzü kızarıyor, elini kolunu koyacak yer bulamıyordu. Sonunda tüm cesaretini toplayarak gelinin duvağını kaldırdı. Bir an duraksadı, irkildi, sonra kapıya doğru “Anne!” diye bağırarak çekildi. Karşısındaki, çeşme başında gördüğü dünya güzeli Kerime değildi. Uzun suratlı, küçük gözleri olan, ağzının yan taraflarında kurumuş beyaz tükürük topakları duran, dudağının alt tarafına doğru salyaları akan yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir kız duruyordu. Üstelik kendisine gülerek bakıyor, yaklaşmak için hamle yapıyordu. “Cemal’im” dışında başka söz çıkmadı ilk defa gördüğü ve karısı diye yatak odasına alınan bu genç kızın ağzından… Sanki kendisine kavratılmış, sahiplik belirten bu sözcük dışında dağarcığında başka bir söz yoktu. Konuşmaya yeni başlamış, öğrendiği sözcükleri sürekli tekrar eden küçük, acemi bir çocuk gibiydi.
Anne hızla içeri girmişti, konu komşu çağırıldı, aracılık eden tanıdığa haber gönderildi. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, kiralanan iki atlı bir fayton ile Kerime köyüne geri gönderildi. Fakat aile Nuh dedi peygamber demedi. Çeşme başındaki kızın bu olduğu, ailenin bilerek ve isteyerek Kerime’yi istediği, aksi bir tutum gelişirse bunun kan davasına dönüşeceği söylendi. Kerime aynı fayton ile Cemal’in evine geri gönderildi. Uzun müzakere ve arabuluculuklardan sonra Kerime’ye razı olmak dışında bir seçenek kalmamıştı. Çok sonraları öğreneceklerdi ki, çeşme başına gelen genç kız güzelliği dillere destan, pek çok isteyeni olan, Kerime’nin büyük ablasıydı ve başka bir genç ile zaten nişanlıydı. Cemal önceleri direndi, evden uzak durdu, arkadaşlarında kaldı. Zamanla çaresiz evine Kerime’sine geri döndü. İki oğlu oldu Kerime’den. Annesi vefat edince de Söke’ye taşınmaya karar verdi.
Yeter ailesinin kendisini bulup öldürmesinden çok korkuyordu, Cemal de korkmuyor değildi. Ölürse geride kalacak iki oğluna üzülüyordu, bu nedenle sözü geçen, tanınan bir akrabasının yanına sığınmayı tercih etmişti. Düşünüldü, taşınıldı ve Cemal’in karısı Kerime ile iki çocuğunun Söke’den kaçırılmasına karar verildi. Bir gece eski bir minibüs ile Cemal’in evinin arkasına yaklaşıldı. Kerime ve iki çocuğu eşyalarıyla birlikte apar topar alınıp getirildi.
Kerime meseleyi duymuş, duyduğu günden beri uyuyamamış, başını duvarlara vurarak Cemal’im de Cemal’im diye inlemişti. Cemal’im diyor başka bir şey demiyordu. Kontrol edilemez derecede saldırganlaşmış, eline geçen her eşyayı hırsla kırıp döküyordu. Aslında amacı zarar vermek değil, kaygısını ve aşkını etrafını saran kalabalığa anlatmaktı. Yardım umuyordu etraftaki herkesten. Terk edilmekten ölesiye korkuyordu. Kerime, baba evine gönderilmenin hayatı boyunca aşağılanmak anlamına geleceğinin farkındaydı. Alaya alınmak, fazlalık muamelesi görmek canını çok yakıyordu. Her ne olursa olsun yuvasına sahip çıkacak, sürekli aşağılanıp hakaretlere uğradığı baba evine dönmeyecekti. Cemal’i gördüğünde ona doğru hamle yaparak “Cemal’im ben sana yetmedim mi?” diye sordu ağlayarak. Anlamıyordu, anlayamıyordu. Evlilik olarak bellediği şey, eşinin yatağını ısıtıp ona çocuk vermek, evi derleyip temizlemek ve yemek yapmaktı. Ona öğretilen, tembihlenen buydu. Kendisinde bir kusur görmediği gibi Cemal’e verdiği iki erkek evlat ile görevini zaten yaptığını düşünüyordu…
Yeni duruma alışamadı Kerime. Ağlaması kesilmiyordu. İnlemeye, bağırmaya devam ediyor, ulaşabildiği herkese derdini anlatarak çözüm umuyordu. Kerime’yi gören herkes Cemal’e daha fazla acıyor, onu kınamak bir yana dursun, geç bile kalmış olduğunu düşünüyorlardı. Cemal merhametli, sabırlı ve anlayışlı bir koca olarak meseleye tanık olanların zihninde yer edinmişti. Yücelmiş, saygı duyulmuş, ermiş gibi karşılanmıştı.
Cemal, daha iyi bir iş bulduğu başka bir kente taşınmaya karar vermişti. Yeni kente taşınacak, yeni bir hayat kuracaktı. Yeter’in ailesinin ulaşamayacağı bir hayatları olsun istiyordu. Önce seyyar satıcılık, sonra pazarcılık yapmaya başladı. Civar ilçelerdeki tüm pazarlara gidiyor, tezgâh açıyor, akşamları da seyyar köftecilik yapıyordu. Büyük bir ev kiralamış, odalardan birini Kerime’ye vermiş, ev işlerinden uzak durmasını sağlamaya çalışmıştı. Yeter’in kendisini rahat hissedebileceği bir ev ortamı yarattı. Kel Cemal gerilimden sıkılmış, bunalmış, huzur bulacağı sıcak bir aile ortamına hasret kalmıştı. İşten eve severek, koşarak gelmek istiyordu.
Kabullenemiyordu Kerime. Geceleri uyuyamıyor, sabaha kadar Cemal’i bekliyordu. İşveli kadınlığı ile bir kez daha buluşursa Cemal’in kendisinden kopamayacağından emindi. Kıskanıyordu öyle bir kıskançlık ki Yeter’i öldürmek, mümkünse her parçasını yok etmek istiyordu. Yeter’i gördükçe huysuzlaşıyor, küfrediyor, sonra odasına çekilerek saatlerce ağlıyordu. Olmuyor, sindiremiyor, Cemal’ini istiyordu. Cemal sadece onun olmalıydı. O olmasaydı bu mümkün olabilirdi. Cemal sadece onun olursa, çocukları ile beraber kendisini daha güvende hissedeceği, sadece kendisine ait bir evde yaşamını sürdürebilecekti…
Bir sabaha çığlık ile uyandı Kel Cemal. Büyük oğlu yüzünü ellerinin arasına almış, banyonun kapısında çığlık atıyordu. Annesi uzun süre çıkmayınca kapıyı açıp sallanan annesini görmüştü. Çamaşır ipi ile kendisini asmıştı. Ayaklarını karnına doğru çekmiş, ellerini arkadan kenetlemişti. Gözleri yuvalarından fırlamış gibiydi ve yukarıya doğru yakarır gibi bakıyordu. Cemal irkildi, sonra akıl edip sallanan karısına dokundu; buz gibi olmuştu bedeni. Ölmüştü. Banyonun kapısına çömelerek ağlamaya başladı. Çocuk gibiydi. Her şey üzerine geliyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Başını iki elinin arasına almış, hırlar gibi bir sesle “Kerime’yi ben öldürdüm, zavallı benim yüzümden öldü.” diyordu. “Kerime’yi biz öldürdük.” dedi Yeter belli belirsiz ağlamaklı bir sesle, “Günahsız, bizim yüzümüzden öldü.”
Cemal ile Yeter birlikte dışarı çıktılar. Evin önünde birikmiş kalabalığa, balkonlarından meraklı gözlerle kendilerine doğru bakanlara ve yoldan geçenlere kuşku ve öfke ile baktılar.
Bir masala dönüştü Kerime’nin hazin ölümü. Her anlatıldığında anlatıcının kültürü ve kişisel yaşamından acılar eklenerek, yeni dinleyicilerinin gelenekleri ile bir daha yoğrularak… Tek gerçek vardı: Kerime ölmüştü. Su kadar berrak, kar gibi lekesizdi. Her şeyi alıp satarak kirleten bir geleneğin ve o geleneğin kadını erkeğe hizmet ile sınırlandırdığı, evlenemezse yük olarak gördüğü bir anlayışın kurbanıydı. Kimsenin sorumluluk almadığı, failin kurbanın kendisi olarak resmi kayıtlara işlendiği bu cinayette “Kerime’yi kim öldürdü?” sorusu boşluğa bırakılan bir ip gibi sallandı durdu. Her gün katledilen pek çok kadının ardından sallanmaya devam ediyor…